Hükümet, sık sık milli egemenliği-iradeyi temsil ettiğini ve meclisin -dolayısıyla kendisinin- üzerinde bir güç olmadığını, meclis kararlarının son hüküm derecesinde olması gerektiğini iddia ediyor. Buradan yola çıkarak, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın engel oluşturduğunu söylemekten geri kalmıyor. Zaman zaman Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini sorguluyor.
“Meclisteki sandalye sayısına bakılamaz, seçim sisteminin yanlışlığı sonucu mecliste çoğunluğu elde etmiştir. Hükümetin aldığı oy bellidir, halkın çoğunluğunu temsil etmemektedir. Dolayısıyla milli iradeyi temsil ettiği savı doğru değildir” diyerek bu iddia -kestirmeden- çürütülebilir. Lakin, bu karşı sav yetmez. Eğer, çoğunluğun oyuna sahip olsaydı, haklı mı olacaktı, sorusu sorulmalıdır.
Beraberinde, girişteki iddiaları soruya çevirerek, hem esas hem usul yönünden cevap arayalım:
1.Hükümet veya meclis milli iradeyi temsil eder mi?
2.Halkın iradesinin temsili olan meclisin üzerinde güç olmamalı mıdır?
Meclis kararları son hüküm derecesinde kabul edilmeli midir?
3.İkinci soruyla bağlaşık görünen, Danıştay veya Anayasa Mahkemesi gibi organlara gerek yok mudur?
Bu organlar, milli egemenliğin üzerindeki güç gibi mi hareket etmektedir?
İlgisiz gibi görünse de, başka sorular ekleyelim:
Yıllardır, kimi anayasa maddeleri değiştiriliyor. Yani, anayasa meclis tarafından değiştiriliyor ve yürürlüğe konuluyor! Bu durumda;
4.Halkoyuyla kabul edilen anayasalar, meclislerce değiştirilebilir mi?
Değişikliklerin, hem de madde madde halkoyuna sunulması gerekmez mi?
Halkoyuna sunulmayan anayasa değişiklikleri meşru mudur?
5.Seçimle iktidara gelmiş olmaları, hükümetlerin bütün eylemlerini meşru kılar mı?
6.Milletvekili ve hükümet seçimleri halkın iradesinin tecelli ettiği en üst mertebe midir?
Birinci sorunun cevabı bellidir. Tabii ki, meclis ve meclisten yetki alan hükümetler milli iradeyi temsil eder. Ancak, yanılmayalım. Sadece temsil eder, yani milletin ve milli iradenin kendisi değildir, temsilcisidir.
Hükümetin, yönetimin meşru olabilmesi için, öncelikle kişilerin, partilerin ve yönetime gelme usullerinin meşru-yasal olması gerekir. Bu meşruluğun kapsamı, anayasa genel çerçevesinde halk tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla, halkın iradesinin oluştuğu en üst aşama anayasadır, anayasa oylamasıdır.
Hükümetler-iktidarlar meşruiyetlerini doğrudan halktan veya dolaylı olarak millet meclisinden alırlar. Seçimleri sayısal çoğunlukla kazanmış olmak, hükümetleri meşru kılar. Ancak bu, iktidara geliş şeklinin, iktidar yetkisi almanın-taşımanın meşruiyetidir.
Hükümet diğer deyimle, vekalet makamıdır, mebuslarda vekil. Yani asıl değillerdir, vekaleten-temsilen ordadırlar. Dolayısıyla asılın kendi varken, suret nasıl asıl güç olabilir. Hükümetin üzerinde meclis, meclisin üzerinde bizatihi halkın kendisi vardır. Halk, hükümetlere genel vekalet vermez. Önce Anayasayla, sonra vaatleriyle belirlenmiş, süreli yetki verir. Yani, yetkileri sınırlıdır. Ancak, kimi hükümetler, kimi zamanlar, sanki sınırsız yetkiler almış, genel vekalet verilmiş, milli iradenin kendisiymiş gibi hareket etme eğilimi gösterirler. Yukarıdaki sorular böylece gündeme gelir.
