Olayları kimi zaman sadece görünür biçimleriyle değerlendirmek hatasına düşüyoruz. Hıristiyan dünyası İslam düşmanıdır, batılılar haçlı zihniyetinden kurtulamamıştır, Türk düşmanıdırlar, 1923 ün intikamını almak, Sevr’i hortlatmak istiyorlar, bu tarihten gelen, bilinçaltlarına yerleşmiş bir duygudur gibi. Bunlar elbette doğrudur, ama olayların bütününü, içyüzünü anlamamıza yetmiyor.
Son yıllarda, İslam düşmanlığı hortladı, terörün adı İslam’la beraber anılır oldu. İslam’ın kendisi terör üretirmiş gibi algılamalar yaratılmaya çalışıldı. Geri kalmışlığın, demokrasinin gelişmemesinin sebebi de İslam inanışına bağlanarak, İslam-Arap ülkelerin hedef alındığı ortaya çıkmış oldu.
Daha düne kadar, İslam’ı ve İslamiyetçi örgütleri, İslami totaliter rejimleri destekleyenler, yeşil kuşak mimarları, tavır değiştirmişler, düşman kesilmişlerdi. Birden Hıristiyan, Haçlı ve demokrasi havarisi olduklarını mı hatırlamışlardı?
Ülkemizi AB’ye almak istemiyor, türlü zorluklar çıkarıyor, aşağılayıcı söylemlerde bulunuyorlardı. Ermeni tasarıları kabul ediliyor, terör örgütünü destekliyorlardı. Kafalarının arkasındaki Türk düşmanlığını atamamışlardı, hala bizden korkuyorlardı. Rum-Ermeni lobileri, diasporaları çok güçlü iken, biz kendimizi tanıtmaya yeterince çaba harcamıyorduk! Çare olarak, reklam-tanıtım-lobi firmaları tutarak, kendimizi iyi anlatmalı, lobi faaliyetleri yapmalı, bu fikirlerini değiştirmeliydik!?
Elbette toplumların bir bilinçaltı vardır, tarihsel olaylar kolay unutulmaz ve siyasi ilişkilerde, toplumlar arası ilişkilerde etkili bir faktördür. Ancak, devlet yöneticileri, siyasiler, akademisyenler, basın ve diğerleri bir koro halinde, böylesine hassas konulardan bahsetmeye başlamışlarsa, işin içinde başka iş aramak gerekir. Altında yatan sebebi anlayamaz isek, yanlış çözümler üretir, boşa kürek çekeriz ya da aldatılmış oluruz.
Baştan şunu söylemek, bilmek gerekir ki, bu tür söylemler bir kampanya şeklinde sürdürülüyor ise, girişilecek bir saldırıya zemin yaratma, kamuoyu oluşturma, meşruiyet sağlama amacı güderler. Saldırı planının ilk aşamasını oluştururlar. Ya da tersi yapılır, devletlerarası iyi ilişkiler kurulmak isteniyorsa, tarihi dostluklara, kültür yakınlaşmalarına vurgu yapılır.
İslam düşmanlığı yaratmanın, İslami Terör söylemlerinin iyi ilişkiler kurmayı amaçlamadığı ortadadır. O halde, yapmamız gereken şey, bu saldırının amacını, asıl hedeflerini ortaya çıkarmaktır. Bunu yapabilmek için, söylemlerin ortaya çıktığı tarihsel dönemdeki ekonomik, siyasi, sosyal gelişmeleri, genel ve özel ölçekte ve birbiriyle bağlantılı bütün olarak görebilmek, irdeleyebilmek gerekir.
Söylemlerin, pek çok yeni şey gibi, 1990’dan sonra çıktığını ve büyük yankılar yaratan, birkaç büyük stratejist ve düşünürün makaleleri, kitapları, konferansları ile ilan edildiğini ve yoğun bir şekilde işlendiğini görüyoruz. Bütün söylemlerin içeriği, ‘yeni bir çağa girildiği ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır.’
Kampanyanın ana sloganı, “küreselleşme çağındayız ve küreselleşme kaçınılmaz” dır.
