19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Ertuğrul Faciasının Bilinmeyen Öyküsü - Onur Ataoğlu

 
Biraz tarih, Turkiye-Japonya 


ERTUĞRUL ve OSMAN isimlerinin, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kuruluşunda ne kadar önemli rolü
oldugu bilinse de, İmparatorluğun çöküşünde de büyük
bir dönüm noktası oldukları az bilinen bir hikayedir.
1887 yılında, Japon İmparatoru Meiji'nin yeğeni Prens
Akihito Komatsu, bir Avrupa gezisi dönüşünde
İstanbul'da II. Abdülhamit'i ziyaret eder. Japonya,
shogün döneminde yaklaşık 300 sene dünyaya kapalı
kaldıktan sonra, İmparator Meiji ile dünyaya açılmaya
başlamış, gözünü açar açmaz karşısında bulduğu ABD,
İngiltere, Çin ve Rusya dışındaki ülkeleri de tanımak
istemektedir. (seyretmedim ama, The last Samurai
filminin o dönemi iyi yansıttığı söyleniyor.)

II. Abdulhamit, bu ziyarete karşılık vermek
istemektedir. O dönemde hızla güçlenen Japonya ile iyi
ilişkiler kurulması, iki İmparatorluğun da ortak
tehtidi Rusya'ya iyi bir gözdağı verecektir. Nitekim
Japonya, birkaç sene sonra bir deniz savaşında Rus
donanmasını perişan etmiş, bu zafer 50 yil sürecek
Asya'daki Japon emperyalizminin (ve vahşetinin) gaza
getiricisi olmuştur.

Ancaaak, bu ziyaretin ikinci bir gündem maddesi daha
vardır. Daha önceleri Rusyaya karşı bir müttefik
sayilabilecek İngiltere, birkaç yil önce Mısır'ı işgal
etmiş, Arapları da Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya
başlamıştır. Hilafeti, Osmanlı'nın zorla Araplardan
aldığını, ve Müslüman dünyasının Osmanlı hilafetini
kabul etmemesi gerektiğini öne sürmektedir.

Garp cephesinde kaybetmesi kesin görünen Osmanlı için
Abdulhamit'in kafasında bir çıkış planı vardır;
Asya'da kök salan İngiliz İmparatorluğu'nun idaresi
altındaki Müslüman toplumlarında bir nabız yoklamak,
İslam dünyasının sadece Araplardan ibaret olmadığını,
Asya'daki Müslümanların da İngiliz sömürgesindense,
Osmanlı hilafetini benimseyebileceğini göstermek.

Bu amaç için, Japonya'ya bir "iade-yi ziyaret" heyeti
göndermek cok iyi bir fikirdir. Japonya ile ilişkiler
kuvvetlendirilirken, geminin yolda ikmal için
uğrayacağı Müslüman limanlardaki atmosfer,
İmparatorluğun geleceği için önemli bir gösterge
olacaktır.

Sıra, geminin ve heyetin seçimine gelmiştir. İlk akla
gelen seçenekler, yeni yapilmış, modern ve zirhli
gemilerdir. Ancak, sadece kömürle yol alacak böyle bir
geminin Japonya yolculuğu cok masraflı olacaktır ve
Hazinede kuruş para olmadığı gibi, günümüzde halen
devam eden tasarruf tedbirleri uygulanmaktadır.

Osmanlı, o dönemde Dolmabahçe Sarayı’nı
yaptırabilirken, İmparatorluğun belki de tek kurtuluş
şansı olan bir misyon için parayı kısmaktadır. Bu
görev için, 30 yıllık, sadece iç denizlerde
yüzebilecek, hem kömür hem de yelken donanımı olan
ERTUĞRUL fırkateyni seçilir. Bir iddia da, %100 yerli
yapımı olduğu için bu geminin seçildiğidir; ancak
geminin okyanuslar aşmaya mecali olmadığı alenen
bellidir.