Halk, partilere proğramlarına yazdıkları, yapmayı vaat ettikleri şeyleri yapmaları için yetki verir, sorumluluk yükler. Her istediklerini, akıllarına her geleni yapsınlar diye oy-yetki vermez.
Yaptıklarını seçimden seçime -oda kısmen- onaylar veya reddeder. Kısmen çünkü, yaptıklarının hepsini beğenmemiş ama çoğunu beğenmiş olabilir veya yaptıklarının pek azını beğenmiş olabilir ama daha fazlasını yapacak bir alternatif göremediği için tekrar denemek istemiş olabilir. Her halukarda, “sen devam et, ben bakıyorum, sakın yoldan çıkma..” demiştir. Öyle olmasaydı, belli aralıklarla seçim yapmak gerekmezdi.
Buradan şöyle bir sonuç çıkar: ‘ Ben tekrar seçildim, o halde yaptıklarım bütünüyle halk tarafından onaylandı ’ denemez. Seçimle iktidara gelmek, hükümetlerin her eylemini meşru kılsaydı, her istediğini yapma hakkı verseydi, hükümetlerin karıştığı, örneğin usulsüzlükler, yolsuzluklar, vatana ihanet vb. suç olmaz, yönetimin adı da, cumhuriyet ve demokrasi olmazdı.
Konuya bu açıdan bakıldığında, bizdeki seçim sistemiyle, halkın yüzde 20-30 unun oyuyla iktidar ve mecliste çoğunluğa sahip olan partilerin, bırakın yaptıklarını, çıkardıkları kanunların meşruiyetini, iktidarlıkları bile meşru değildir. Yasaldırlar ama meşru değillerdir. En azından tartışmaya açıktır. Bu seçim sistemi ile gelen bütün iktidarlar için bu tespit geçerlidir. İktidar partisinin, en azından halkın yarısından fazlasının, çoğunluğun oyunu almış olması gerekir. Halkın, çoğunluğun iktidarı değillerdir, bu yüzden meşruda değillerdir. Öncelikle iktidar meşruiyetine sahip değillerdir.
Bu günkü hükümetler yetkilerini doğrudan halktan almazlar, meclisten alırlar. Meclisi halk seçtiğine göre bu dolaylı bir yetkidir ve bu husus oldukça önemlidir. Önemlidir, çünkü pek çok iş yani icraat meclisçe değil, bakanlar kurulunca veya tek tek bakanlıklar tarafından, devlet organları eli ile yürütülür. Meclis gündemine getirme, soru önergesi, denetleme, gensoru, güvenoyu ve Yargıtay-Danıştay-Anayasa Mahkemesi gibi mekanizmalar ile, bu gibi icraatlarda ‘meşrulaşmış’ olur! Çoğu durumlarda daha ileri gidilir, pek çok uygulama bizzat halka anlatılarak desteği alınmaya çalışılır. Her aşamada, her icraatta, her bir eylemde meşruluk sorgulanır-aranır- sağlanmaya çalışılır. Yani, öyle toptan, genel bir meşruluk söz konusu edilemez, olamaz.
Özetle, “Halk bize yetki verdi, ben istediğimi yaparım, benim her yaptığım meşrudur” diyemezsiniz. Halk size anayasayla belirlenmiş, sınırlı-süreli yetki vermiştir. Bu yetkinin kapsamı dışına çıktığınızda, meşruluğunuz biter. Anayasa (Anayasa- yı koruma- Mahkemesi veya benzeri bir mekanizma) sizi engeller, engellemelidir.
Sadece iktidarlar değil, muhalefet partileri de, sadece anayasal sınırlar içinde kurulduklarından değil, bu sınırlar içinde hareket ettikleri sürece meşrudurlar.
Anayasalar bir ülkenin-devletin kuruluş sözleşmesidir. Yazılı olmayan anayasalarda bu sebeple var deriz. Ortak-esas mutabakattır. Her yeni devlet önce anayasasını yapar ve halkoyuna sunar. Bundan dolayı anayasanın kısmen veya tamamen değiştirilmesi, meclislerce yapılamaz, yapılmamalıdır. Mutlaka halkoyuna sunulmalıdır. Halkoyuna sunulmayan anayasa değişikliklerinin esasen suç olması gerekir.