Yani, ana konu küreselleşmedir. ABD İmparatorluğu, Amerikan Yüzyılı, Medeniyetler Çatışması-Buluşması, İslami Terör, Şer Ülkeleri, İletişim Çağı, Bilgi Toplumu vb başlıklar, tabi ve tali konulardır ve bu esas konuyu beslemek için yer yer ön plana çıkarılırlar. Yapılmak istenen, küreselleşmenin önündeki zihinsel-manevi dirençlerin ilk başta yıkılmasıdır.
Söyleme göre, Doğu Bloğu yıkılmış, soğuk savaş denen dönem kapanmıştır. Artık dünyada tek bir hegemonik güç ve ekonomik sistem olacaktır. Hür dünya veya serbest pazar denilen liberal ekonominin, liberal düşüncenin egemen olacağı sistemdir bu. Sosyalizm çökmüş, iflas etmiştir. Komünizm tehdidi siyasi arenadan çekilmiştir.
Eskiden liberalizmden bahsedilirken, şimdi neo-liberalizmden bahsedilmekte, eskiden ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, serbest rekabet istenirken, şimdi sermayenin önündeki bütün engellerin kaldırılması, hatta ulusal egemenliklerden parça parça da olsa vazgeçilmesi istenmektedir.
Adına küreselleşme denilen, tüm dünyanın tek bir büyük köy yani tek bir büyük piyasa olarak kurgulandığı bu yeni dönemde, sosyalizm kadar ciddi olmasa bile, başka engeller söz konusudur. ABD’ce temsil edilen sermaye gruplarının, tüm yerküreye yayılmasının ve dünya egemenliğinin önündeki başlıca ekonomik-siyasi engeller, korumacı ekonomiler, ulus-devletler, halkçı-devletçi-sosyal (popülist!) politikalar, milliyetçi-ulusal ideolojilerdir. Hem bu engelleri ortadan kaldırmak, hem de tehdit oluşturan etkenleri-unsurları, muhalif ülkeleri bertaraf etmek gerekir. Küreselleştirmenin, bizi de ilgilendiren, bölgemize has uygulamaları, BOP olarak adlandırılmaktadır.
1990’lara kadar dünyada üç çeşit piyasa bulunduğunu söyleyebiliriz:
1-Batı-Avrupa, ABD ve Japonya gibi serbest piyasa- kapitalist.
2-Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Almanya gibi kapalı piyasa- sosyalist
3-Türkiye-Mısır-İran-Suriye-Hindistan gibi kapitalist sistem içinde yer alan, nispeten bağımsız-korumacı yapılar.
Doğu bloğu olarak adlandırılan sosyalist sistemin dağılması-çökmesi sonucu, ekonomileri kapitalist sistemle -dünyayla- hızla bütünleşmiştir. Buna karşın, sıra kendilerine gelen, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Hindistan’a kadar uzanan bölgedeki tutucu, diktacı, devletçi, totaliter rejimlerse, devlet bürokrasisi katında direniş göstermektedir. Söz konusu ülke toplumları da, tüketim alışkanlığı-zihniyetinden yoksundur. İslam radikalizmi de denilen, bir tür milliyetçilik hakimdir. Bu direncin kırılması, pek çoğu petrol zengini bu ülkelerinde dünyaya kapılarını açması, yani sistemle tam bütünleşmesi, sermayenin önündeki engelleri kaldırması istenmektedir. İslam düşmanlığı bu aşamada ortaya çıkar.