Nitekim, geminin başçarkçısı, Ertuğrul'un makina ve
kazan donanımının böyle bir seyehati kaldıramayacaığını
rapor etmiştir. Rapora sinirlenen Bahriye Nazırı,
çarkçıbaşıya "haritada kendine bir yer beğen"
diyememiştir, çünkü harita her gün değişmekte ve
küçülmektedir. Ama vatandas, bu görevinden alınıp
adalara işleyen bir yandan çarklı vapura çarkçıbaşı
atanmıştır. Nazır ise, geminin komutanlığına ve
Abdulhamit'i temsil edecek heyetin başkanlığına kendi
damadı Albay Osman Bey'i atayarak, gemiye güvenini
göstermiştir. Gemi kaptanlığına da Hint Okyanusu
tecrübesi olan Süvari Ali Bey getirilmiştir.

Gemiye, İmparator Meiji'ye sunulacak hediyeler ile
birlikte, o dönem Bahriye Mektebi'nin (Deniz Harp
Okulu) en iyi mezunları da bindirilmiş, böylece uzun
seyir tecrübesi kazanmalari amaclanmıştir. Gemiye cogu
marangoz ustasi yaklasik 500 tayfa verilmiş, yol
boyunca çürümesi beklenen tahtaları degistirerek,
yamayarak gemiyi desteklemeleri istenmiştir.

Gemi, bu sekilde 1889 Temmuz'unda yola çıkmıştır.
Gemiye çok az bir kömür tahsisati verilmıi, sadece
limanlara girip çıkarken görüntüyü kurtarmak için
buhar kullanılması, açık denizde yelken açılması
emredilmiştir. Gemi bu şekilde birkaç küçük kaza ile
Suveys kanalini gecmiş, Aden'de bir mola verdikten
sonra Bombay'a doğru yelken açmıştır.

Geminin yolculuğunu en dikkatle takip edenler ise, tek
amacın Japon İmparatoru'na hediyeler vermek olmadığını
bilen İngilizlerdir. Ancak, usta denizci İngilizlerin
bir bakıma gönlü ferahtır, cunku Ertuğrul’un
batacağından yana kuşkuları yoktur. İngiliz
denizcileri arasında açılan bahisler, geminin en fazla
hangi limana kadar dayanabileceği üzerinedir; bazıları
ise, geminin Japonya'ya varabileceğini, ancak dönuşü
tamamlayamayacağını iddia etmektedir.

Ertuğrul, 1889 Ekiminde İngiliz sömürgesi altında,
ancak nüfusunun yarısı Müslüman olan Bombay'a ulaşır.
Ertuğrul'un Hindistan'a geleceği, Müslüman toplum
arasında bir efsane gibi yayılmıştır ve Lahor'dan,
Delhi'den, Haydarabad'dan onbinlerce Müslüman Bombay'a
akın eder. Gemi limanda ziyarete açılır ve bir hafta
içinde 150,000 kisi gemiyi ziyaret eder ki, aralarında
Müslüman olmayan, ama İngilizlerden illallah etmiş
mihraceler de vardır.

Gemi yoluna devam edip Kasımda Seylan'in başkenti
Kolombo'ya ulaşır. Yolda çeşitli yerlerinden su almaya
başlasa da, ziftli bezler ve kalaslarla durum idare
edilir. Gemi, bir cuma sabahı Kolombo'ya varır ve
mürettebat cuma namazını kılmak için topluca gemiden
inince halkta müthiş bir coşku uyanır. Seylan Genel
Valisi, 300.000 nüfusu olan Kolombo'da 200,000 kişinin
gemiyi ziyaret etmek istediğini söyler. İzdiham
şeklindeki halk ziyaretlerinin gemiyi yıprattığı
bilinse de, ses çıkarılmaz.

