Kod adı: Türban-1
DAHA önce de söylemiştim, bir kez daha söylüyorum:
Yeryüzünün yemiş yutmuş bütün ordinaryüs profesörleri bir araya gelerek, düşünce tarihinin en alengirli cümleleriyle ciltlerce gerekçeler yazsalar dahi...
Beni, "Üniversite çağına gelmiş bir genç kızın hangi kıyafeti giyeceğine devlet karar verir" cümlesine ikna edemez.
Böyle bir şey aklıma yatmaz, vicdanıma sığmaz, insanlık anlayışıma uymaz...
"Genç kızlar üniversiteye türbanla girerse laiklik ilkesi zedelenir" cümlesi de benim açımdan ikna edici değildir...
Eğer bu cümleye ikna olursam, laiklik ilkesine yabancılaşırım... Laiklik ilkesinin gönlümde taht kurması söz konusu olamaz... Laiklik ilkesinin beni fethetmesi imkánsız hale gelir.
"Genç kızların üniversiteye türbanla girmesi teklif dahi edilemez" cümlesini de son söz olarak kabul edemem...
Eğer kabul edersem, kendimi fena halde yenilmiş sayarım... Vicdanımın örselendiğini düşünürüm...
* * *
Peki bu durumda bana düşen nedir?
Yatıp kalkıp, "Hukukun ırzına geçtiler", "Cüppeli darbe", "9 mu büyük, 411 mi?", "Sözün bittiği yer", "CHP artı yargı eşittir iktidar" diye başlıklar mı atacağım?
Tumturaklı sövgü sözcüklerini sıralayarak mı meseleyi halledeceğim?
Hayır! Hayır!
Böyle yapamam... Böyle yaparak bir yere varılabileceğini sanmıyorum...
Bir yere varmak için, önce buraya nasıl gelindiğini anlamaya çalışmak gerekir...
O halde "Nasıl gelindi buraya?" sorusuna yanıt arayalım...
Her şey 10 yıl öncesine kadar siyasal İslamcı oldukları tescilli bir heyetin, "Biz dönüştük / Ve her şey değişti" diyerek Türkiye'de tek başına iktidar olmasıyla başladı...
Önce bir iki kem küm edildi... "Acaba?" falan denildi... Sonra sular biraz olsun duruldu...
Çünkü "Heyet", birinci iktidar döneminde fevkalade dikkatliydi...
Kendilerine yönelik kuşkuları boşa çıkaracak, dönüşümlerinin samimiyetine ikna edecek bir rehabilitasyon süreci izliyorlardı... Bu yüzden önemli bir maraza çıkmadı...
* * *
Ama ne zaman ki...
Yüzde 47'nin mutlak bozan etkisinin altına girdiler, rehabilitasyon süreci bir tarafa bırakıldı... "Çankaya", fethedilecek bir merkez olarak görülmeye başlandı... YÖK Başkanlığı'na "kafa dengi" bir isim atandı... Aşırı mutlakiyetçi uygulamalar birbiri ardına gelmeye başladı...
Ve gömülen baltalar da ortaya çıkıverdi...
"Muhafazakárlaşıyor muyuz?" tartışması başladı... "AKP gerçekten merkeze geldi mi?" sorusu sorulmaya başladı...
Bütün bu tartışmalar karşısında...
Yüzde 47'nin bozan etkisi altında kalan iktidar, yandaşlarının da yol göstericiliğinde, olup bitenleri, "ordu", "yargı", "CHP", "yüzde 20", "burjuvazi" ve "bir kesim medya"nın komplosu ya da direnişi olarak algıladı, algılamayı tercih etti.
"10 yıl sonra Sezer'in atadığı üyelerden hiçbiri olmayacak... 10 yıl sonra Gül'ün atadığı üyeler devreye girecek... 10 yıl sonra işlem tamam..." havası estirdi...
Bunun üzerine...
Kendilerini memleketin sahibi gibi görenler, "Vay! Madem 10 yılımız kaldı... O zaman ona göre davranalım" demeye başladılar.
Eğip bükmeler, zorlamalar, yargının taraf olması, demokratikleşme umudunun azalması... Hepsi ama hepsi "10 yılımız kaldı" şeklindeki bir ruh halinin ürünüdür...
Cehenneme giden yollara kuşku taşları böyle döşendi...
* * *
Düşünün:
Çok kötü bir liderlik sergilemesine, Nazi subayı kılıklı Önder Sav türünden adamlarla yönetilmesine ve çok kötü bir muhalefet yapmasına rağmen...
Bu memlekette CHP, yüzde 20 oy almış... Bu az bir şey değildir.
"Ordu", "yargı", "burjuvazi" iktidara tavır almış durumda... Bu da az bir şey değildir...
Cepheleşme ortamlarında iktidara oy vermeyenlerin, "iktidar karşıtı" olarak konumlandırılması söz konusu olur... Bu da "Yüzde 53 size karşı" cümlesine tekabül eder... Yani... Ortada "Ayrıcalıklarından vazgeçemeyen bir avuç seçkin azınlık" diye izah edilemeyecek bir direniş cephesi var...
Peki bu cepheyi kim oluşturdu? Bu cephenin kendinden geçercesine motive olmasına kim katkı sağladı?
Kim sağlayacak? Tabii ki AKP...
Ve daha da kötüsü AKP, bu cepheyi hafife aldı, hafife almaya devam ediyor.
Diyeceksiniz ki: Hafife almasın da teslim mi olsun? Şapkayı alıp gitsin mi?