Direniş gösteren, ayak sürüyen bu ülkeler esasen tıkanmış, iflas halindedir. Bu zamana değin, Sovyetlere kaptırılmak istenmeyen, aynı zamanda sosyalist ülkelere karşı askeri güç olarak kollanan bu ülkelerin totaliter rejimlerini ayakta tutan güç ABD olmuştur. Hemen hepsi, 2. Dünya savaşından sonra siyasi bağımsızlığını elde etmiş, ulus statüsü kazanmış, ulusal pazarları, sanayileri yeni teşekkül eden, az gelişmiş yada gelişmekte olan ülkelerdir. Yabancı sermaye tarafından önü tıkanan sanayileri gelişememiş, büyük yatırımlar ancak kamu eliyle yapılabilmiştir. Genelde Müslüman nüfusa sahip olan bu ülkelerde, İslami sosyalizm inanışları yanında, İsrail-Filistin savaşının da etkisiyle Amerikan ve Yahudi karşıtlığı had safhadadır. Kurulu totaliter rejimler, halkı apolitikleştirmek için ve ulusal kurtuluşçu-bağımsızlıkçı-sosyalist düşüncelere karşı İslami inanışı gericileştirerek beslemişlerdir. İstihbarat örgütleri tarafından kurdurulan, desteklenen radikal dinci tabir edilen pek çok terör örgütü vardır.
Bölge ülkesi İran, ayrı telden çalmakta, bağımsız-muhalif tavır göstermektedir.
Bu nispi kapalı-korumacı ekonomilerin ve rejimlerinin kollanması gerekliliği, sosyalist sistemin yıkılmasıyla beraber ortadan kalktığı gibi, şimdi bir engel olarak görülmektedir. Bu ülke insanları da, kültürel dönüşüme uğratılarak, batı kültürüne, tüketim kültürüne alıştırılmalıdır. Diğer kutbun yıkılmış olması, doğrudan-sert-aceleci müdahalelere imkan vermektedir. Kaybedilecek zaman ve engelleyecek güç nasılsa yoktur.
İşte, tamda bu sıralarda, önce Afganistan da Taliban görüntüleri, ardından “İslami Terör” El-Kaide ortaya çıkar, zirveye 11 Eylül oturur. Londra ve Madrid’le Avrupa’ya taşınır!
İslami Terör söylemi çok amaca birden hizmet ediyor. Bir yandan batı kamuoylarında rahat destek yaratırken, diğer yandan açık müdahalelere-işgallere zemin oluşturuyor. Hedef ülke rejimlerini yumuşatmak için gerekçe oluyor. Rusya-Çin, kimi zaman Almanya-Fransa gibi ülkelerin elini kolunu bağlıyor. Iraktaki direniş, üç-beş “kafa uçurma” sonucu, terörizme dönüşüyor! Devasa bir askeri gücü beslemenin gereği olan, kızıl komünist düşmanın yerini alıyor. Birde üstüne nükleer sos ilave ettin mi, kim tutabilir seni, dünyanın her yerinde önleyici savaş yapabilirsin. Hatta -bir peygamber gibi- dünyaya nizam ve intizam getirmelisin!
İslam (ve Türk) düşmanlığının geliştirilmesinin bir başka sebebi ise, batı işçi sınıflarına, sadece terörist eylemlerin değil, artan işsizlik ve yoksulluğun nedeni olarak da, göçmen Müslümanların gösterilmesidir. Bu sayede, bir taşla iki kuş vurulmaktadır. İşçilerin öfkesi yabancılara yönelirken, işgal edilen ülke halklarıyla, örneğin Irak direnişçileri ile dayanışmaları önlenmektedir.
İslami Terör ve Radikal İslam deyimlerini, aynı anlamda kullandıklarına, eşleştirdiklerine dikkat ediniz. Bunun alternatifi olarak, Ilımlı İslam piyasaya sürülmüş ve BOP bölgesine örnek gösterilmiştir. Radikal İslam bir tür milliyetçilik, yani Amerika-İsrail karşıtlığı ekseninde anti-emperyalizm iken, ‘The Ilımlı İslam’ medeniyetler arası diyalogla, yumuşamayla başlayan, modernliğe-batıya dönüklüktür, söz dinlemedir, itaattir, işbirliğidir, teslimiyettir.
İslam düşmanlığı da, İslami Terör de, Ilımlı İslam projeleri de, Demokrasi Götürme palavraları da esasen tek bir amaca hizmet ediyor. Dolayısıyla, tek kaynaktan üretildiğini veya beslendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Amaçlanan, sermayenin önündeki engelleri kaldırmak için, sermayenin siyasetine ve/veya askeri gücüne yolu açmaktır.
