2
Mayıs
2025
Cuma
ANASAYFA

Cem Yılmaz, Nejat Uygur ve medyanın meddahları - Ekrem Dumanlı / Zaman

Haftanın en manidar esprisi Cem Yılmaz’dan geldi. Ağaç dikme kampanyasına katılan ve nükteleriyle insanları kahkahaya boğan Cem Yılmaz, “Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın oruç açmakla ilgili sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeki soruya, “Ben bu konularda Zekeriya Hoca’dan daha ciddiyim.” şeklinde cevap vermiş.


Doğrudur; hemen her konuyu ti’ye alan ve hemen herkese iğneleme yapan sanatçı, mukaddeslere dokunmamaya gayret eder. O, bazıları gibi şöhretin zirvesine tırmanınca insanları inançlarından dolayı rencide etmedi. O yüzden halkın sempatisini hiç kaybetmedi ve yıllardır zirvelerde. Sanatçıya yakışan da budur. Herkes gibi sanatçının inançlı olup olmaması kendi tercihidir; ancak unutmamak gerekir ki inanca saygı, halka saygıdır.

İletişim aktörleri, inanç konusunda dikkatli olmak mecburiyetinde!

Hiç unutmam; 1995’in sıcak bir pazar günüydü. Kültür-Sanat sayfasına bakıyordum. Pazar sessizliğini bozan bir hadise yaşadık. Santraldan arayan görevli, Nejat Uygur’un gazeteye geldiğini ve yetkili bir şahısla görüşmek istediğini söyledi. Yukarıya davet ettim. Birkaç dakika sonra odaya kara gözlükleriyle Nejat Uygur girdi. Nasıl mahzun, nasıl mahcup; anlatamam. Diyor ki; “Gazetenizde bir okur mektubu yayınlanmış, o mektupta benim dinle alay ettiğim ve insanları rencide ettiğim söyleniyor. Bahsettiği oyunun metin yazarı ben değilim. Yine de bir seyirciyi küstürmüş, onun inancına ilişerek hata yapmışsam lütfen adresini, telefonunu verin irtibat kurup o insandan özür dileyeceğim.” Şaşırmıştım. Nejat Uygur’un bu kadar nazik ve narin bir insan olduğunu bilmiyordum...

Söz konusu inanç olunca, iletişim aktörleri çok dikkatli olmak mecburiyetinde; çünkü hayatı paylaşmak “öteki”ne saygı duymayı, en azından katlanmayı gerektiriyor. Hele bir adam, dini konularda uzman olduğunu iddia edip, kamera gördükçe kendinden geçiyorsa; ne söylediğine daha da dikkat etmek zorunda. İlmi sıfat taşıyan bir insan, Ramazan meddahlığına soyunmamalı. Dinleyenleri utandıracak fıkralar anlatmak ile İslami bilginin nezaketi arasında uçurumlar var. Magazin programlarının şaklabanı olmak ile dini konularda uzman olmak arasında yeryüzü ile gökyüzü mesafesi kadar fark var.

Tek suçlu meddahlar değil kuşkusuz; bu tip insanları baştan çıkaran biraz da medya. Her dönemde sansasyon yapacak birilerini bulmayı üzerine vazife sayıyor medya. Kurban gelir “Tavuk da kesilebilir mi?” sualleri yöneltilir. Ya da ipini koparan boğaların üzerine saatlerce yayın yapılır. Sanırsınız Kurban Bayramı sadece boğa kovalamaktan ibaret. Ramazan gelir “Sakız orucu bozar mı?” soruları tevcih edilir. Sanırsınız susuzluktan insanların dudağı çatlamış da bir çıkış yolu arıyor...

Medya, dini meselelere ciddiyetle, saygıyla yaklaşacak ki köyün delisi rolüne soyunmuş bir kısım insanlara gün doğmasın. Diyanet İşleri Bakanlığı, geçenlerde aynen şu cümlelerle sıkıntıyı dile getirdi: “Yazılı ve görsel medyada oruç ibadetiyle ilgili her ilmihal kitabında bulunabilecek tali ve ayrıntı bilgilerin saptırılarak magazin konusu haline getirilmesi ve bunun geçmiş yıllarda olduğu gibi kitleler önünde pervasızca tartışılması, Ramazan’ın oluşturduğu huzur iklimini zedelemekte ve manevi atmosferini gölgelemektedir. Bazı bilim adamlarının, bu atmosferi pekiştirici ve bilgilendirici faydalı konular yerine, bu gibi tartışmalara çanak tutması da dindar halkımızı derinden üzmektedir.” Diyanet’in tepkisi doğrudur. Lütfen Batı basınına bakın Thanksgiving (Şükran Günü) gibi, Noel gibi az buçuk dinin ve geleneğin bulaştığı günler böyle laubali bir üslupla mı veriliyor?

