Diyarbakır'da bale kursuna giden miniklerle birlikte çektirdiğim bu fotoğrafın tarihi, 2002 yılı ekim ayı. O zaman Milliyet'te, daha sonra Kürtler isimli kitabımda yer alan bu fotoğrafın altında şunlar yazılıydı:
"Diyarbakır ya da normalleşmenin fotoğrafı..."
İyimserlik dolu günlerdi.
Güzel şeyler yazmaya başlamıştık, silahların sustuğu 2000'li yılların başında...
Geçmişe mazi mi derler yoksa?
Bilemiyorum.
Bir haftalık İsrail-Filistin gezisinden sonra gördüğüm Diyarbakır fotoğrafları o normalleşmenin fotoğrafları değil artık. 1990'ları anımsatıyor. Sanki birtakım hayalet eller yine o eski filmi vizyona sokma çabası içindeler...
Eski film! Öyle mi?
Öyleyse çok yazık!
Diyarbakır'da, Batman ya da Kızıltepe'de kimsenin o eski filmi seyretmek istediğini sanmıyorum. Büyük çoğunluğun aklı başında çünkü. Normalleşmeden yana ezici çoğunluk. İnsan gibi yaşamak istedikleri için öyle...
Çünkü şiddet ve terörden çok çektiler. İki ateş arasında yaşadıkları o uzun yıllarda çok ezildiler. Evlerinden barklarından oldular. Köylerinden zorla sürüldüler.
Yoksullaştılar.
Okulsuzlaştılar.
Çocukları dağa giden anaların yüreği hiç durmaksızın kanadı. Yatırımlar durdu. İşsizlik patladı. Aş ve iş konuşulmaz oldu. Geleceği karardı insanların.
Olağanüstü hal yönetimi, kırda olsun kentte olsun günlük yaşamı çekilmez kıldı. Demokrasi, insan hakları, hukuk mumla aranır hale geldi.
Kürtler biliyor o yılları...
Bir daha yaşamak mı? Hiç sanmıyorum. Sokaktaki sade vatandaş da, esnaf ve işadamı da, kırdaki köylü de, Kürt aydınları da o eski filmi bir daha seyretmek istemiyor.
Adım gibi biliyorum bunu.
Ezici çoğunluk, silahın bırakılmasını istiyor. Dağdaki çocuğunun yanına gelmesini arzuluyor. PKK'nın şiddet ve terör eylemleriyle bir yere gidilemeyeceğini çok iyi görüyor.
Bu böyle.
Ama bütün bu gerçeklere rağmen alacaksın molotofkokteyllerini ele, otobüslere fırlatacaksın, akşam vakti evlerine giden masum insanlar ölecek...
Süreceksin çocukları gösteri yapan kitlelerin önüne, onları canlı kalkan gibi kullanacaksın, kurşunlara hedef olup ölecek çocuklar... Dağıtacaksın molotofkokteyllerini öfkeli varoş çocuklarına, çarşıda anababa günleri yaratıp yakacaksın esnafı...
Şiddet bu. Terörün daniskası... Lanetlenmesi gereken eylemler...
Peki devlet ne yapacak? Kendi yurttaşların can ve mal güvenliğini korumak devletin görevi. Devlet bunun için var.
Şiddet ve terör karşısında devletin güvenlik güçleri elbette eli kolu bağlı oturmaz, oturamaz. Şehirde olsun, dağda olsun düzeni sağlamak, kendine silah çekeni etkisiz hale getirmek öncelikli anayasal görevidir devletin...
Bu bir genel ilke.
Ve bu genel ilkeyi bu devlet neredeyse bin yıldır uyguluyor. Uygulama bazen başarılı, bazen başarısız. Yanlışlardan bazen ders çıkarılıyor, bazen çıkarılmıyor.
1990'lı yılları biliyoruz.
PKK o dönemde askeri bakımdan yenildi. Apo 1999'da yakalandı, mahkûm oldu, İmralı'da yatıyor.
Ama her şey bitmedi.
Çünkü devletin doğrularının yanında, yanlışları da vardı. Bazıları büyük yanlışlardı. Bugün Diyarbakır'da, Batman ya da Kızıltepe'de, İstanbul'un Bağcılar semtinde normal olana aykırı yangın fotoğrafları görüyorsak, arkasında devletin bu yanlışlarının payı da var.
Onun için Diyarbakır Valisi Efkan Ala'nın Can Dündar'a söylediği şu sözleri önemsiyorum:
"Türkiye demokratik bir süreci yaşıyor. Avrupa Birliği süreci işliyor. Demokratikleşme atılımı tabana yayılmış, örgütü saldırganlaştırmıştır. Burada önemli olan, teröre bulaşmayanları ayırıp öbürlerini marjinal kılabilmektir. Eski alışkanlıklar zarar verir. Olağanüstü hal çözüm olsaydı, hâlâ bu sorunları yaşıyor olmazdık. Coptan başka enstrüman tanımayanların devri geçti." (Milliyet, 2 Nisan 06)
Evet, terör ve şiddete lanet olsun!
Bununla mücadele konusunda güvenlik güçleri elbette desteklenmeli. Ama aynı zamanda Diyarbakır Valisi Efkan Ala'nın belirttiği gibi, sorunun devletle ilgili bazı boyutları da göz ardı edilmemeli.
Yarın da bu konuya devam.
.
Yayın Tarihi :
4 Nisan 2006 Salı 11:24:22