17
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Oğuz Uçar'dan Can Dündar'a açık mektup

Sayın Dündar,

Hayranlarınızdan günde onlarca, yüzlerce mektup alıyor olmaktan belki çok yorgun düşmüş olabilirsiniz(!) Ancak, ne kadar yorgun olsanız da bu mektubumu okumanızı tavsiye ediyorum. Bu mektup biraz farklı. Bu defa size bir meslektaşınız yazıyor.

Gazetecilik mesleği, doğruları ve gerçekleri duyurmak adına insana ayrı bir sorumluluk yüklüyor biliyorsunuz. Bu mesleğin otoriteleri, basın özgürlüğü tarifini yaparken “Bu özgürlük gazeteciye tanınan özel bir özgürlük değil, halkın haber alma özgürlüğüdür” ifadesini kullanıyorlar. Yani meslek sahiplerinin gerçekleri kendi istekleri doğrultusunda saptırma ve gizleme hakkına sahip olmadığını kabul ediyorlar. Terörist bir ruha sahip olmayan gazeteci açısından da bu yaklaşımın kabul edilmemesi mümkün değil.

Can bey, benim adım Oğuz Uçar…

Hani şu sizin YAĞMURDAN SONRA isimli kitabınızın 23’ncü sayfasında anlatmaya çalıştığınız 11 Aralık 1983 Pazar günü Bolu Koru Otel’de, SODEP’in bölge toplantısını Hürriyet Haber Ajansı adına izlediği halde, sizin Milliyet Muhabiri olarak tanımlamaya çalıştığınız Oğuz Uçar. İşte o benim…

1979 yılında Son Havadis gazetesinde başlayan ve 1981 yılında Hürriyet Haber Ajansı çatısı altında “Kalemine daima efendi kalmak, uşak olmamaya gayret etmek” ilkesi ile bütünleşen sonra da 1986 yılında meslekte profesyonel olan Uçar.

İşte o günkü olayı en yakından yaşayan bu Oğuz Uçar, kitabınızda anlatmaya çalıştığınız olayın akışına ve Çetin Emeç konusunda ki görüşlerinize de hiç katılmıyor.

Hani bir söz vardır, “Güneş balçıkla sıvanmaz” derler. Hele hele bizim mesleğimizde gizlenen gerçekler, bilerek ya da bilmeyerek yapılan yanlışlıklar bir gün kişinin önüne çıkabilir. O günü bir de ben size hatırlatayım, ister misiniz?

Siz, o günkü toplantıya Hürriyet Gazetesi Ankara Bürosundan gelmiştiniz. Ben ise o gün Hürriyet Haber Ajansının yerel temsilcisi olarak oradaydım. Toplantı başladı. Partinin Genel Sekreteri rahmetli Durakoğlu ayakta konuşurken, siz yanınızda bulunan fotoğraf makineniz ile Durakoğlu’nun fotoğrafını çektiniz. Bir süre sonra da oradaki bazı gazetecilerle birlikte lobiye çıktınız.

Durakoğlu, konuşmasını ayakta sürdürürken, salonda bulunan partililere rahatsız olduğunu belirterek bu yüzden konuşmasını oturarak yapmak için izin istedi. Konuşmanın bitimine yakın, gazeteci olarak benim dışımda salonda kimse kalmamıştı…Ve Durakoğlu fenalaştı. Partili arkadaşları onu kucaklayıp süratle oteldeki odasına taşıdılar. Salonda kalan tek gazeteci olmanın avantajı ile Durakoğlu’nun odasına girebildim. (Eğer, BENİM DIŞIMDA başka gazeteciler de olsaydı, herhalde onlarda odaya girmek isteyecekler ve hep birlikte kapının önüne konuluverecektik.)

Ancak ben sizin kendinize yakıştırdığınız şekliyle orada terörist ruhla değil, sadece gazeteci olarak bulunduğum için kimseyi rahatsız etmedim. Bir insanı hayata döndürmeye çalışanlara kesinlikle engel de olmadım. Benim orada oluşum, fotoğraf çekişim yapılmakta olan tıbbi müdahaleyi engellemediği için içeriden de hiçbir uyarı almadım. Ancak, rahmetli Durakoğlu’nun hayata gözlerini yummasına elbette üzüldüm.

Ama “Yağmurdan Sonra” isimli kitabınızın o bölümünde o günü şöyle anlatıyorsunuz;

“Henüz çiçeği burnunda bir gazeteciydim. Hürriyet’de çalışıyordum. 1983 yılıydı. Bir Pazar günüydü. SODEP diye bir parti vardı. Bolu’da bir toplantı yapacaklardı. Sıradan bir haberdi. Beni gönderdiler.

Partinin Genel Sekreteri Ahmet Durakoğlu’ydu. Kürsüde konuşurken aniden fenalaştı. Hemen alıp bir odaya yatırdılar. Biz kapının önünde toplaştık. Durumu ağırdı. Kapı aralığından kalbine masaj yapıldığını görüyorduk. Nefes alamıyordu.

Tam o sırada Milliyet muhabirinin odaya süzülüverdiğini gördüm. Durakoğlu içerde can çekişiyordu. Havaya ihtiyacı vardı., ama ne gam.. Halkın da habere ihtiyacı vardı. Halk elbette bir politikacının son nefesini nasıl verdiğini görmek isterdi. Halk bayılırdı böyle hikayelere…

Bu laflar hep kulağımdaydı. Daha da önemlisi Milliyet girmişti. Ben giremezsem kovulurdum. Ertesi gün Milliyet’de o fotoğraf çıkarsa Çetin Emeç (bizim örgüt lideri) beni öldürürdü. Ben de çekmeliydim. Gözümü kararttım. Odaya süzüldüm. Fotoğraf makineni doğrulttum. İki üç kez bastım. Çıktım. Başarmıştım… İşte halk, bir kez daha haber alma hakkına kavuşmuştu istedikleri fotoğrafı görebileceklerdi.