Gemi buradan yola çıkıp Kasım sonlarında yine bir cuma
günü Singapur limanına varır. Singapur'da gemiyi,
Osmanlı sancaklarıyla donanmış küçük tekneler halife
lehine sloganlar atarak karşılar. Singapur
yakınlarındaki ufak Müslüman devletciklerinden olduğu
kadar, CinHindinden, Sumatra'dan, Java'dan gelerek
toplanan Müslümanlar, cuma namazını halifenin memuru
olan gemi imamının kıldırmasını isterler. Ertuğrul ve
komutanı Osman Bey, umduğunun ötesinde olumlu
sinyaller almaya başlamış, Singapur'a gelen bir
telgraf ile Osman Bey tuğamiralliğe terfi
ettirilmıştir.

Ancak, uzayan seyahat sonucu harcırah tükenmiş,
İmparatorluk Galata Bankeri Ohannes efendiye rica
minnet, Singapur’a 2000 altın göndertmiştir. (Bu para
havale ile mi gitti, EFT ile mi, internet bankacılığı
mi, zamanın tekniklerini bilen varsa yazsın.) Gemi
birçok onarımdan daha geçmiş, güverte tahtaları
degismiş, ite kaka ayakta durmaktadır. Ertuğrul, Nisan
başında Saygon'a ulasmış, burada da Çin Müslümanlar tarafından karşılanmıştır. Daha sonra Hong Kong'a
giden gemi ve heyet, Çin Deniz Kuvvetleri yetkilileri
ile tanışarak temaslarda bulunmuştur.

Temaslar sırasında, Çinliler’den gemideki fare problemi
için yeni teknikler ögrenilmiştir. Kedilerle çözülmeye
çalışılan sorun, farelerin girdiği deliklere
girememeleri ve uzun süre toprağa ayak basmadıklarında
denize atlayip intihar etmelerinden dolayı
sonuçlanmamıştir. Bunun üzerine gemide un ve alçı
karışım, yem olarak kullanılmaya başlanmış. Yanına
ufak bir kap da su konulunca, unlu alçıyı yiyen fareyi
hararet basıyor, suyu içince de alçı midesinde donup,
hayvani öldürüyor, ölüsünün de kokmasını önlüyormuş,
ama fareler bu tuzağı ögrenmişler. Çinliler ise, 5-10
adet güçlü fare yakalıyorlar, bunları hapsedip sadece
su veriyorlarmış. 3-5 gün açlığa dayanan fareler
birbirlerini yemeye başlıyorlar ve on gün sonra sadece
yamyamlığa alışmış 2-3 fare hayatta kalıyormuş. Bu
yamyam fareler serbest kalınca hemcinslerini
yiyiyorlar, kaçabilenler denize atlıyormuş.

Fareleri de alteden Ertuğrul, Hong Kong'dan
Nagasaki'ye ulasmış, yola çıktıktan 11 ay sonra da
Yokohama limanına varmış. Limanda gemiyi, Abdülhamit'i
ziyaret eden Prens Komatsu'nun temsilcisi karşılamış.

O günlerde halen yabancıların Japonya içinde dolaşması
serbest olmadığından, Yokohama'da kendilerine tahsis
edilen yere yerleşmişler.

Birkaç gün sonra komutan Osman Bey, kaptan Ali Bey ve
üst düzey heyet, İmparatoru ziyaret amacıyla Tokyo'ya
götürülmüşler. 12 Haziran için planlanan ziyaret, son
anda bir gün sonraya ertelenince, heyet 12 Haziran
gününü Tokyo'da ücüncüsü düzenlenen Endüstri Fuarını
gezerek geçirmişler.

Sene 1890, ve o günün Japon gazetelerine göre,
İmparatorluk tarafından 500,000 Japon Yeni bütce
ayrılan ve 1,5 hektarlık bir alana kurulan bu Sanayi
Fuarındaki tüm standları gezmek 16 Millik bir yürüme
gerektirmekteymiş. Nisan başından beri açık olmasına
rağmen, fuarın günlük ziyaretçi sayısı 10,000'in
altına inmemekteymış. Gosterişli kıyafetleri, kibar ve
saygılı tavırları ve içki içmemeleri (ki, o zamanın
Japonyasi için çok acaip bir durum) ile ilgi toplayan
heyetin fuar ziyareti, zamanın Japon basınında büyük
yer almış.