Haklarını yememek gerekir. Bu amaçlarını, alenen veya küstahça niteleyin, kendileri de ifade ediyorlar. Mal- sermaye dünyada serbest dolaşmalı, önündeki engeller kaldırılmalı, serbest rekabet ortamı sağlanmalı, her sektörden, her türden bütün piyasalar dünyaya açılmalıdır. Bunun adı neo-liberalizmdir. Dolayısıyla devletler her şeyi özelleştirmeli, ekonomiden elini tümüyle çekmeli, korumacı politikaları terk etmeli, küçülmelidirler. Yerli üreticiler-sanayiciler-ticaret erbapları ya rekabete uyum sağlayarak ayakta kalacaklar yada yok olacaklardır. Köylüler, küçük üreticiler ve esnafın ortadan kalkması kaçınılmazdır. Bunun adı küreselleşmedir, globalleşmedir ve engellenemez!
Öte yandan, sermayenin gelişimi açısından bakıldığında, küresel olma isteği, salt bir istek olarak görülemez. Büyüklük olarak bu güce erişmiş olmak gerekir. Tüm dünyayı bir büyük köy, bir büyük piyasa olarak düşündüğünüzde, bu piyasaya cevap verecek, hatta sektörünüzde hakim olabilecek birikime, konuma sahip olmanızı, diğer büyük sermaye gruplarıyla organik örgütlenme düzeyine ulaşmanızı gerektirir. Bu durum beraberinde, mali-ekonomik yatırımlarınızı garanti altına alacak birtakım askeri-siyasi-üst yapıları da zorunlu kılar. Yani küresel olma isteği, aslında kendi mekanizması içinde bir gerekliliğin ifadesidir. Büyür, büyür, o kadar büyürsünüz ki, her yıl karlarınızı yatırabileceğiniz, mallarınızı satabileceğiniz yeni yerler -pazarlar- ararsınız, artık dünya size dar gelir. Bu büyüme üretimi, emeğin üretkenliğini -karı- artıran, teknolojik gelişme ile beraber yürür ve uluslararası güvenlik endişelerini artırır.
Gelişmede böyle olmuş, SSCB nin yıkılmasıyla beraber, adeta taşmıştır. 1970-80 li yıllar, büyük şirket evliliklerinin en yoğun dönemidir. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Belçika, Hollanda, İngiltere, Japonya, ABD li bankacılık-sigorta, petrol, otomotiv, elektronik, demir çelik hemen her sektörden dev uluslararası şirketlerin birbiriyle birleştiğini, birbirini satın aldığını ve global şirketlere dönüştüğünü izledik. Öyle ki, yıllık ciroları pek çok ülkenin milli hasılasının bile kat kat üzerine çıkmaktadır. Buna, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması deniliyor.
Bu süreç, ucuz işgücü olan ülkelere yatırımları kaydırmakla, nereye gideceğini bilemeyen birikmiş atıl mali sermayeyle ve teknolojide üretim artışındaki gelişmelerden kaynaklanan yeni pazar arayışları ile beraber, bir döngü şeklinde halen devam ediyor.
Bir yandan Amerikanın dış ticaret açığını kapatmak için fazladan bastığı, bir yandan kimi ülkelerin dolardan kaçışları ve diğer yandan aşırı karlar, likidite bolluğu- sıcak para- yaratıyor. Latin Amerika ve Uzak Asya’yı çarpan sıcak para, gelişmekte olan başka piyasalara hücum ediyor. En çok ülkemizi seviyor, hatta ne acı ki, ülkemizi “Fırsatlar Ülkesi” buluyor. Birkaç yıllık karına eşdeğer bedellerle, ülkemizin en değerli milli varlıklarının sahibi oluyor.
