1999 yılının sonuydu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanlığı görevini sürdürüyordum. En önemli konularımızdan biri, 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin sonuçlarıydı. Arkadaşlarımla birlikte sık sık felaket bölgesine gidiyordum. Başkanları CHP’li olan belediyeler, imkânlarını seferber etmişler, evsiz kalanların barınması için çadırlar kurmuşlardı. Ayrıca yemek çadırlarında yemek veriyorlardı. İstanbul’dan Kadıköy, Ankara’dan Yenimahalle belediyeleri ile Gaziantep Belediyesi onlar arasındaydı.
Bu faaliyeti sürdürürken, bunun, bir ‘parti propagandası’ olarak algılanmaması, insani boyuttaki bir yardım çalışması olarak görülmesi için büyük dikkat gösteriyorduk. Yardım malzemesi götüren araçlarda da, bizi götüren araçlarda da parti amblemi bulundurmuyorduk.
1999’un aralık ayının sonu, Ramazan’a rastlıyordu. 31 Aralık gecesi aynı zamanda yılbaşı gecesiydi. Ramazanla yılbaşı bir araya gelmişti.
Parti Meclisi üyelerimizden bir kısmıyla ve yurdun çeşitli yerlerinden yardıma gelen partililerimizle birlikte o gün sabahtan itibaren bölgedeydik. Depremzede vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını tespit ediyorduk.
Depremzedelerin büyük bir kısmı oruçluydu.
Bizim grubumuzda da çok sayıda oruçlu vardı. Yenimahalle Belediyemizin yemek çadırında da zaten tüm Ramazan’da iftar yemeği veriliyordu. Biz de o yemeğe katıldık. Daha önceki gelişlerimizde, eğer orada bulunuşumuz iftara rastlamışsa, aynı şeyi yapmıştık.
İftardan sonra da çadırlarda vatandaşlarımızın yılbaşını kutladık.
***
Bu programımızın bir bölümü, Hürriyet gazetesinin manşetine, hiç beklemediğimiz bir şekilde yansıdı. O yemekte bulunan -o zamanki- Hürriyet muhabiri, bunu bir ‘yorum haber’e oturtmuş. Bunun başlıkları da şöyle olmuş: “CHP’de din hareketi...”-
CHP’nin iftar devrimi...
Kısacası bizim bunu düşünüp taşınıp planlı bir hareket olarak yaptığımız sonucuna varmış...
Böyle bir amacımız hiç yoktu. Tam tersine, belirttim, deprem bölgesindeki çalışmalarımıza, hiçbir politik anlam verilmemesi için elimizden geleni yapıyorduk.
Ayrıca, ben yaptığımız işin, sadece deprem bölgesindeki insanlar için değil, bizim oraya giden grubumuz için de tamamen doğal olduğu kanısındaydım. Çünkü gerek oradaki, gerek grubumuzdaki partililerin büyük bir kısmı zaten oruçluydu. Oruçlu olmayanlar da onlarla birlikte yemek yiyecekti
Hal böyleyken, konu, Hürriyet’in manşetindeki o yorumun haberi üzerine hem kamuoyunda, hem parti içinde yoğun tartışmalara yol açtı.
Bazı yazarlar bizim iftar sofrasına katılmamızı bir ‘olumlu adım’ olarak görmüşlerdi. Bazıları ise (aralarında bazı parti meclisi üyeleri de vardı) bizi ‘CHP’nin ilkeleri’ne aykırı davranmakla suçluyorlardı.
Oysa bir ‘iftar sofrası’na oturmak, daha önce de başka yerlerde doğal olarak yaptığımız bir şeydi, ‘yeni’ bir ‘olumlu adım’ sayılamazdı. Her zamanki doğal davranışlarımızdan biri sayılabilirdi.
‘CHP ilkeleri’ açısından ise, bunu yapmanın hiç bir sakıncası olamazdı. Çünkü CHP’nin ve “CHP Genel Başkanı ve heyetleri iftar sofrasına oturmaz” diye bir ilkesi yoktu.
Bunları belirtmemize rağmen, bu tartışma hemen bitmedi. O sıradaki yönetime muhalif olan bazı üyelerin parti meclisindeki girişimiyle, biraz daha alevlendi.