Nedendir bilemiyorum; bizde dini konuları sulandırmak çoğu kez maharet sanılıyor. Mesela bir TV kanalı ana haber bültenine sulandırılmış, magazinleştirilmiş -daha doğrusu bayağılaştırılmış- bir Zekeriya Beyaz açıklamasıyla başlıyor ve 15-20 dakika bunu tartışıyor. Sadece oruç değil, söz konusu ezan olduğunda da, Kurban olduğunda da, hac olduğunda da, bayram olduğunda da benzer bir tutuma rastlanıyor. Oysa bahsi geçen konular, bir yönüyle insanların manevi dünyalarıyla ilgili; diğer yönüyle kültürel değerler ile. Milletin hayatından bayram heyecanını çıkarsanız sadece çocukluk yıllarını yok etmez; aynı zamanda milli kimliğimizi derin bir boşluğa atmış olursunuz. Hepsi böyledir; iftar sevinci, teravih lezzeti, hac coşkusu...

Medya insana yönelmeli, insana! Ona yöneldikçe birey gerçeğini de, toplum hakikatini de yeniden keşfedecek ve o gün ülkenin en popüler mizahçısı, en popüler “uzman”ı için “Bu konularda ben ondan daha ciddiyim” demek zorunda kalmayacak.
Söz konusu OYAK olunca

13 Ekim günü Reuters, Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir haber geçti. Habere göre AXA adlı Fransız sigorta şirketi 1915’te Osmanlı döneminde yaşanan olaylar sonucu hayatını kaybeden poliçe sahibi Ermenilerin yakınlarına 17 milyon dolarlık ödeme yapmayı kabul etmiş. Davayı açanlar sadece ABD’de yaşayan Ermeniler değildi ve AXA’nın izlediği yol, Türkiye’nin canını sıkacak özellikler taşıyordu. Üstelik bu karar Türkiye’nin ve ABD’nin soykırımı iddialarını resmen tanıması konusunda atılan bir adım olarak da değerlendiriliyordu. AXA, hızını alamamış Fransa’daki Ermeni yardım kuruluşlarına milyon dolarlarla ifade edilen bağışta bulunacağını açıklamıştı. Olayın haber değeri taşıdığı ortada. Ermeni soykırımı iddiası nerede dile getirilse ve kim tarafından ifade edilse bizim basında kıyamet koparılıyor. Ne var ki bu haber, Türk medyasında adeta yok sayıldı. Tek sebebi, AXA’nın Türkiye’deki ortağının OYAK olması. Aslında OYAK konusu başka bir sıcak bir gündem maddesi. Erdemir’in OYAK tarafından satın alınması üzerine haberler yapıldı, tartışmalar başladı. Umur Talu, Ege Cansen, Yalçın Doğan, Mehmet Altan gibi isimlerin yazdığı yazıların daha mürekkebi bile kurumadı. Mevzu bu kadar sıcak iken Türk basınının AXA OYAK ortaklığından çekinerek suspus olması ilginç. Öyle ki, Ermeni meselelerinde mangalda kül bırakmayan “Ulusalcılar” bile derin bir sessizliğe büründü, soykırım iddiasının elini güçlendirecek bir uygulamayı görmezden geldi. İlginç bir hadise. Tarihe kısa bir not düşmekte fayda var sanıyorum...



Çifte standart inandırıcılığı yok eder

Başbakanlık Basın Merkezi, akreditasyon uygulaması ile ilgili yeni bir duyuru yapmış. Bunun üzerine Basın Meslek Örgütleri Platformu (G-9 tabir ediliyormuş) konuyu incelemiş ve 11 maddelik bir açıklamada bulunmuş. Bildirinin tamamı makul talepler içeriyor. Önce akreditasyon meselesinin bütün dünyada nasıl uygulandığı anlatılıyor ve aynen şöyle deniliyor: ‘Akreditasyon uygulaması, bütün dünyada belli bir alanda uzmanlaşmış basın mensuplarının, uzmanlık alanlarıyla ilgili kurumlara girişini özel tanıtım kartıyla kolaylaştıran, dolayısıyla o alanda bilgiye kolay ulaşmasını sağlayan bir düzenlemedir.’ Daha sonra Başbakanlık’ın getirmek istediği sistem sorgulanarak ‘sansür’ eleştirisi yapılıyor.

İşin doğrusu, G-9’un cesaret dolu metni aydınlatıcı bilgiler içeriyor. Ne var ki bu ülkede akreditasyon adı altında yapılan haksız uygulamalar ilk defa yapılmıyor. 28 Şubat’ın anormal şartları altında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından uygulanan akreditasyon uygulaması halen devam ediyor. Hiçbir mantığı kalmamış, Türkiye’mizi ve başta ordumuz olmak üzere onun kurumlarını yıpratmaktan başka bir işe de yaramayan akreditasyon uygulamasına karşı G-9’un bir itirazının olduğu pek duyulmadı. Gerçi bildiride ima yoluyla ‘akreditasyon, başka kurumlarca da örtülü ya da açıktan sansür aracı olarak kullanılmaktadır’ denilmekte; ancak Başbakanlık’a karşı gösterilen demokratik tavrın -en azından mesleğin itibarı adına- başka kurumlara da gösterilmesi beklenir. Yoksa Platform’un inandırıcılık özelliği kalmaz ve dileyen dilediği gibi ‘sansür’ uygular.

Ekrem Dumanlı / Zaman
Yayın Tarihi : 17 Ekim 2005 Pazartesi 10:51:25
Güncelleme :18 Ekim 2005 Salı 12:00:40


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?