Dünyanın en büyük 500 şirketine ve en zengin 500 milyarderine bakınız. Bu en zenginlerin büyük bir kısmı, çok daha küçük kısmının ortağı veya küçük ortağı durumundadır. Davos’larda, Dünya Ekonomik Forumları’nda, Bildenberg’lerde hükümet üyeleri ve seçilmişleriyle bir araya gelir, dünyaya kapalı, dünyanın geleceğini görüşürler. Aynı özel statülü cluplerin, vakıfların üyesidirler. Bizimki gibi 2.-3. sınıf ülke bakanlarını, başbakanlarını görüşmek üzere Londra-Washington-New York’a toplantı ve konferanslara çağırabilir, ayaklarına getirebilirler. Öylesine iyi organize olmuşlardır ki, beğenmedikleri hükümetleri, artık sadece işadamları derneklerinin gazete ilanları ile değil, medya-işçi sendikaları-sivil toplum örgütlerini sokağa dökerek uyarabilir, hatta düşürebilirler.
Sonuç olarak, 1. Dünya Savaşının, kapitalizmin gelişimi ve çelişkilerin çözümlenmesi açısından, bitmesi gerektiği gibi bitmediğini, dünyamızın bir ara dönem yaşadığını, yeni-sömürgecilik diye tabir edilen dönemin, 1990 dan sonra kapandığını, Bolşevik Devrimi ve Kurtuluş Savaşımızla kesintiye uğrayan sürecin, liderliği ABD nin devralmasıyla kaldığı yerden tekrar başladığını, ticari sermayenin başat rolünü mali sermayeye kaptırdığını, liberalizmin yerini neo-liberalizmin aldığını, klasik sömürgecilik yöntemlerine geri dönüldüğünü söyleyebiliriz. Kimileri bunu, çok haklı olarak, Vahşi Kapitalizm/Barbar Medeniyet olarak adlandırıyor.
Oyun, kaldığı yerde, yeniden, Orta Doğu merkezli başladı. Kimi yerlerde kadife, sarı, turuncu devrimler yapılıyor, kimi yerlere demokrasi götürülüyor, açıkça işgal ediliyor. Pazar yerleri, mahalleler, köyler çoluk çocuk demeden uçaklarla bombalanıyor. Başbakanımız, “sessiz devrim yaptıklarını” söylüyor. Uluslararası dengeler ve hukuk önemsenmiyor, B.M. çöpe atılıyor, Dünya Bankası’nın başına bir ‘şahin’ getiriliyor. Güneydoğumuzda, Ermenistan yerine, sözde bir Kürt devleti kuruluyor. Ülkemiz yine, azınlıklara kötü muamele yapmakla, soykırımlarla suçlanıyor, gözlem altına alınıyor. Borç, yine bini geçiyor…
Paylaşımın özünde ve gidişatında olmasa da, aktörlerinde ve cephelerinde bazı değişiklikler var. Amerika, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerin büyük sermayeleri, ABD şemsiyesi altında örgütlenmişken, Rusya’nın Putin’ le toparlandığını ve Çin ile birlikte, şimdilik karşıda yerini aldığını görüyoruz. Çin’ in DTÖ ne katılmış olması ve içinde yürüttüğü kavgalar, bu karşıtlığın uzlaşmaz olmadığının göstergesidir.
Bu karşıtlık, zamanla, bir uluslar arası denge unsuru olabilir mi veya silahlı bir çatışmaya dönüşür, hatta bir dünya savaşına yol açabilir mi?
Rusya ve Çin in, en azından şimdilik, bu örgütlenmeyle bütünleşip, içinde erimek istemedikleri, ayrı bir güç olarak yükselmek için ciddi devlet iradesi gösterdikleri ortadadır. Askeri olarak, alternatif bir güç olmaktan uzaksalar da, her iki ülkede epeyce ekonomik-sosyal avantajlara sahiptir. Ayrı bir merkez olabilmek için, dünya ticaretinde ama özellikle petrolde, dolar dışında ayrı bir piyasa oluşturmaya gayret etmektedirler. Avrasya Birliği açılımları, Şanghay İşbirliği örgütlenmesi temelde buna yönelik girişimlerdir. Dolayısıyla, yukarıdaki sorunun cevabı burada gizlidir. Avrasya Birliği açılımı, ülkemizin yan çizmesi sonucu akamete uğramıştır. Şanghay üçlüsü, beş olmuşken, 10-20 olabilecek midir? Latin Amerika’dan yükselen dalga güç katarken, gelişmeleri ve olası sonuçlarını, bölgemiz ve öteki Asya ülkelerinin tutumları belirleyecektir. Yönetici kesimin ve çok küçük bir sermaye kesiminin küreselleşmeye teslim/taraftar olacağı aşikarken, kısa zamanda ciddi zarar görecek geniş kesimlerin tepkileri de, ülke tutumlarını belirleyecektir. Bu bağıntılı durum, Amerikanın bölgeye niçin en az 25 yıllığına geldiğini açıklamaya yeterlidir.