Ama sonra, başka gelişmelerin de etkisiyle, deprem bölgesindeki bütün o faaliyetlerin herhangi bir hesaplı taktiğe dayanmadığı, o zamanki yönetim anlayışının doğal sonucu olduğu kabul edildi.
Uygulama ve algılama
Kıssadan hisse:
CHP’nin din konusuyla ilgili tutum ve davranışları, hiçbir hesaba dayanmasa, tamamen doğal çerçevede kalsa bile, bunlar her zaman ve herkes tarafından öyle algılanmıyor.
Bazıları CHP heyetinin deprem bölgesindeki iftar yemeğine katılmasını bile bir ‘olumlu taktik’ sanıyor. Bazıları ise, bunu ‘ilkelere aykırı’ bir davranış olarak eleştiriyor.
Gerçeği herkese anlatmak kolay olmuyor.
Şimdi gündemde Sultangazi’deki olay var. Oradaki durum, verdiğim örnekten çok değişik. Daha önce AKP’ye başvurup beklentisi gerçekleşmeyince CHP’ye gelen bir adayla ve etrafındakilerle ilgili olarak, bir ‘seçim öncesinde’ yapılmış üyelik işlemleri var. Bunun ‘taktik gereği’ olmayan normal bir işlem sayılması çok daha güç.
Tabii, bu durumun geçmişle ilgili nedenleri de var. Konuyu biraz da o açıdan değerlendirmek gerekiyor.
Bayar da Menderes de CHP’liydi
‘Ben dindarım. Onlar değildir’ propagandası hayli eskidir. Geçen gün Cumhuriyet’te değerli yazar Ali Sirmen de hatırlattı, çokpartili döneme geçişimizle birlikte, o dönemin en çok kullanılan ‘siyasi silah’lardan biri oydu.
Bunu kullanan politikacıların bir kısmı, 1946-1950 arasında Meclis’te bulunan muhalefet partilerinin mensubuydu. Bir kısmı Demokrat Partili’ydi, bir kısmı Millet Partili... Ama taktikleri aynıydı: İktidardaki CHP’lileri ‘dinsizlik’le suçlayacaklar, kendilerini dindar diye göstereceklerdi. Oylarını artıracaklardı.
Bu bir ‘kandırmaca’ydı CHP’nin de, DP’nin de, MP’nin de yöneticilerinin, din konusundaki görüş ve tutumları, o vakte kadar, birbirinden farklı değildi.
Zaten hepsi, 1945 sonuna kadar CHP’nin içindeydiler. Demokrat Parti’nin dört kurucusundan Celâl Bayar, Atatürk’ün başbakanıydı, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan kıdemli milletvekilleriydi.
Millet Partisi’nin fahri Genel Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk devrimleri döneminin değişmez Genelkurmay Başkanı’ydı. Genel Başkan Hikmet Bayur, aynı dönemde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı dahil, birçok yüksek görevde bulunmuştu.
Onlar da dahil, CHP’de kalanlar da dahil, kökeni CHP’li olan politikacıların hiçbirinin ‘dindar’olmadığı öne sürülemezdi. Birilerinin ötekilerden daha fazla veya daha az dindar olduğunu öne sürmek için bir neden de yoktu.
Zaten o konuda kullanılan bir ölçü de yoktu. Kim namazına niyazına ne kadar dikkat ediyor veya edebiliyor. Siyaset adamları böyle şeyler konuşmazdı. Bu ayıptı. Çünkü ‘laiklik’ vardı. Herkes dindar da olsa, kimse ‘dindarlık yarışı’ yapmazdı.
1947’deki arayış
Çok partili hayata geçilip de, o yarış, DP’li ve MP’li politikacıların -hepsi değil ama- bir kısmı tarafından başlatılınca, CHP kurmayları, -biraz şaşırmışlıkla karışık- bir ‘arayış’ dönemine girdiler.