Hayır! Haşa! Tabii ki teslim olmasın... Benim söylediğim şudur:
Yüzde 47 oy almış bir iktidara karşı çok güçlü bir itiraz oluşuyorsa, iktidar bu itirazın mahiyetini ve kapsama alanını kavramak zorundadır.
Cepheyi genişleteceğine daraltması gerekir... "Bunlar bir avuç azınlık" demek, itirazın boyutunu fark edememek anlamına gelir...
İtiraz edenler sonuna kadar haksız da olabilir... Bir iktidar, bu haksız itirazlarla da baş edebilme becerisini sergilemek zorundadır... Şunu demek istiyorum:
Cepheyi daraltmak, iflah olmaz marjinaller dışındaki kesimleri ikna etmek, kuşku bulutlarını dağıtmak... Bunların yapılması gerekiyordu...
* * *
Bütün bunların ardından yazının başlığını, yani "Kod adı: Türban"ı anımsatarak, "Türban bu işin neresinde?" diye sorabilirsiniz.
Hadi ben de Hasan Cemal gibi yapıp, bu sorunun yanıtını yarınki yazıya bırakayım...
Kod adı: Türban-2
TÜRBAN, "rejim kavgası"nın bir sembolüdür...
Çünkü...
Siyasete kodlanmaya fazlasıyla müsaittir...
Parmağa sarılmaya acayip elverişlidir.
Somuttur... Görünürdür...
Üzerinden kolay muhalefet yapılır...
Yani...
Eğer yanıtlanması gereken soru, "Üniversite çağına gelmiş bir genç kız, mektebe giderken istediği kılığı giyebilmeli mi?" sorusundan ibaret olsaydı...
İşimiz gayet kolaydı...
Aklı başında, makul, başkalarının tercihlerine saygılı her uygar insan, "Ne demek... Tabii ki girebilmeli" diye yanıt verirdi...
Ama ne yazık ki...
Biz "türban tartışması" adı altında...
Başka bir tartışma yapıyoruz...
Yaptığımız tartışmanın adı: Rejim tartışmasıdır...
"Türban", bu tartışmanın kod adıdır...
* * *
Bir taraf, işbaşındaki siyasi heyetin 10 yıl içinde ülkeyi ve rejimi yörüngesinden çıkaracağına iman etmiş durumdadır...
İşbaşındaki heyet de, tavrıyla, duruşuyla, hevesiyle ve atılımıyla, bu imanı bırakın boşa çıkarmayı, daha da tahkim etmiş durumdadır...
Ve savaş başlamıştır...
"Türban" işte bu savaşın, en görünür ve en işe yarar malzemesidir...
Savaşın sembolüdür türban...
Dolayısıyla...
Savaş bitmeden, uzlaşma sağlanmadan, mücadele sona ermeden...
Yani...
"Türban"ın simgesel değeri önemini yitirmeden...
Türbanın özgürleşmesi mümkün olmayacaktır.
* * *
İşbaşındaki heyete diyoruz ki:
"Senden kuşku duyuyorlar."
Yanıt hazır:
"Kuşku duyanların sayısı kaç ki? Onlar bir avuç seçkinci... Ben yüzde 47 almışım."
Diyoruz ki:
"Sen yüzde 47’yi sert bir cepheleşmenin sarsılmaz bir parçası haline getirirsen, yüzde 53’ün de senden kuşku duyduğu söylenir... Böylece karşında bir avuç seçkinci azınlık değil büyük bir çoğunlukla yüz yüze kalırsın."
Bunun üzerine mesele başka bir noktaya kayıyor...
Diyorlar ki:
"Neden kuşku duyuyorlar? Ne yaptık ki?"
Biz de diyoruz ki:
"Sen 10 yıl öncesine kadar İslamcı siyasetin neferiydin... Baskılarla karşılaşınca ’değiştim’ diye ortaya çıktın... ’Değiştim’ demek, karşı tarafı ikna etmene yetmedi... Hep bir meşruiyet krizine sahip oldun... Üstelik bir de bastıramadığın fetihçi duygularını açığa çıkardın... Toplumu kutuplaştırdın... Ayrıştırdın... Birleştirici olamadın... Yönetemedin... Meşruiyet krizini daha da derinleştirdin."
Diyorlar ki:
"Biz ne yaparsak yapalım karşı tarafı ikna edemiyoruz..."
Biz de diyoruz ki:
"Karşındakilerin hepsi ruh hastası olsa dahi sorumluluk senin üzerindedir..."
* * *
Ben türbanlı kızların özgürce üniversiteye girmelerinden yanayım...
Ben AKP’nin gizli bir ajandası olduğuna zerre kadar inanmıyorum...
Ben Anayasa Mahkemesi’nin hukuki bir karar vermediğini düşünenlerdenim...
Ben hukukun bir tarafa bırakıldığını, bir rejim kavgası verildiğini görüyorum...
Ama durum böyle diye...
Her Allah’ın günü, "Kahrolsun Anayasa Mahkemesi / Yaşasın AKP’nin önderliğinde demokratik Türkiye" türküsünü çığıracak değilim...
Bu türküyü çığıranlar fazlasıyla mevcut...
Bu nedenle...
Ben "Yüzde 47 oy aldığı halde ülkeyi yönetme becerisinden yoksun olanlar" meselesini işlemeyi tercih ediyorum...
Aksi takdirde...
"Demokratik Türkiye" hayali de, türbanlı kızların özgürce üniversiteye girme hayali de en az 20 yıl ötelenecek...