Osman Beyin ertesi günkü saray ziyareti ve resmi
temaslari da cok başarılı geçmiş ve Osman Bey,
İmparator, Prensler ve Savaş Bakanı ile görüşmüş (o
zamanlar, ismi harbi harbi savaş bakanı imiş, simdiki
gibi savunma bakanı diye kıvırmıyorlarmış.). Arkasından
gelen resmi davetler, yemekler, balolar cok iyi gecmış
ve Japonya'daki Osmanlı heyeti ülkenin ileri
gelenlerinin, soylu ailelerin, sosyetenin ilgi odağı
olmuş. İlhan Mansız kadar sükse yapan Osmanlı heyeti
davet tekliflerine yetişemez bir şekilde, 2-3 haftayı
Tokyo'da geçirmişler ki, ilk kez kameralara "maraba
televole" dedikleri rivayet olunur.

1890 Japonyasında, günümüz Türkiyesinin çok ötesinde
bir Sanayi Fuarına şahit olan Osmanlı heyeti, 1 Temmuz
1890 tarihinde ilginç bir gelişmeye daha tanıklık
etmişler. Bu tarihte Japonya, İngilizlerin yorumlarına
göre, Japonya'daki ilk, Asya kıtasındakı ikinci
demokratik seçimleri gerçeklestirmiş. Asya'daki ilk
demokratik seçim (veya seçim denemesi) ise, 1876
yılında konuk heyetin ülkesi Osmanlı İmparatorluğu’nda
gercekleşmiş. Her ne kadar seçilmiş hükümetin
yetkileri cok kisitli olsa da, Japonya bu seçimi
başarı ile atlatmış, hiçbir çöplükten oy pusulaları çıkmamıştır.

Daha sonra Yokohama'ya dönen heyet günlerini
İngilizlerin ve diğer yabancıların da bulunduğu
Yokohama'da çesitli sosyal faaliyetler ve japon
donanması yetkilileri ile görüşmelerle geçirmiş.
Japonların savaş gemisi ve silahlarindaki
teknolojilerine hayran kalan Osman Bey ve Ali Bey, bazı
siparişlerde bile bulunmuşlar.

Temmuz ayında, birkaç hafta sonra yaşanacak trajedinin
jenerikleri belirmeye başlamış. Tayfalardan birisi
koleraya yakalanarak hayatını kaybetmiş; Japonya'da
kolera görülmediği için gemi hemen kontrole alınmış ve
cesedin yakılması istenmış. Osman Bey, dinen cesedin
yakılamayacağını, gömülmesi gerektiğini, ama denize de
defnedebileceklerini söylemiş. Japon yetkililer,
cesedin ancak körfez dışında denize atılmasını kabul
etmişler. Nitekim, tayfanın cesedi Yokohama körfezinin
dışında denize atılmış, ancak olay Japon balıkçılar
tarafından ögrenilmiş ve büyük bir infiale sebep
olmuş. Osmanlı heyeti lehinde esen olumlu rüzgar
birden tersine dönmüş, üstüne üstlük balık fiyatları
keskin bir düşüş yasamış, borsalar alt üst olmuş,
faizler fırlamış. Yokohama balık piyasasını sarsan
kolera vakası, gemide yayılıp 36 kişi daha
hastalanınca, gemi uzak bir bölgede karantinaya
alınmış, ama salgının önü alınana kadar da 12 denizci
şehit olmuş ve cesetleri yakılmış.

Bu arada, kolera salgını yüzünden, Yokosuka'da bulunan
tersaneler (bugün ABD Donanmasının üssü) Ertuğrul'un
dönmeden önceki tamirat istemini reddetmişler. İş başa
düsünce, gemideki marangozlar var gücleriyle tamirata
girismişler ve Eylülde gemi sefere hazır hale gelmiş,
hazırdan ne kastedildiği meçhul..

