19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Maço Ortadoğu/Murat Bardakçı/Hürriyet

Maço Ortadoğu’nun sınırlarını bir kadın çizmişti, bugün de kadınlar çiziyor... Hürriyet gazetesi köşe yazarı Murat Bardakçı'nın yazısı...

Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, hafta içerisinde Türkiye’yi de yakından ilgilendiren son derece önemli bir demeç verdi ve "Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi" dedi.

Rice’ın sözleri, bana bundan 85 sene önce aynı sözleri eden ve sadece konuşmakla kalmayıp söylediklerini hayata geçiren bir başka kadını, Gertrude Bell’i hatırlattı. 1868’de doğan ve 1926’da intihar eden Gertrude Bell, İngiliz istihbarat tarihinin en önemli isimlerindendi ve Ortadoğu’daki bugünkü sınırların büyük kısmı, 1920’li senelerde onun tarafından çizilmişti. Erkeklerin hákimiyetindeki maço Ortadoğu’nun sınırlarını bugün bir başka kadının, Condoleezza Rice’ın zorlamasına "mákus talih" mi, yoksa başka bir şey mi denir, bilmiyorum.

İSRAİL’in Lübnan operasyonu şiddetli bir şekilde devam ederken hafta içerisinde bölgeye giden Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice son zamanların belki de en önemli demecini verdi ve "Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi" dedi.

Rice’ın sözleri, bana bundan 85 sene önce aynı sözleri eden ve sadece konuşmakla kalmayıp söylediklerini hayata geçiren bir başka kadını, Gertrude Bell’i hatırlattı.

Çoğumuzun pek bilmediği Gertrude Bell’in, yahut tam adıyla Gertrude Margaret Lowthian Bell’in kim olduğunu ve ne işler yaptığını kısa bir şekilde söyleyeyim: İngiliz’dir, mesleği arkeologluktur, aynı zamanda tarihçi, bilgin sayılabilecek bir edebiyat uzmanı, en az yedi lisan konuşan bir dilci ve bütün bunların ötesinde de bir istihbaratçıdır ve asırlardan buyana erkeklerin egemenliğinde olan Ortadoğu’daki bugünkü sınırların büyük kısmı, 1920’li senelerde Gertrude Bell tarafından çizilmiştir.

Gertrude Bell’i, şimdi daha yakından tanıyalım:

1868’de İngiltere’de, Durham County’de doğdu. Safkan bir İngiliz aileden geliyordu ve annesi öldüğü zaman, dört yaşındaydı. Üvey annesi Florance zamanının meşhur bir ressamıydı, oyun da yazıyordu ve Gertrude’un iyi yetişmesi bu üvey annenin eseriydi.

ÜVEY ANNE DESTEĞİ

Kraliçe Viktorya zamanının sıkı kurallarına bağlı olan babasına göre, liseyi bitirmiş kızların üniversiteye gitmelerine lüzum yoktu, zira birer leydi olarak evlerinde oturmaları gerekirdi. Meslek sahibi olmak isteyen Gertrude’un üniversiteye gitmesini üvey annesi sağladı. Oxford’a girdi, tarih, coğrafya ve arkeoloji okudu ve Oxford’u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçti. 25 yaşına geldiğinde Fransızca, Almanca, Arapça, Farsça, Türkçe, Çince ve Japonca öğrenmiş; Ortadoğu’nun birçok bölgesini karış karış gezmişti ve İran’ın milli şairi Şirazlı Hafız’ın Divan’ını da İngilizce’ye çevirip yayınlamıştı.

O devirde İngiliz arkeologların, dilbilimcilerin ve eski Mısır uzmanlarının çoğu "ek iş" olarak İngiliz istihbarat servislerinde çalışırlardı. İngiliz istihbaratı, memleketin bu en önemli üniversitesini şeref páyesiyle bitiren genç kızla hemen temas kurup kadrosuna aldı. Gertrude Bell, mesleki faaliyetleri sırasında aynı zamanda "Majestelerinin Haberalma Örgütü" için çalışacak ve bu çalışması daha sonra resmi vazifesi olacaktı.

