19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Sakıp Sabancı'nın anısına basından derlemeler

Türk Sanayisinin, Türk iş dünyasının "ağa"sı, duayeni Sakıp Sabancı 71 yaşında aramızdan ayrıldı. Türkiye'nin son yıllarına damgasını vuran, "kapkaçcı, hayali ihracatçı" birçok "sözde" işadamının ortalıkta salındığı bir dönemde, Sakıp Sabancı, binlerce insana iş kapısı açarak, birbirinden dev yatırımlara imza atarak "yurtsever" bir sanayici - işadamı olduğunu bin kez kanıtladı. O yüzdendir ki, Sabancı'nın kaybı, sağcı - solcu, zengin - yoksul herkes de aynı acıyı yarattı. Sabancı'nın ölümü, sadece ülkesinde değil, Avrupa'nın, ABD'nin saygın gazetelerinde de geniş yer buldu. Türkiye'yi unutulmaz hizmetlerde bulunan değerli işadamı Sabancı'yı saygıyla anarken, Türk basınında 2 gündür yer alan yorumlara ilişkin bir derlemeyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.
 
10 Nisan 2004
 
 
Sakıp Sabancı farkı

        
    Güngör Uras (Milliyet)
 
Halk, neden Sakıp Sabancı'yı sevdi? Neden Sakıp Sabancı'nın sağlık durumu halkın bu kadar ilgisini çekiyor? Çünkü halk Sakıp Sabancı sadece bir sanayici, bir zengin işadamı olarak değil, kendinden biri olarak görüyor. Sakıp Sabancı önce dükkanının içini düzenledi. Sonra dükkanın dışına çıkarak halk ile bütünleşti.
    Sakıp Sabancı, Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı ile birlikte sanayin öncüsü olarak isim yaptı. Bankacılık ve sanayi alanlarında güçlü bir grup oluşturma başarısını gösterdi. Otuz bin kişiye iş ve aş temin eden grup ülkede bir çok yeniliklere davetiye çıkardı.
    İşindeki başarısını sürdürürken, işinin dışında ekonomik ve sosyal etkinliklere zaman ayırmayı bildi. Ekonomik ve sosyal etkinliklerde kendi sorunlarını dile getirirken, deneyimlerini de başkalarına aktardı. Halkın ilgi duyduğu konuları ve sorunları gündeme getirmeyi başardı.
    Bütün bunları yaparken bir Anadolu insanı olarak, halkın dilini kullanması, mesajlarını halkın anlayacağı biçimde ortaya koyması, kavgacı değil barışcı bir görünüm yaratması sempati toplamasına imkan verdi.
   
    Yurtdışında da sevilen isim
    Sabancı Vakfı şemsiyesi altında okul, yurt, hastahane, kültür merkezi yaptırarak başladığı sosyal faaliyetleri Sabancı Üniversitesi ile doruğa taşıdı. Sabancı Üniversitesi kampusü ve eğitim imkanları ile örnek bir müessese oldu.
    Tablo ve hat sanatına olan ilgisi sonucu çok büyük bir özel koleksiyon ortaya çıktı. Bu koleksiyon Sabancı Müzesi'nin oluşumunu sağladı. Şimdilerde Sabancı Müzesi sadece Sabancı Koleksiyonunun teşhir edildiği bir müze olarak değil, dünyanın en iyi koleksiyonlarını Türkiye'ye getirecek bir müze olarak gelişme yolunda.
    Sakıp Sabancı iyi insan ilişkilerini yurtdışına da taşıdı. Türkiye'de topladığı sempatiyi yurtdışında da toplama başarısını gösterdi.
    Düşününüz ki bütün bunlar sınırlı bir insan ömründe ulaşılan başarılar. Bir pamuk işcisinin, değişik nedenlerle eğitimini tamamlama imkanı bulamamış oğlunun, Adana'da başlayarak, İstanbul'da devam eden çabalarının sonucunda ortaya çıkan netice.
    Bu tabloda Sakıp Sabancı bu dünyadan göçtüğünde, sahip olduğu paranın miktarı ile anılmayacak. Halkın sempatisi ile gönüllerde yaşayacak. Geriye ne kadar para bıraktığı değil, hangi eserleri bıraktığı konuşulacak.
   
    guras@milliyet.com.tr
********
 
Fatih Altaylı (Hürriyet)
 
Öncü bir işadamı
ÇARŞAMBA gününden beri Sakıp Sabancı’ya ilgili dedikodular yayılıyor.