Eğer, anayasayı değiştirmek de parti proğramınızda var ise, bu değişikliği isteyip istemediğini, değişikliği doğru yapıp yapmadığınızı tekrar halka sormanız gerekir. Burada kasıt tabiî ki, ‘usulen sorma’ veya ‘zoraki kabul ettirme’ değildir.
Sunulsa ne olacak demeyin, maalesef ki yabancısı olduğumuz halkoyu mekanizması, demokrasinin, demokratik alışkanlıkların, halkın yönetime katılmasının başatı, en önemlisidir. Dolayısıyla, şeklen bile olsa, uygulanması ve sürdürülmesi çok önemlidir.
Keza, halkın yararı gözetiliyor, benimsemesi ve uyması isteniyorsa, huzursuzluk istenmiyorsa, yasa yapılırken de mümkün olduğunca halkın geniş kesimlerinin görüşü alınmalı, katılımı sağlanmalı ve mecliste vekillerce rahatça tartışılabilmelidir. Buradan bahisle, onbeş günde-onbeş kanun yada torba yasa diye adlandırılan uygulamaları, kanun hükmünde kararnameleri hukukla-mantıkla bağdaştırmak mümkün değildir. Bırakınız anayasayı, bir kanunun bir maddesini çıkarmak bile bu kadar kolay olmamalıdır.
Yine bu sebeple, meclisler, kendi yetkilerini ve örneğin uluslararası-devletlerarası anlaşma yapma hakkını hükümetlere devretmemelidirler.
Halkoyuna sunulması gerek-mese bile, meclisçe onaylanmayan hiçbir ikili veya çoklu veya uluslararası anlaşma ve uygulama hükümleri, ekleri bu saikle geçerli kabul edilemez.
Milli egemenliğin kimsen devri olarak yorumlanabilecek AB anlaşmaları, ikiz yasalar, uluslararası tahkim anlaşmaları, kimi ikili anlaşmalar milletin kendisine sorulmadan imzalandığından, geçerliliğini tartışmak bile lüzumsuzdur.
Teşbihte hata olmaz diyerek, bir benzetme yapalım. Şirketlerin ana sözleşmeleri vardır, bu ana sözleşmeyi, ortaklar, ortaklığın başlangıcında yaparlar. Şu işleri yapacağız, şöyle yapacağız, şu kadar para ile yapacağız, yeri, merkezi, kuruluş amacı, şirketin adı, iştigal konuları, idaresi, karın dağıtımı vb..ile, usule dair diğer ayrıntılar yer alır. Bu ana sözleşmedeki amaçları gerçekleştirmek için, yapılacak işleri yürütmek üzere, tespit edilen usul gereğince bir yönetim kurulu seçilir. Yönetim kuruluda alınan kararları uygulamak üzere müdür veya başkan seçer. Ne yönetim kurulu, ne müdür, ana sözleşmede yazılı hususların dışında esasen veya usulen iş göremezler, suç işlemiş sayılırlar. Ana sözleşmenizde örneğin, gıda maddeleri ticareti yapmak yazılmamışsa, ben müdürüm, şirkete kar ettireceğim diyerek, bakliyat ihalesine giremezsiniz. Yada öncesinde, ana sözleşmede değişiklik-tadilat yaptırmanız gerekir ki, buda ortakların rızası ile mümkün olur. Özetlemek gerekirse, kabaca şöyle bir eşitleme çıkar: Halk-Ortaklar Kuruludur. Anayasa-Ana sözleşmedir. Yönetim Kurulu-Bakanlar Kurulu yani hükümettir. Başkan yada Müdür de- Başbakandır.