İyi bir istihbaratçının dünyayı gezip tanıması gerekiyordu ve iki defa dünya turu yaptı. Bir ara İran’a giden bir arkeoloji heyetine katıldı, 1899’da Arapça’sını geliştirmesi için Kudüs’e gönderildi ve o zamana kadar yapılmamış bir iş yaptı: Kudüs civarındaki Arap arkeolojik mekánlarının haritasını yayınladı. Bu yayınla artık önemli bir Ortadoğu arkeoloğu kabul edilmiş ve istihbaratçılıktaki kıymeti de artmıştı.

Gertrude Bell, 1902’den sonra defalarca Türkiye’ye geldi ve Anadolu’daki arkeolojik kazılara katıldı ama asıl önemli işlerini Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapacaktı.

Savaşın ilk aylarında, görevi Araplar’ın bize karşı başlattıkları isyanı genişletmek ve idare etmek olan Kahire’deki "Arap Bürosu"nda vazifelendirildi. Burada, Arap isyanının bizde daha ziyade hakkındaki tecavüz söylentileri ile tanınan baş aktörü "Arabistanlı Lawrence"ın patronu gibiydi.

Gertrude Bell, 1918’de Kahire’den Irak’a gönderildi, Bağdat ve Basra taraflarında "siyasi memur" olarak bulundu. 1920’de, artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak’taki İngiliz Yüksek Komisyonu’nun Ortadoğu Sekreteri idi ve Winston Churchill’in desteğini de sağlamıştı.

KRALI KENDİ SEÇTİ

Londra, Condoleezza Rice’ın bugün aklından geçeni o zaman yapıp Ortadoğu haritasına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini farkedince, işin bir kısmını halletmek Gertrude Bell’e düştü. 1921’de Kahire’de bir "Ortadoğu Konferansı" topladı ve Irak’ın sınırlarını işte bu toplantı sırasında kendi başına çizdi.

Sırada, yeni kurulan bu memleketin başına kimin geçeceği meselesi vardı ve Irak’ın ilk kralını da Gertrude Bell tayin etti: Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin’in oğlu olan ve daha önceleri Suriye tahtına çıkan ama Fransızlar tarafından kapıdışarı edilen Faysal’ı...

Irak artık İngiltere himayesinde bir devlet olmuştu ve ismi Arap dünyasında efsane hálini alan Gertrude Bell, siyasi kariyerini tamamladığını hissediyordu. Araplar arasında "Çölün Kızı" yahut "Irak’ın taçsız kraliçesi" diye biliniyordu ama niyeti asıl mesleği olan arkeolojiye dönmekti.

Hayatının geri kalan kısmını mesleğine verdi, Irak’ın ilk eski eserler genel müdürü oldu ve üç yıl gece-gündüz demeden çalışıp Bağdat’ta Mezopotamya medeniyetinin en önemli eski eser merkezlerinden biri olan bir müze kurdu. 2003’teki Amerikan işgali sırasında bir güzel yağmalanan müze, Gertrude Bell’in eseri olan işte bu müzeydi.

ÇÖLLERİN KRALİÇESİ

"Çöl Kraliçesi" hayallerini bir bir gerçekleştirmişti ama yapayalnızdı ve bunalımdaydı. 1926’nın 12 Haziran’ında uyuyabilmek için fazla miktarda sakinleştirici alıp yatağına girdi ama bir daha kalkamadı. Iraklılar, kendilerine bir memleket yaratmış olan Gertrude Bell için muazzam bir tören yaptılar ve cenazesini Bağdat’a defnettiler.

Gertrude Bell, mirasını Irak’ta bir "Arkeo-loji Enstitüsü" kurulması için bir vakfa bırakmış, seneler boyu çektiği fotoğraflardan ve binlerce belgeden meydana gelen arşivini de İngiltere’deki Newcastle Üniversitesi’ne bağışlamıştı. Vasiyeti hemen yerine getirildi. İstediği enstitü kuruldu, hatıraları yayınlandı ve babasına yazdığı binlerce mektupla onbinlerce belgeden oluşan arşivi de araştırmacıların hizmetine açıldı.

Bundan 85 sene önce bir kadın tarafından çizilen erkeklerin hákimiyetindeki maço Ortadoğu’nun sınırlarını bugün bir başka kadın, Condoleezza Rice zorluyor. Buna "mákus talih" mi, yoksa başka bir şey mi denir, bilmiyorum.