Ancak Eylül, Japonya ve civarında tayfun dönemidir.
Osman Bey, bu konuda uyarılar aldıysa da, kolera
salgınının moral bozukluğu, "harcırah"ın dibini
bulmaları ve dönüş yolunda kendilerini bekleyen misyon
yüzünden denize açılma kararı almış. Nitekim,
açıldıktan iki gün sonra tayfuna yakalanan gemi,
Oshima adasındaki Kashinozaki deniz fenerinin
açıklarında, 19 eylül 1890 sabaha karşı, kayalıklara
çarparak parçalanmıştır.

Kashinozaki deniz fenerindeki Japon balıkçılar,
tayfunun gürültüsünden uyumaya çalışırken, kapıları
çalinir. Karşılarında bitkin, bıyıklı ve yuvarlak
gözlü varlıklar, "hey, dünyalı, biz dostuz" gibi bir
ifade ile durmaktadırlar. Civardaki tüm Japon köyleri
seferber olur, ve o fırtınada büyük bir arama kurtarma
çalışması başlatırlar. Bu dilini bilmedikleri
insanlardan sadece 69 tanesini sağ salim
kurtarabilirler, Osman Bey ve Ali Bey'in de aralarında
bulunduğu 500 küsurunun ise ancak cesetlerini denizden
toplayabilirler.

Yaralıların tedavisi ve bakımı için Japon köylülerin
gösterdiği caba göz yaşartıcıdır; fakir balıkçılar,
tayfun sezonunda avlanamayacakları için stokladıkları
balık ve tavukları kazazedelere verirler. Olay
Tokyo'da duyulur duyulmaz da, İmparator Meiji
gemilerinden birini hemen olay yerine gönderir, bu
gemi hem köye doktor, hemşire ve yiyecek getirir, hem
de ceset arama çalışmalarına yardım eder. Sonuçta, 500
küsür Türk denizcisi, Japonya'da yasanmış en büyük
deniz facialarından birinin kurbani olarak, Kushimoto
yakınlarındaki bir şehitlikte yatmaktadır. Japonya'da
bile bir şehitligimiz olabilecegi kaçınızın aklına
gelirdi?

Büyük bir trajedi, aynı zamanda iki halkin arasındaki
dostluğun temelini de atmıştir. İmparator Meiji,
kazadan kurtulanları, hediyelerle beraber iki
kruvazörünü tahsis ederek İstanbul'a gönderir.
Abdulhamit'e de hediyeler getiren bu kruvazörler bir
ay İstanbul'da kalır.

Trajediden cok etkilenen bir Japon, Torajiro Yamada,
cesitli gazetelerin de yardım ettiği bir kampanya ile
halktan topladigi yardımlari İstanbul'da kazazedelerin
ailelerine verir. Herhangi bir afette Türkiye'ye ilk
yardım eden ülke olan Japonlar, bu adetlerini 100
küsür sene önce başlatmışlar. Kobe'de yaşayan
tanıştığım bir Japon, Marmara depremini duyar duymaz
o günün sabahı bankaya yardım bağışlamaya gittiğini
anlatmışti, henüz Türk bankalar kampanya başlatmadan..
Bunu kafanıza kakmak için söylemiyorlar, sadece damdan
düşenin halinden, en iyi damdan düşenlerin anlayacagını
vurguluyorlar.

Yamada, hazır gelmişken 22 sene İstanbul'da kalarak,
Japon kültürünü tanıtmaya, iki ülke ilişkilerini
geliştirmeye calisir. Abdülhamit tarafından bazı
subaylara Japonca ögretmesi de istenen Yamada,
Beyoglu'nda ilk Japon hediyelik esya dükkanının da
ortaklarından olmuş; ancak sosyeteyi suşhiye alıştıran
Yamada midir, o konuda bilgi bulamadim...

Zamanına göre, stratejik bir öngörü ve misyon ile yola
çıkan Ertuğrul, hic bir amacına ulaşamadı. Göz göre
göre yapilan basit hatalar sonucu, Ertuğrul gemisi
tarihin en büyük denizcilik facialarından birisinde
başrol oynadı ve sadece iki ülke arasında sıcak, aynı
zamanda hüzünlü bir dostluğun başlamasına neden oldu.

