20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Siyaset hayatımızın 'kendine özgü' hallerinden örnekler


Bizim ‘siyaset hayatı’mızın, benzerine pek rastlanmayan özellikleri oluştu. Eskiden bunlar, ‘nev’i şahsına münhasır’ diye tanımlanırdı. Şimdi ‘kendine özgü’ veya ‘özgün’ deniliyor. Anlamı aynı: Kendi cinsi veya grubu içinde sadece onun sahip olduğu vasıflar...

Bunlar, ülkemizdeki siyaseti, başka demokratik ülkelerdeki siyasetle karşılaştırınca hemen göze çarpıyor.

Geçen gün bu sütunlarda birine değindim: Parti liderleri, en ciddi konular üzerinde bile birbirleriyle Meclis kürsüsünde tartışmıyorlar.

Her hafta salı günü kendi gruplarında birer konuşma yapıp ne söyleyeceklerse orada söylüyorlar. Birbirlerini eleştiriyorlar. Birbirlerine karşı ağır suçlamalar da yapıyorlar.

Ama hepsini kendi gruplarında veya başka toplantılarda yapıyorlar. Bunları, Meclis Genel Kurulu’nda bizzat dile getirip, diğer lider veya liderlerle, doğrudan doğruya tartışmıyorlar.

Oysa, her ciddi parlamenter demokraside siyasetin en yüksek derecedeki tartışma yeri parlamentonun kendisidir.

Avam Kamarası’nda, -zaten büyük bir masanın iki tarafında karşı karşıya oturan- iktidar partisi lideriyle muhalefet lideri, bazen soru-cevap yoluyla, bazen karşılıklı konuşmalar yaparak, gündemdeki her önemli konuyu birbirinin gözünün içine bakarak tartışırlar.

Genel kurul salonları bizdeki gibi olan parlamentolarda da, söz alıp kürsüde konuşurlar.

Bunlar, tabii, televizyonlardan naklen yayınlanır. Siyaseti izleyen vatandaşlar da görür, işitir, hangi konuda hangisi ne söyledi? Birbirinin sorularına verdikleri cevaplar nasıl?.. İzler ve kendi değerlendirmesini yapar. 


Televizyonlarda da tartışmıyorlar

Bu ‘nev’i şahsına münhasır’ veya ‘kendine özgü durum’, sadece Meclis’te değil, televizyonlarda da yerleşti. Liderlerin artık aynı stüdyoda bir araya gelmeleri de, tarihe karıştı.

Evvelden bunu hiç olmazsa seçim öncesinde yaparlardı.?Son örneği 2002 seçimi öncesinde Tayip Erdoğan ile Deniz Baykal arasında, Uğur Dündar’ın yönettiği tartışmaydı.

Öyle bir şeyi bir daha görmedik. 

'Liderler tartışması’ denilince, başka ülkelerdeki tartışmaları izlemekle yetiniyoruz. Son Alman seçimlerindeki beş parti liderinin tartışması, şimdiki Amerikan seçimindeki Obama ve MacCain ile yardımcılarının tartışması gibi...

Şimdi yerel seçimler yaklaşıyor, bu, belli ki, gene gerçekleşmeyecek. Çünkü, -Deniz Baykal istese de- Başbakan Erdoğan’ı ona razı etmek mümkün değil. Kendi partisi içinden de Erdoğan’a, bunun ‘demokrasinin gereği’ olduğunu hatırlatan olmayınca, demokrasimiz bu konuda da ‘kendine özgü’ kalmaya devam ediyor.

Oysa siyasette öyle bir tartışmaya ne kadar özlem duyduğumuz, CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıcdaroğlu ile AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat arasındaki -Uğur Dündar’ın yönetimindeki- televizyon tartışmasında görüldü. Televizyonların o saatte en çok izlenen yayını oldu bu tartışma...

Ama bu da, konusu açısından bir ‘ilk’ti. Çünkü tartışma konusu, Fırat’la ilgili hukuki sorunlarla ilgili iddialardı.

Bunların adalet mekânizmasını ilgilendiren yanları da vardı. Fakat o konudaki adli işlemlerin sürdürülmesi gerekirse, bunun gerçekleşmesine imkân yoktu. Çünkü Dengir Mir Mehmet Fırat?milletvekiliydi. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları mutlaktı.
O da işte, siyasetimizin ‘kendine özgü’ unsurlarından biridir: ‘Sınırsız dokunulmazlık...’ 


Yargıya güvenmeyen Adalet Bakanı

Bizdeki milletvekili dokunulmazlığının sınırsızlığının sakıncaları, çoktandır biliniyor. O sınırsızlığı kaldırmak ve milletvekilleri hakkında -en azından- bazı ağır suç iddiaları ortaya çıktığında soruşturma açılmasını sağlamak için, geçmişte de birçok girişim yapıldı.