Nihayet bunu da gördük! 400 yıllık minyatürleri bile sansür ettiler

MİNYATÜR, klasik sanatlarımızın çok önemli bir parçasıdır. Tasvirin yasak kabul edildiği İslam ve Osmanlı dünyasında resmin yerini tutmuş ve geçmişin görüntüleri, bugünlere şimdi elyazması kitaplıklarında muhafaza edilen minyatür albümleri ve minyatürlü eserler sayesinde gelebilmiştir.

Türkiye’de geçtiğimiz günlerde yayıncılık ve sanat tarihi konusunda bugüne kadar rastlanmamış bir garabet yaşandı, 16. yüzyıldan kalan ve tarihi bakımdan son derece önem taşıyan bir minyatürlü eser, Ásafi Dal Mehmed Çelebi’nin "Şecáatnáme" isimli eseri tuhaf ve zavallı bir zihniyetin saldırısına uğrayıp sansür edildi.

"Şecáatnáme", 16. yüzyılın sonlarında yazılmış ve o devrin çok önemli kumandanlarından olan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın İran Seferi’ni anlatan minyatürlü bir eserdi. Çok güzel bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyordu ve "Çamlıca" isimli bir yayınevi, geçtiğimiz günlerde bu elyazması nüshasının tıpkıbasımını yayınladı.

Ama ne yayın! Bundan 400 küsur sene yapılmış minyatürler sansürlenmişti! Kadınların bulunduğu kimi çizimler bilgisayarla değiştirilmiş, hattá sadece kadın çizimleri değil, başka tarihi görüntüler bile tanınmaz hále getirilmiş, minyatürler baştan aşağı tahrip edilmiş, kesilmiş yahut alákasız ilávelere uğramıştı.

Meselá, orijinal yazmanın 67.b "varak" yani yaprak numaralı sayfasındaki minyatüre iki defa tecavüz edilmişti. Asıl minyatürde bir kadına sarılmış görünen Ádil Giray’ın yanındaki kadın yayında yokedilmiş, Ádil Giray güdük bir halde bırakılmıştı. Aynı sayfanın sağ üst köşesinde görünen sarılmış bir başka çift de teke indirilmiş ve yokedilen tabii ki, kadın olmuştu!

Sansür, bu tuhaf yayında sadece kadınlara değil, tarihi olaylara da tatbik edilmişti. Meselá, Bakü’de yakalanan bir casusun diri diri yakılmasını gösteren 123.b numaralı varaktaki minyatür de kesilip biçilmiş, ateşler yokedilmiş ve yerde oturan bir adamın kafasına tavayla vurulmasını andıran tuhaf bir görüntü ortaya çıkmıştı. Makaslamanın sebebi de, minyatürün bugün bazı çevrelerin her nedense övünme vesilesi haline getirip sık sık tekrarladıkları "İnsan yakmak Hristiyan dünyasında vardır, İslam’da yoktur" teránesine uymamasıydı. Binlerce Hurufi, sanki Fatih Sultan Mehmed’in emriyle Edirne’de yakılmamış gibi...

Bunlar, "Osmanlı tarihinin kaynaklarını yayınlama" iddiasıyla ortaya çıkan "Çamlıca" isimli yayınevinin Şecáatnáme’ye reva gördükleri zulmün sadece bir kısmı ve yayın, böyle daha birçok rezaletle dolu. Kitabın girişinde eser hakkında bir araştırması bulunan Prof. Dr. Abdülkadir Özcan’ın yaptığı vezin hataları ve böyle bir yayında isminin kullanılmasına izin vermesi de işin başka tarafı...

İşte "geçmişimiz", "hayat tarzımız" yahut "milli değerlerimiz" teránelerinin kültürümüzü getirdiği noktanın özeti: Dört asır önceki masum çizimlere bile tahammül gösteremeyen, bunları hazmedemeyip anlamayan ve koskoca bir imparatorluk kültürünü sığ bir "köy İslám’ı" şablonuna sıkıştırmaya çalışan zavallı bir zihniyet... Şairin dediği gibi "Gáh olur gurbet vatan, gáhi vatan gurbetlenir"!



Hürriyet
Yayın Tarihi : 30 Temmuz 2006 Pazar 13:44:15


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?