Alternatif olarak, kimilerince, AB bir kurtuluş olarak algılanmakta ve sunulmaktadır. Halbuki, yukarıdaki çerçeveden bakınca,
AB nin başını çeken Almanya-Fransa’nın, gelişmiş kamu ekonomileri ve devlet yapılarının küreselleşme tehdidi altında olduğunu ve Euro Bölgesi oluşturarak çıkış aradıklarını görebiliriz. Bir farkla ki, oldukça gelişmiş küçük-orta boy işletmeleri, sömürgeci- yayılmacı genler taşımakta, ancak küresel sermayenin yoluna çıkmamayı tercih etmektedir. Hatta böylece, küresel sermayenin açtığı yoldan ve onun güvenliği altında, bölge dışına açılabilmektedir. Avrupa’nın çok daha büyük sermayeleri, ya küresel sermayenin içindedir yada çok sıkı işbirliği halindedir. Bu sayede, çoğu kere, AB ile ABD arasında bir uzlaşma, neredeyse bir uyum oluşmaktadır.
Dolayısıyla, bırakınız kurtuluş olmayı, ülkemiz yukarıdan küresel sermaye tarafından, aşağıdan AB tarafından, uyumlu bir biçimde sömürülmekte, sömürgeleştirilmektedir.
Peki, küreselleşmeden kaçarken AB bir sığınak değilse, aynı durum Rusya-Çin içinde söz konusu değil midir?
Başka bir biçimde soralım, “Batının kucağından kalkalım da, Rusya-Çin’in kucağına mı oturalım yada yüzümüzü doğuya mı dönelim?”
Bağımsız kalkınma, gelişme gibi, Küçük Amerika değil, Büyük Türkiye gibi inançlarınız, hedefleriniz yoksa, birilerinin "kucağına" oturup nasiplenmeyi, her zaman düşünürsünüz! Hatta, işim yürüsün, düzenim bozulmasın gayesiyle, oturduğunuz kucağın en iyisi olduğunu bile iddia edersiniz.
Bununla beraber, soruyu teknik olarak da cevaplandırmak gerekir. Görülecektir ki, ülkemizin batı dışında bir çözüm üretmekten başka çıkış yolu yoktur.
1-Küreselleşme argümanı, sermayenin küresel mutlak egemenliğini amaçlıyor. Bu sermaye, tek ve homojen değildir ancak, farklı ülke ve sektörlerden, milli vasfını yitirmiş büyük sermaye gruplarının organik birleşiminden oluşuyor ve yine kendi dışındaki diğer orta-büyük sermaye gruplarıyla, işbölümü ve paylaşım yoluyla örgütlenmiş bulunuyor. Başı mali-sermaye (finans-kapital) çekiyor. ABD-AB ve İMF-DTÖ gibi çeşitli uluslararası örgütler içinde hareket ediyor.
Küreselleştirmeciler, tüm dünyayı açık pazar haline getirmeye çalışıyor ve yerel devlet yapılarını bile bunun önünde büyük engeller olarak görüyor. Çünkü milli devlet, sınır demektir, gümrük demektir, kendi ulusal sanayisi, ulusal işadamı, ulusal kapitalist demektir, vatandaş, seçim-oy demektir ve varlığının, iktidarının dayanağı olarak bunların korunmasını gerektirir. Bu haliyle görece bağımsızdır. Oysa küreselleştirmeciler, ülkeleri sömürgelere çevirmek yani, devletlerin egemenliğini bizzat kendileri kullanmak istiyor. İstediği yerde, istediği şartlarda üretsin, istediği yerlere özgürce satsın istiyor. Onu engelleyecek, varlıklarına tehdit oluşturacak hiçbir güç bulunmasın istiyor. Bütün piyasaları, bütün sektörleri o kontrol etsin istiyor. Devlet denilen örgüt, sadece vatandaşın günlük işleriyle ilgilensin, bir nevi belediye hizmetlerini yerine getirsin, ekonomiyle, gümrükle, hatta yasa yapmakla işi olmasın, yargı gücünü, uluslararası mahkemelere ! devretsin istiyor. Daimi ordu yerine, yeni-hareketli savaş konseptine uyarlanmış, NATO ya bağlı paralı askerler istiyor. Devletlerin asli işleri bile, birer kazanç kapısı haline dönüşsün istiyor...