O girişimlerin en ciddisi, 1997 yılındaydı. Buna bu sütunlarda birçok defa değinmiştim(Sonuncuları 13 ve 14 Eylül 2008’deydi). Meclis’teki dört partinin liderlerinin ve 297 milletvekilinin imzasıyla Meclis’e verilen Anayasa değişikliğine, sadece o zamanki Refah Partisi karşı çıkmıştı. Refah Partililerin komisyondaki sözcüsü de bugünkü Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’di. Arkadaşlarıyla hazırladığı muhalefet-şerhinde aynen şunları yazmıştı:

“Niye bir savcıya güveniyoruz da, Meclis’e güvenmiyoruz. Meclisimiz bütün ciddi işlerde kaldırma müessesesini çalıştırmadı mı? Bir savcının veya yargıcın güvenirliği, niçin Meclis’in güvenirliğinin önünde olsun?”

Bugünkü Adalet Bakanı’nın o günkü bu söylemi, hem gerçeklere aykırıydı, (Meclis’te pek çok ‘ciddi iş’te ‘kaldırma müessesesi’nin çalıştırılması?mümkün?olmamıştı), hem?de,?demokrasinin ve rejimimizin ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine aykırıydı... Kendisi bugün Adalet Bakanlığı’nın başında, yargının güvenirliğini, Meclis’in güvenirliğinden daha geride gören bir anlayışın sahibi olarak oturuyor.

Dokunulmazlık konusunda 1997’deki girişim, böyle bir muhalefetin katkısıyla sonuçsuz kaldı.?297?milletvekilinin?imzaladığı?öneri, Meclis Genel Kurulu’ndan geri döndü. 


Eski Adalet Bakanı güvenirdi ama...

O öneriyle ilgili olarak, Şahin’nden önceki Adalet Bakanı’nı da hatırlıyorum. Bugünkü Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’i...

O zaman ANAP milletvekili olan Çiçek’in imzası, Şahin gibi bir muhalefet şerhinin altında değildi. Dokunulmazlıkların sınırlandırılmasını isteyen 297 imza?arasındaydı.

Ayrıca, öneriye imza atmakla kalmamıştı. Onun Meclis’ten geçmesi için en fazla çaba gösterenlerden biriydi. Çünkü dokunulmazlığın bugünkü haliyle kalmasından büyük rahatsızlık duyduğunu belirtiyordu.

Onu bu vesileyle hatırlamamın bir nedeni de, önceki gün NTV‘de, Nermin Yurteri’nin, dokunulmazlıkla ilgili sorusuna verdiği cevap.?

Çiçek o cevabında, dokunulmazlığın sınırlanmasının o kadar önemli olmadığını ifade ediyordu. Türkiye’de bürokrasideki görevleri dolayısıyla, haklarında soruşturma açılması belirli formalitelere bağlı olan başkalarının da bulunduğunu hatırlatıyor ve “Bunlar arasında en rahat dokunulan insan siyasetçidir” diyordu.

Neden?

Çünkü siyasetçiye bu dönem dokunulamıyorsa, bir sonraki dönemde vatandaş onu seçmiyormuş. O siyasetçi de, milletvekilliğini kaybedince, dokunulur hale geliyormuş.

Benim tanıdığım Cemil Çiçek, sanırım, bu söylediklerini, NTV’nin sitesinden bir kere daha dinlerse, kendisi de beğenmeyecektir.

Bir kere sözleriyle, bir suç iddiası karşısında bulunan bir milletvekili hakkında soruşturma açılmasını, seçmenin takdirine bırakmış oluyor ki, bunun “hukukun üstünlüğü” ilkesiyle bağdaştırılabilmesi kolay değildir.

İkincisi:Uygulamada, haklarında suç iddiası olduğu halde, arka arkaya birçok defa milletvekili seçilenler çoktur. Bu da doğaldır. Çünkü milletvekili seçiminde etkili olan başka birçok faktör vardır.

Üçüncüsü: “Geciken adalet adalet değildir” sözüyle de belirtildiği gibi, adaletin gecikmesinin sayılamayacak kadar çok sakıncası vardır.

Dördüncüsü: Sayın Cemil Çiçek’in dokunulmazlıkla ilgili bu beyanları, 1997’deki tutumuyla çok belirgin bir çelişki oluşturmaktadır.

Bu kadar keskin bi çelişki de, siyaset hayatımızın kendine özgü hallerinden biridir.

Altan Öymen/Radikal
Yayın Tarihi : 12 Ekim 2008 Pazar 10:18:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?