‘Vefat etti, etmek üzere, makineye bağlanmış, son birkaç günü, vefat etti ama saklıyorlar. Borsa kapandıktan sonra açıklayacaklar’ gibi dedikodular.

Sakıp Ağa’nın iyi olmadığını hepimiz biliyoruz.

Belki ben bu satırları yazdıktan kısa bir süre sonra emrihak vaki olacak.

Bilmiyorum.

Ama üzülüyorum.

Sakıp Sabancı’yla hiçbir beraberliğim olmadı. Ayaküstü yapılmış birkaç sohbet dışında fazla konuşmadık.

Ama o çok önemli bir öncüydü. Türkiye’de işadamlarının siyasetle ilgilenmelerini, ama kendi pencerelerinden ilgilenmeleri gerektiğini ilk o gösterdi.

Önemli bir kapitalistti, ama aynı zamanda devrimci bir demokrattı.

Fikirlerini açıklamaktan hiç korkmadı. Ülke sorunları hakkında fincancı katırlarını ürkütme pahasına fikir açıkladı.

Belki de bu yüzden ailesi hedef oldu.

Ama sonunda farklı bir tarzı kabul ettirdi. TÜSİAD onun sayesinde kimlik, kişilik kazandı.

Size çoğunuzun bilmediği bir Sakıp Ağa hikáyesi anlatayım da ‘adamlığını’ anlayın.

12 Mart Muhtırası gecesi. Aydınlar, solcular bir bir gözaltına alınıyor. Cuntanın ağır baskısı başlamış.

Günün hedef adamlarından biri Çetin Altan.

Sakıp Sabancı, muhtıra haberini alır almaz soluğu Çetin Altan’ın yanında alıyor.

Bir düşünce adamının, kim olduğu bilinmez adamlar tarafından gözaltına alınmasını, işkence görmesini engellemek için Çetin Altan ve bir arkadaşı ile birlikte İstanbul Sıkıyönetim Komutanı’nın yanına gidiyorlar. Sakıp Ağa, Altan’ın herhangi bir kötü muameleye maruz kalmaması için sabaha kadar sıkıyönetim komutanının odasında Çetin Altan’la birlikte oturuyor.

İşte ‘öncü’ bir Türk işadamının portresi bu. Ben onu bu yüzüyle sevdim ve hatırlayacağım.

*********
 
 
11 Nisan 2004
 
Sakıp Sabancı için...

Hasan Cemal (Milliyet)
       

Ölümün arkasından ne söyleyeceksin ki? Bir varsın bir yoksun! O kadar. Bir yerde bütün hikaye, yani hayat bu...
    Herkes için öyle.
    Tabii her ölüm kendi acısını getiriyor. Zaman tünelinde yolculuğa çıkartıyor insanı...
    Sakıp Sabancı öldü.
    Ama yaşayacak. Sakıp Bey de öldükten sonra yaşayacaklar kervanına katıldı.
    Vehbi Koç gibi...
    Nejat Eczacıbaşı gibi...
    Bir işadamı olarak Türk ekonomisinde, endüstrisinde büyük atılımların altına imza attı. Türkiye'nin dışa açılmasında ciddi hamlelerin sahibi oldu.
    Bir yandan ekonomideki başarıları, öbür yandan sanat, kültür ve eğitim alanındaki (en güzel örneği Sabancı Üniversitesi) katkılarıyla Türkiye'de 'sivil toplum'un güçlenmesini sağladı.
    Kürt sorunu, din sorunu gibi ülkemizde demokratik hukuk devleti yolunda engel oluşturan sorunlara da - bazı acıları da göğüsleyerek, şimşekleri de üstüne çekmeyi göze alarak - yakın ilgi gösterdi.
    Bu bakımdan 'sivil' bir insandı.
    Türkiye değerli bir insanını kaybetti. Kendisine rahmet, Sabancı Ailesi'ne başsağlığı diliyorum.
    Aşağıda daha önce yazdığım pazar yazısı yer alıyor.
   
   

Kafanın içinde devrim yapmak!