Kimi coğrafi yerler, ekonomik-siyasi-askeri açıdan farklı önem arz eder. İster siyasi, ister ekonomik, ister askeri gereklilikle olsun buralarda üs’lenecek, gerek görüyorsa kadife devrim, sessiz devrim yapacak, gerekirse işgal edecektir. Karşısında bunu engelleyecek siyasi-askeri güç görmüyor.
Yeni dünya düzeni, uluslararası işbölümü denilen şey maalesef budur. Görünen şu ki, ülkemize de stratejik öneminden ! dolayı, Ilımlı İslam Cumhuriyeti için model ülke olmaktan, “ihracata yönelik asker üretmekten” öte bir ayrıcalık tanımamıştır.
2-Artık, bir karşı tehdit olarak Komünist Rusya, Doğu Bloğu yoktur. Bu, korunup kollanması gereken ülkelere, rejimlerine gerek kalmaması demektir. NATO’nun güneydoğu kanat ülkesi Türkiye’nin de bu önemi bitmiştir.
Afganistan-Irak’ın açık işgaliyle beraber, küresel hegemonik güç, doğrudan kontrol yada müdahale edeceğini, geniş orta doğu denilen İslam alemini özgürleştireceğini, demokrasi götüreceğini, hür dünyaya dahil edeceğini, kimi coğrafi sınırların değişeceğini ilan etmiştir! Komünist yayılma tehdidini, İslami Terör-Önleyici Savaş argümanıyla değiştirmiştir.
Kendi çıkarları gereği, Türkiye’ye rağmen, güneydoğu sınırımızda sözde Kürt devleti kurmaktan çekinmemiş, gerici bir partiyi iktidara taşımaktan ve model göstermekten geri kalmamıştır.
Bu şartlarda, hala batıyı iyi-dost bilmek, batının içinde kalıp-büyüyeceğiz demek, ülkemizin sözde stratejik öneminden medet ummak nasıl mümkündür, anlayana aşk olsun!
Rusya-Çin-Hindistan-İran etrafındaki mevcut gelişme, bizim gibi ülkelerin, küreselleşme denilen vahşi kapitalizmin cenderesinden, talanından kurtulmalarına, askeri yada mali-ekonomik tehditlerine, ambargolarına karşı durabilmelerine, bağımsızlıklarını tekrar elde edebilmelerine ve koruyabilmelerine imkan yaratmaktadır. Batı- küresel sermaye ancak bir sömürge ilişkisi dayatırken, ya benim yanımdasın ya karşımdasın, ya benim politikalarımı kabullenirsin ya hasım sayarım, pazarlık yok derken, şartsız itaat isterken, Rusya ve Çin’le ve ilgili diğer ülkelerle ilişkinizi sadece ticari-ekonomik boyutta tutmanız -en azından şimdilik- mümkündür.
Açıktır ki, bu imkan, ancak bağımsızlık içinde milli kalkınma anlayışıyla kullanılabilir. Bu “şimdilik zaman” iyi kullanılırsa, küçük balık olmaktan, büyüklüğe -daha rahat- ulaşılabilir. Ayrıca ülkemiz, bundan bağımsız olarak, kendi etrafında bir bölge oluşturma potansiyeline, gücüne de sahiptir. Niçin sömürge olmayı kabul etsin?
Fahri YURTSEVER / Ankara (Kent Haber okuru)
Yayın Tarihi :
23 Eylül 2006 Cumartesi 21:56:22