CHP’nin 1947 Kurultayı, o arayışın tartışmaları arasında geçti. Tartışmaya katılanların amacı ‘onlar dinsiz’ iddialarına karşı, kendilerini savunmaktı. Günler süren konuşmalardan sonra, soruna çare olacağı sanılan bazı formüller bulundu:
İlkokulların 4’üncü, 5’inci sınıflarında, istek üzerine din dersleri konulması, imam-hatip yetiştirilmesi için kurslar açılması, bunlar arasındaydı. (Kursların Ortaokul haline getirilmeleri daha sonradır.)
1950 seçimleri öncesinde o yöndeki önlemlerin uygulamasına geçildi.
Ama o yöndeki önlemlerin, formüllerin sınırı yok... CHP bunları yaparken, muhalefet partileri, daha da ‘cazip’ vaatler öne sürüyorlardı.
14 Mayıs 1950 seçiminin sonucu malûm: CHP’nin yüzde 40 civarındaki oyuna karşı, Demokrat Parti oy oranını yüzde 53’ün üstüne çıkardı. O zamanın -bir başka adaletsiz- seçim sisteminin sonucu olarak Meclis’e 408 milletvekiliyle girdi. (CHP’nin milletvekili 69’a düştü.)
Yani: CHP’nin ‘dinsizlik ithamı’ karşısındaki savunma sistemi, Ali Sirmen’in de hatırlattığı gibi, kendisini o ağır yenilgiden kurtaramadı.
CHP’nin, 1950’den sonra, Demokrat Parti iktidarının Türkçe ezan yerine Arapça ezanı getirmesi sırasındaki ihtiyatlı çekimserliği de, bir işe yaramadı.
Demokrat Parti, 1954 seçiminde, oylarını ve milletvekili sayısını daha da artırarak, yeniden iktidara geldi.
***
Sonrası şu:
CHP’lilere karşı bu ‘dinsizlik’ suçlaması, klasik bir silahtır. 60 küsur yıldan beri tırmandırılarak kullanılır.
CHP her tırmanmada, kendini o suçlamaya karşı savunmak için bir şeyer yapmaya çalışır. Ama karşısındakiler de her seferinde, CHP’nin yaptıklarının yetersizliğini, samimiyetsizliğini öne sürüp kendi çıtasını daha yükseltir.
Okullarda iki yıllık din dersinden Anayasa’daki -adı ‘din ve ahlak kültürü’ de olsa- zorunlu din dersine geçilmesi, böyle olmuştur.
Camilere kültürlü imam yetiştirmek için açılan imam-hatip kurslarından, imam- hatip ortaokullarına, oradan da (imam-hatip açığını kapatmak yerine üniversitelere imam-hatipli sokmayı hedefleyen) imam-hatip liselerine geçilmesi böyle olmuştur.
Başörtüsünün türban adı altında bir siyasi sembol olarak kullanılması böyle başlamıştır. Böyle devam etmektedir.
Bütün bu tecrübelerin sonucunda, CHP’nin, hakkındaki ‘dinsizlik’ ithamlarına karşı savunma tedbiri arayıp, bunun için özel uygulamalar düzenlemesinde bir fayda yok.
CHP’lilerin, yöneticilerinden tabandaki üyelerine kadar nasıl iseler, öyle davranmaları yeterlidir. Çünkü, eski görevlerim dolayısıyla, ben de iyi bilirim ki, onların din ve inanış açısından Türkiye halkının genel çizgisinden ayrı tutulacak hiçbir yanı yoktur.
Elbette onlar arasında da değişik kültürlerden, mezheplerden, inanışlardan, geleneklerden, etnik kökenlerden veya küresel tercihlerden kaynaklanan farklar vardır... Ama o farklılaşmalar da halkımızın genel yapısındaki gibidir.
Özetle:
CHP, tüm yöneticileri ve üyeleriyle; oruç tutan, tutmayan, tutamayanlarıyla; başı açık olan, olmayan hanımlarıyla; Cuma’ya giden, gitmeyen gidemeyen erkekleriyle; Sünnisi, Alevisi, müslümanları, gayrimüslimleriyle, inananları, inanmayanlarıyla, ‘doğal olmalıdır’. ‘Nasılsa öyle’ olmalıdır.
Öyle olursa daha iyi anlaşılacaktır.