Herhalde bu acemice kaza, Osmanlı'yı Japonya gözünde
güvenilir bir müttefik olmaktan uzaklaştırdı.

Bombay'da, Singapur'da, Kolombo'da Müslüman halk ise,
boşu boşuna Ertuğrul'un dönerken limanlarını ziyaret
etmesini, İslam halifesinin görevlendirdigi imamın
arkasında namaz kılmayı beklediler; İngilizler derin
bir "oh" cekerken, "gidişi olur, dönüşü olamaz" diyen
bahisciler ceplerini doldurdu.

Vel hasil kelam, ERTUĞRUL battı, OSMAN Bey şehit oldu,
ve Osmanlı İmparatorluğu'nu kuran iki isim, Hilal
İmparatorluğunun kurtuluşu için çalışırken, Güneş
İmparatorluğunun sularına gömüldü.

Gemi Kaptani Ali Bey de şehitler arasındaydı;
kurtulanların söylediğine göre, geminin batacağını çok
önceden anlamış, sadece törenlerde giydiği sirmali
elbisesini kefen olarak üstüne geçirmişti. Ancak, Ali
Bey'in torunu, İmparatorluğun olmasa da, yeni kurulan
genc Cumhuriyetin güçlenmesi için çalışmayı
sürdürecek, önemli misyonlar üstlenmeye devam edecek,
ne yazık ki cağdaş projeleri, bir bakıma dedesinin
yolculuğunun kaderini paylaşarak, bağnazlığın sularına
gömülecekti.

Kaptan Ali Bey, kızı Neyyire'yi 3 yaşındayken son kez
kucaklayıp İstanbul'dan yola çıkmıştı. Belki de kızına
Japonya'dan tamaguchi veya pokemon getiriyordu, kim
bilir, ancak kızını bir daha göremedi. Neyyire ise
babasını unutmamış olmali ki, oğluna da Ali ismini
koydu. Ali de büyüyünce dedesi gibi devlette kilit
görevler üstlendi, onun da bir oğlu oldu ve oğlu
ileride babası için şu şiiri yazdı;

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpi bacaklariyla-Ha düstü, ha düşecek...
Nasıl koşarsa ardından bir devin,

O Çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici hep, hep acele işi !
Cağın en güzel gözlü maarif müfettişi,

Atlastan bakardım, nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım, hasta oldum mu,
40'i gecerse ateş, çağırırlar İstanbul'a.

Bir helallaşmak ister elbet, di'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin

Koştururken ardından o uçmaktaki devin.
Daha başka tür aşklar; geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babami sevdim.

Bu şiirde kastedilen baba, Kaptan Ali Bey'in torunu,
Köy Enstitüleri’ni kuran Milli Egitim Bakani Hasan Ali
Yücel, şiiri yazan torunun oğlu da, Can Yücel'dir.
Hasan Ali Yücel dedesini tanısa ona bir şiir yazar
mıydı?

Japonya'da beni şaşırtan bir nokta, Ertuğrul trajedisi
hakkında, sandığımdan daha fazla Japonun haberdar
olmasıydı. Türkiye'de bu konuyu bilen az sayıda insan
varken, Japonlar bu tarihi hikayeyi iyi biliyorlardı.
Ne zaman az cok Türkiyeyi bilen bir Japonla tanışsam
ve laf lafı açsa, konu Ertuğrul fırkateynine gelir,
hüzünlü olsa da iki millet arasındaki dostluğu
başlatan olay yadedilir ve ben Türk ulusu adına,
tanıştığım Japona minnetlerimi iletirim.

Bu durumda Japonlar genellikle gurur ile karışık bir
tevazu ile (cümlede paradoks yoktur, çünkü Japonya,
en basit tanımıyla, bir keskin çelişkiler ülkesidir)
gözlerini sizden kaçırır ve 1985 yılında
vatandaşlarını kurtardığımız olayı hatırlatarak
minnetlerini belirtir.