Peki, zaman geçtiği için veya şu-bu sebeple, halkın genel eğilimleri veya bir kısmının eğilimleri, anayasa ile çelişiyorsa, yani mevcut anayasa bile meşru değilse yada meşruiyeti tartışılıyorsa ne olacaktır? Bu durumda, ya yasal partiler bunu değiştirmeyi vaat eder, uzlaşma sağlar, mecliste karar alır ve halk oyuna sunarak gerçekleştirirler yada bu sağlanamıyorsa, doğrudan halk mevcut anayasanın dışına çıkarak, örneğin ayaklanarak, kendisine yeni bir anayasa yapacak yolu açar.
İşte meşruiyetin en çok tartışıldığı dönemler, bu tür dönemlerin başlarıdır. Anayasa halka “ dar geliyordur” ama değiştirmek için henüz meclis içinde veya dışında bir yol tutulmamıştır. Bu durumda “birileri” yada herkes kendisini, “haklı ve halkın temsilcisi”, dolayısıyla meşru görür, ilan eder. Meşruiyet, anayasa ve yasalarda aranmaz, halkta aranır ve “Meşruiyetimizi Halktan Alıyoruz.!” sözleri sıkça duyulur.
Bu tür geçiş dönemlerinde yani halkın büyük kısmının veya küçük kısmının anayasanın dışına çıktığı durumlarda, meşruiyeti nerede arayacağız? Anayasayı değiştirmek üzere kanunların dışına çıkanlar mı, yoksa anayasayı -rejimi- korumak için mücadele edenler mi meşru dur?
Şeklen doğru gibi görünen bu soru, temelsizdir. Bu durumda, geçerlikte olduğu söylenebilecek bir anayasa yoktur. Kağıt üzerinde kalmıştır. Esas mutabakat, ortaklık anlaşması bozulmuştur.
Eğer, ayaklanan halk yeterince bir gücü temsil ediyorsa, galip gelir ve sorun çözülmüş olur. Galip gelecek kadar bir güç oluşturmuyor ise veya bir uzlaşma ortamı sağlanamamışsa, toplumda kargaşa, çatışma ortamı sürekli hale gelir, bir nevi anarşi ortamı oluşur, gücü olan, güçlü olduğu yerlerde hüküm sürmeye başlar. Böyle ortamlarda, iktidarda, kendisini anayasa ve yasalara bağlı hissetmez, hatta üstünde görür. Kimin neyin meşru, kimin neyin meşru olmadığı birbirine karışır.
Anayasa ve yasalar öyle usuller içermelidir ki, bu tür tartışmalara, çatışmalara yol açmasın. Tabii ki, toplumda eşitsizlikler-adaletsizlikler ne kadar azsa, azların hakları ne kadar çok korunuyorsa, halk karar alma mekanizmalarına ne kadar çok katılıyorsa, kavga-çatışma olasılığı o kadar azalır.
Halklar istisnasız, her zaman ileriye doğru, kendilerinin veya insanlığın ortak yararına kararlar almayabilirler. Her ayaklanma, ileriye doğru bir yol olmayabilir. Kimi diktatörlerde seçimle işbaşına gelmişlerdir. Bunlarla beraber, konunun, uluslararası hukuk, zamanın-insanlığın gerekleri, sınıflar arası mücadele, demokrasi biçimleri ve hatta tarih gibi irdelenmesi gereken başka boyutları da vardır. Bu hususlar, yazının amacını aşmaktadır.
Sonsöz: Bir kez seçilmiş olmak, dönemsel yada sürekli meşruiyet vermez. İktidarlar, halkın çoğunluğunun gönlünde yer tutmaya devam ettikleri sürece meşrudurlar. Toplumda ne kadar insan rahat, mutlu, huzurlu, güvenli ise, o kadar gönülde yer tutarlar.
Ne kadar insanın mutlu olduğunu sık sık ölçebilir yada önemsemez bildiklerini okurlar. Bunu da toplumun, hak arama, hakkına sahip çıkma bilinci ve örgütlülüğü belirler.
Fahri YURTSEVER / Ankara
Yayın Tarihi :
2 Ekim 2006 Pazartesi 15:31:04
Güncelleme :3 Ekim 2006 Salı 16:36:29