NOT: Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde Antalya’nın yerel gazetelerinden Hürses’te yayınlanan, kentleşme ile ilgili sorunların dile getirildiği bu yazı dizisi, hala güncelliğini koruduğu ve başka kentlerimiz için de geçerli olduğu için, bir kez de ulusal bazda yayın yapan kenthaber.com’da, yayınlamak istedim. Umarım kent yöneticileri için faydalı olur.
1-KENTLERİN KÖYLEŞMESİ
Şehirleşmede başarısızlığımızı, göçebe toplum olmamıza, yerleşik hayatla tanışmamızın geç başlamasına, 1960’lara kadar yüzde 70’imizin köylerde yaşamasına, şehir kültürüne sahip olabilmek için, şehir havasının en az 4-5 nesil teneffüs edilmesi gerektiğine bağlayanlar, hepsi de ayrı, ayrı belli oranlarda haklı olabilirler.
Ama bence şehir kültürünün insanlarda yer edememiş olmasında, şehirleşmedeki başarısızlığımızın temelinde, devlet fert ilişkilerimizdeki vurdumduymazlığın, Şarklı kurnazlık kültürümüzün ve ezberci eğitim sistemimizin de oldukça etkili olduğunu düşünüyorum.
Hızlı nüfus artışı, tarımda makineleşme ve diğer ekonomik ve sosyal koşulların sonucunda başlayan büyük kentlere göç furyası, kent nüfuslarında anormal artışlara neden oldu. Dengeler altüst oldu. Kentlerde göçlerle gelen köylüler çoğunluk, eski kentliler ise azınlık durumuna düştü.
Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye’nin nüfusu 1927’de 13.6 milyon iken 2007 da 71 milyona yükselmiş olup, seksen yıllık artış beş kattan fazladır. 1950’de 20.9 milyon iken, 2000 yılında 67.8 milyon olup, elli yıllık artış da üç kattan fazladır. Oysa Japonya’nın 1925’den 1985’e elli yıllık nüfus artışı 59.6 milyondan, 122.6 milyona ulaşmış olup, yaklaşık iki kat gibidir.
Türkiye’de 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında kentlerde oturan insan sayısı 3.3 milyon iken, (yüzde 24); 1950’de 5.2 milyona (yüzde 25’e) 1990’da 30.5 milyona (yüzde 54’e) 2000 yılında 44 milyona (yüzde 65) ve 2005 yılında 49.7 milyona (yüzde 70’e) ulaşmıştır. Yani kent nüfusu yüzde yirmi dörtten yüzde yetmişe çıkarken, kırsal nüfus, yüzde 76’dan yüzde otuza düşmüştür.
Bu denli hızlı bir kentleşme tablosunun, elbette ki sağlıklı biçimde gerçekleştirilmesi oldukça zordur. En gelişmiş toplumlarda bile bunun sancıları, sorunları olacak ve duyulacaktır. Bu bir akıl ve bilim işi, bir sorumluluk meselesidir. Sorumluluk alanların yıpranması kaçınılmazdır.
Fakat bizde bu olgu sancısız, sorumsuz ve kolayca başarılmış, kimse de bu yüzden yıpranmadığı gibi, seçimden seçime yol, su, elektrik, tapu gibi avantalar dağıtılarak, bunlardan destek bile sağlanmıştır. Siyaset buralardan beslenmiştir. Kısacası bizde olay tam bir Türk mucizesidir.
Çünkü bizim kentleşme gibi bir sorunumuz olmayıp, biz kentleri köyleştirmişizdir. Kentleşme kaygınız olmaz ise, mevcut kenti köyleştirmek gerçekten çok kolay bir iştir. Olayın nedenine niçinine girsek çıkamayız. Fakat nedeni ne olursa olsun, köylüler bir sel gibi akıp gelirken şehre, devletin hiç umurunda olmamış bu durum.
Devletin aklının ucundan bile geçmemiş köyden gelene bir ev yeri verme, ya da bir yer gösterme. Hazinenin arazisini planlı programlı tahsis edeceğine, parası karşılığı köylüye satacağına göz yummuş işgaline. Devlet bürokrasisi peşkeş çekip vatandaşını arazi mafyasına, razı olmuş mafyadan gelecek üç beş kuruş harçlığa.
Ve devletin başlattığı yolsuzluk, rüşvet ekseninde böyle, böyle köyleşti kentler. Ama devlet her zaman zeytinyağı gibi üste çıkıp, kendi sorumluluğunu halka yıkıp, günah keçisi oldu yerleşenler.
Örneğin İstanbul’da 1960’larda nüfus bir milyon iken bu gün 12 milyonu geçmektedir. Yine İstanbul’un yerleşim alanları, 1950’lerde 5 bin hektar iken bu gün 300 bin hektara ulaştı. Yani nüfus 12 kat, yerleşim alanı 60 kat artmış oldu.
Sonuçta, cumhuriyet döneminin Anadolu kasabalarının kentleşmesi beklenirken, köylerden gelen aşırı nüfusla daha bir kasabalaşıp köyleştiler. Fakat farklı basınç tabakaları ya da farklı yoğunluktaki büyük su kitleleri gibi, bu iki insan grubu da birbirlerine karışıp kaynaşamamaktadır.
Bunlar aynı kentte, genelde iki farklı insanı, iki farklı kültürü, farklı ekonomik ve sosyal yapılanmaları temsil etmektedirler. Özel de ise, ikinci üçüncü nesiller ve kentlilik süresine bağlı farklılıklar da vardır.
Her şeyden önce köyler, herkes herkesin her şeyini bildiği, kimsenin kimseden bir şey saklayıp gizlemek gereği duymadığı, ortada, açık ve aleni bir yaşam tarzını simgeler. Aşırı muhafazakârlığı kaldırmaz.
Örneğin köylerde her yerini örtüp evde kapanan bir kadın tipi düşünülemez. Çünkü kadın çalışma hayatına katılmak zorundadır. Bağa bahçeye, tarlaya, çadıra ve dağa gitmek, hayvan otlatmak, ekin biçmek, burçak yolmak zorundadır. Bu işleri bu kıyafetlerle yapamayacağı gibi, tümünü tanıdığı köylülerinden bu biçimde saklanmaya da gerek duymaz.
Ama kentlerde kırsal faaliyetler kısıtlandığı oranda eve kapanma ve tanımadığı farklı geleneklere sahip kalabalıklardan korunma, kendini savunma duyguları, insanların kendi değerleri ile kendilerine bir duvar örmelerine neden olmaktadır.
Bunun en çarpıcı ve en belirgin örneği Avrupa’daki Türkler üzerinde görülmektedir. Örneğin Brüksel’in en merkezi yerlerinde Emirdağlılar 1970’lerin Emirdağ’ını yaşamaktadır.
Köyden gelenle kentlinin kaynaşması, aynı yaşam tarzını paylaşması, birbirine katlanması ve yardımlaşması da olanaksız gibidir. Merkezdekiyle varoştaki ise, iki ayrı insan tipidir. İki ayrı kültür, iki farklı bakıştır. Duyguları, düşünceleri farklı dünyalara aittir. İki farklı milletin fertleri gibi birbirine yabancıdır.
Bunların hepsinin de milliyetçi olmasından ve devlete tapmasından başka, fazla bir ortak noktaları yoktur. Kentli, kente geleni zaten kentleşmenin katili sayarak dışlasa da, köyde oturan köylüye bile öyle çok sıcak değildir. Ama eski kentli de, yeni yerleşen de Türk milliyetçisidir.