1985, İran-Irak savaşi sürerken, bir gün Saddam'in
aklina eser (o günlerde henüz magaralarda W. Bush'tan
saklanmamaktadir) ve 24 saat sonra Tahran hava
sahasınin sivil uçaklar için dahi güvenli olmadığını
ilan eder. İran'da vatandaslari bulunan tüm Avrupa
ülkeleri, derhal uçak göndererek vatandaslarini 24
saat içinde Tahran'dan tahliye eder. İran'daki Japon
büyükelçisi de durumu merkeze bildirir, hükümet hemen
JAL (Japan Airlines)'dan uçak göndermesini ister.
Ancak, 40 yil önceki kamikaze ruhunu yitiren Japon
pilotlardan cevap gelir; süre dolana kadar Japonya'dan
bir uçağın Tahran'a gitmesi, yolculari alip hava
sahasıni terketmesi cok zordur, bu riske
giremeyeceklerdir.

Japon büyükelçisi, olan biteni ümitsizlikle yakın
arkadaşı Türk Büyükelçisine aktarir, o da durumu
Ankara'ya bildirir ve haber anında Turgut Özal'a
ulaşır. Aynı anda, Itochu'nun eski Türkiye yetkilisi
ve Özal'in şahsi yakın arkadaşı Mr. Morinaga da Özal'i
telefonla arayarak yardım ister. Düşünecek vakit
yoktur, Özal hemen THY'ye talimat verir, cengaver bir
pilotun kumandasında bir uçak Tahran'a iner, 250'ye
yakın Japon vatandaşını alır, ve Saddam'in tanıdığı
sürenin dolmasına dakikalar kala Türk hava sahasına
girer.

Henüz bu uçakta bulunmuş kimse ile tanışmadım, ama cok
yakın arkadaşı bu uçakta seyahat etmiş bir Japon bana
teşekkür etmekten eridi gitti. Beni daha da
duygulandıran, bir sabah esim kızımızı parka
götürdüğünde, kızımı sevmek için yanlarına yaklaşan
cok yaşlı, hırpani, bütün dişleri dökülmüş evsiz bir
Japon amca, Türk olduklarını öğrenince "Sizler bizim
vatandaşlarımızı İran'dan kurtardınız" diye olayı
anlatmış, akabinde ortadan kaybolup, 5 dakika sonra
cebindeki az biraz parayla marketten aldığı krakerleri
kızıma getirip vermiş.

Birkaç sene önce Hürriyetin yaptigi bir anket vardi,
halka, "En cok hangi milleti seviyorsunuz? / Kendinize
yakın hissediyorsunuz?" diye soruluyordu. Ikinci soru
da "Neden?".

Ilk sorunun cevabı, açık farkla "Japonlar" şeklinde çıkmıştı.
Asıl ilginç olan ise, ikinci soruya en cok verilen cevap :
Bilmiyorum / Fikrim yok / içimden geldi işte..
 
ONUR ATAOĞLU
Yayın Tarihi : 28 Nisan 2004 Çarşamba 20:27:16
Güncelleme :28 Nisan 2004 Çarşamba 22:10:34


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
IMDAT AVCI IP: 81.48.54.xxx Tarih : 29.04.2004 16:48:03
guzel bir haber, o kadar isin gucun arasinda oturdum yarim saat sonuna kadar okudum.Tesekurler.

ersegun topyay IP: 85.100.35.xxx Tarih : 24.10.2005 20:04:56
okuyucuyu sıkmadan iyi bir şekilde kaleme alınmış.Parçadaki ince espriler hüzünlü havayı biraz olsun dağıtsada fırkateyn hakkında okuduklarım üzülmeme ve hayrete düşmeme yetti.Koskoca bir devletin 500 denizcisinin dahi can güvenliğini sağlayamaması yada o dönemdeki umursamazlık canımı sıkan tek noktadır.