    Picasso'nun gözleri, tuhaf... İçinden şimşekler çakar gibi bakıyor. İlginç bir fotoğraf. Picasso, Yves Montand, eşi Simone Signoret. Dördüncü kişi bir Fransız gazeteci, Georges Tabarraud.
    Simone Signoret, genç ve güzel.
    Dördü de Komünist Partisi üyesi.
    Yıl 1956.
    Macar İhtilali'nin Kızıl Ordu tarafından ezilmesini tartışıyorlar. Douglas Duncan'ın fotoğraf altında böyle yazıyor.
    Gazeteci savunuyor Moskova'yı.
    Picasso düşünceli. Öteki ikisinin kaşları çatık. Çünkü bu üçlü daha yeni Moskova'yı prostesto eden bir bildiriyi imzalamışlar. Montand'la Signoret, Fransız Komünist Partisi'yle ilişkilerini keserken, Picasso da parti üyeliğini pasifleştirmiş...
    Tartışma bitmez.
    Bugün de Irak'ı tartışıyoruz.
    1601'den kalma bir ev.
    Picasso'nun resimlerini ilk keşfeden ve çok uzun yıllar büyük ressamla yakın dostluk içinde yaşayan Siegfried Rosengarts, sonradan Picasso Müzesi'ne dönüştürülen bu evi 1946'de belediyeye bağışlamış...
    Kimsecikler yok. Sessizliği uzaktan delen piyano sesi insanı hüzünle dolu bir yalnızlığın içine çekiyor.
    On beşinci yüzyıldan kalma Weinmarkt'tan (Şarap Pazarı'ndan) göle doğru yürüyorum. Güzel bir pazar günü. Lüzern Golü sakin, pürüzsüz. Kuğular, ördekler... Karlı dağların gölgesi vuruyor. Bu İsviçre'de her şey kartpostal gibi... Ortaçağdan kalma tahta köprüden gitar sesi çalınıyor kulağıma.
    Herkes kendini güneşe vermiş... Bir İrlanda barı önündeki duyuruya seviniyorum. Akşamüstü Arsenal - Manchester United maçı canlı olarak verilecekmiş. Bürgenstock zirvesi birkaç saat daha bekleyebilir. Zaten Türkiye'de seçimler var, Kıbrıs bir günlüğüne devre dışı...
    O filmdeki piyanistin sözü takılıyor aklıma. "Kafamın içinde devrim oldu" diyordu sakin sesle, "Değiş ve hayata en başından başla dedim kendi kendime... Ve yeniden başladım."
    Erdal'la birlikte bir günlüğüne Kıbrıs'tan kopmak istiyoruz.
    Ama Başaran bırakmıyor.
    Baflı babasını anlatıyor:
    "1975 yılı. Uçak işlemiyor Kıbrıs'a. Ecevit, Karaoğlan gemiyle geliyor Mağosa'ya. Çıkarma sonrası ilk kez... Yer yerinden oynuyor. Ecevit arabasıyla omuzlara alınıyor. O akşam babam eve geldi. Koltuğunun altında bir Ecevit fotoğrafı. Duvara astı, etrafına da bizlerin fotoğraflarını. Annem niye oraya astığını sorunca, 'O da bizim aileden' demişti. Birkaç yıl öncesi. Babam 80 yaşında. DSP hükümette, Ecevit başbakan. Babama gittim, baktım çeyrek yüzyıl orada asılı durmuş fotoğraf yerinde yok. 'Boş ver, artık Karaoğlan bizim için çalışmıyor' dedi. O sıralar Ecevit, 'Kuzey Kıbrıs'ta tek Türk bile kalmasa Kıbrıs bizim için önemlidir' diye bir laf etmişti. Babama göre, Ecevit demek istiyor ki, 'Biz sizin için gelmedik oraya...' Babamın gönül bağı kopmuştu Ecevit'le..."
    Köşemin altında bir haber.
    Hayır diyenlere bakıyorum.
    İlginç bir cephe:
    Demirel, Ecevit, Devlet Bahçeli, Mehmet Ağar, Muhsin Yazıcıoğlu, Doğu Perinçek, Mümtaz Soysal, Sinan Aygün...
    İlginç bir hayır cephesi!
    Öyle değil mi?
    Kim bilir, belki de kafalarının içinde devrim yapmak ihtiyacını hiç duymadıkları için öyle...
    İyi pazarlar!
   
    h.cemal@milliyet.com.tr

***
Dost(SA)

Güneri Civaoğlu (Milliyet)
       