Ahmet Durakoğlu birkaç dakika sonra can verdi. Hemen en yakın telefon kulübesine koştum. (Bugün yazarken bile utanıyorum.) Haberi verdim. “Son anında fotoğrafını çektim” dedim. Örgüt ayağa kalktı. “Hemen bir taksiye atla. Getir” dediler. Bolu’dan bindiğim takside filmi avucumda sıkı sıkı tutuyordum. Başarmıştım işte… İstanbul’da Çetin Emeç karşıladı beni. Kutladı. Ertesi gün, haber Politikacının Ölümü başlığıyla manşet oldu. Tabii benim fotoğraf da papuç kadar yerleşmişti sayfaya. Ödül aldım o fotoğrafla… Herkes tebrik etti…

Sonra ertesi gün aklım başıma geldi. Cenazede ailesini gördüm Durakoğlu’nun… İçim cız etti ve birden korkunç bir endişe yüreğime yerleşiverdi: “Acaba içeri girmesem yaşar mıydı? Acaba o birkaç saniyede benim çaldığım nefes, onu yaşatmaya yeter miydi? Acaba onu ben mi öldürmüştüm?”

İlk sorulardan sonra, bu benim için bir kabusa dönüştü. Uzun süre geceleri uyuyamadım. Dönüp dönüp gazeteye bakıyor, kendime lanet ediyordum. Tabii beni böyle koşullandıran Örgüte de… Çetin Emeç, o gün fotoğrafları yüzüme fırlatıp, “ Bir insan son nefesini verirken, senin ne işin vardı odada? Bir insanı son nefesinde bile rahat bırakmamayı gazetecilik mi sanıyorsun?” dese belki gazete o gün o kadar tiraj yapmazdı, ama kuşkusuz hepimiz bugün farklı bir konumda olurduk.

Bıraktım muhabirliği… Gececi oldum. Üniversiteye sığındım. Yine de o uğursuz haber, yıllar yılı bırakmadı peşimi…

Ama biraz pahalı da olsa artık öğrendim; hiçbir haberin insan hayatı, insan onuru kadar değerli olmadığını…

Bir daha hiç kimse bana, hangi gerekçeyle olursa olsun insana rağmen bir haber yaptıramaz.

Yıllar sonra başta Durakoğlu ailesi olmak üzere herkesten özür diliyorum.

Ben uğraştım. Tedavi oldum.

Darısı diğer terörist arkadaşların başına…”

Bu satırlar, edebiyat açısından çok güzel. İnsani duygular ön plana çıkarıldığı için de epey prim yapar. O olayı bizzat yaşamasam inanın böyle düşünürüm…

Ama şimdi size soruyorum;

1- Rahmetli Durakoğlu’nun odaya taşınmasını gerçekten gördünüz mü? Kalp masajı yapılırken kapı ne kadar açıktı? Sizce o kapıyı “Milliyet muhabirinin” girmesi için mi açık bırakmışlardı? O sırada siz niye içeri süzülüvermediniz? Ben sizi o anda neden görmedim?

2- Hürriyet Gazetesinin 12 Aralık 1983 tarihli birinci sayfasında “Politikacı’nın Ölümü” sürmanşeti ile birlikte yayınlanan iki fotoğraftan hangisi size aitti? Durakoğlu’nun son anını gösteren renkli fotoğrafı gerçekten siz mi çektiniz?

3- Çektiğinizi sandığınız görüntülerle İstanbul’a bir taksi ile gittiğinizi yazıyorsunuz. Sizdeki karelerden o birinci sayfadaki fotoğraf çıkmayınca neler hissettiniz? Ertesi gün sizin sandığınız o fotoğrafın altında Oğuz Uçar ismini görünce ne düşündünüz? Sizce Çetin Emeç ile birlikte o günkü gazete yönetimi Bolu’daki yerel muhabiri olarak bana jest mi yaptı?

4- Benim o gün için Milliyet adına çalıştığımı ve çekmiş olduğum görüntüleri Hürriyet’e sattığımı mı düşünüyorsunuz? O filmi İstanbul’a götürmek üzere benden istediğinizi ve size vermediğimi unuttunuz mu?

5- Çekmediğiniz o fotoğraf ile gerçekten ödül aldınız mı? Eğer bu dediğiniz doğru ise verilen ödülü nasıl kabul edebildiniz? Peki ya, size gönderdiğim haber kupürlerine karşı ne diyorsunuz?

6- Sizdeki gazetede yoksa her iki fotoğraf altında “Can Dündar” imzası mı var? Hakikaten bu doğruysa o kupürü de ben görmek isterim…

Kitabınızın o bölümünde aklımda şunlar kaldı.

“Terörist duygular (!)”

“Tedavi olmak (!)”


…Ve gerçekleri gizlemek!

Ne kötü değil mi?

Şimdi bende bir kitap hazırlığındayım. Adını daha düşünmedim, sizce ne olsun?

Oğuz UÇAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OĞUZ UÇAR
Yayın Tarihi : 5 Nisan 2004 Pazartesi 11:16:33
Güncelleme :7 Nisan 2004 Çarşamba 21:16:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Serkan Coltekin IP: 89.137.228.xxx Tarih : 17.06.2007 22:41:51
Evet ben de duymustum bunu. Oguz Ucar tanidigim kadariyla mert durust bir gazeteci sadece milliyetci oldugu icin AYDIN sifatini alamamis ama sorun degil. Boyle degerlerimize sahip cikmamiz gerekirken biz eziyoruz. Can bey ise simdi NTV ekranlarindan siritiyor bizlere...