    Yaşlı adamın "vasiyeti" öyküsü için yakıştırmalar yapılmıştır ama aslı öykünün Semerkand'da yaşanmış olduğudur.
    Anlatayım.
    Yaşlı adam ölmeden önce "beni ayaklarımda çoraplarımla toprağa verin" gibi garip bir vasiyette bulunur.
    Ailesi, akılları pek yatmamış olmakla beraber, babanın bu son isteğini yerine getirmek ister.
    Ama, cenazeyi kaldıracak olan din adamı itiraz eder: "İslamda caiz değildir.
    Merhumu sadece kefenle saracağız. Çorap kesinlikle olamaz..."
    Aile çaresizdir.
    Akıllarına merhumun ölmeden önce büyük oğluna, "Ancak çok sıkışırsan aç ve içindekini oku" diyerek verdiği zarf gelir.
    Belki "çorapla gömülmenin bir çözümü vardır zarfın içinde" derler.
    Açarlar.
    Zarftan birkaç kelimelik bir yazısı çıkar merhumun: "Gördün mü oğlum? Öbür dünyaya çoraplarını bile götüremezsin. Bu gerçeği bilerek yaşa..."
   
   

Halkın lideri olmak

    Sakıp Sabancı'nın "kaybı" haberini aldığımda bu öyküyü anımsadım.
    Öykü ilk dinleyişte ya da okuyuşta, zenginlerin servetini öbür dünyaya götüremeyecekleri gerçeğini vurguluyor olsa da... Biraz düşününce daha derindir.
    "Bu dünyada başka değerlerin varlığına da gönül vermek gerektiği" mesajını vermektedir.
    Sakıp Sabancı bu derinliğin adamıydı.
    Sanata, eğitime, üretime, dostluğa gönül vermişti.
    Servetin içinde olduğu kadar dışındaydı.
    Türkiye'nin iki en büyük özel kesim grubundan birinin simge ismiydi... Ama aramızdan herhangi biriydi de...
    Gecekondudaki yaşamda, Sakıp Sabancı "aileden biri" gibi algılanırdı.
    Belki halkla ilişkiler dahisiydi. Bu "herhangi bilge biri" görüntüsüyle, Sabancı markasını halkla bütünleştirmişti... Yahut belki içindeki Sakıp buydu...
    Bence ikisi birden...
    Güzel şeyleri görürdü... Gördüğünü söyler, iltifatını esirgemezdi.
    O da Vehbi Bey'in, "Ülkem varsa ben de varım" ilkesini benimsemişti.
   
   

İlk kalp ağrısı

    Çok yıllar önceydi.
    Sanırım 1980'li ilk yıllar.
    Tarihi Süreyya Restoran'da yemekteydik.
    Yan masada Sakıp Sabancı ve ailesinden birkaç kişi.
    Üzgün, durgun hali dikkatimi çekmişti. Ikına sıkıla "hatırını sorar gibi bir söylemle, üzgün olup olmadığını" öğrenmek istedim.
    "Lafı eğip bükme. Hassas adamsın. Anlamışsın işte, sıkıntılıyım. Kalbimle problemim var. Yarın Amerika'ya gidiyorum. Ameliyat olacağım. Bu gece Boğaz'a bakarak dostumuz Süreyya Bey'in yemeklerini yiyelim istedik" dedi.
    Geceyi bir iki saat söyleşerek uzattık.
    Anılar, dostluk, felsefe...
    Ama...
    "Sağlık, ameliyat" konularına hiç girmedik.
    Sağlıkla döndü...
    Yıllar geçti.
    Boş değil, dolu dolu geçirdi...
    Buraya kadarmış.
   
   

Bir hat

    Sakıp Bey'le çok sık yakın olmadık.
    Meslektaşlarım nice güzel anılar yansıtacaktır.
    Benden ise sade ve sıcak bir anı şöyle:
    Özel bir günümüzde, bize (eşim ve bana) hat sanatını yansıtan bir dua hediye etmişti.
    Yıl 1983...
    1991'de bir evimiz oldu.
    Girişine astık.
    Her sabah, her akşam o dua ile karşılaşırız.
    Sakıp Bey'i sessiz kelimelerle anarız.
    Anmaya devam edeceğiz.
    Nur içinde yatsın.
    Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.
    Sabancı Holding'in Ticaret Odaları'na kayıtlı olmayan en güçlü kuruluşu, yazının başlığında yer alan dost(SA)dır.
   
    g.civaoglu@milliyet.com.tr
   
****

Sakıp Bey'in bana verdiği hayat dersi

Mehmet Y. Yılmaz (Milliyet)
        
    Gazeteci olmanın en iyi yanlarından biri hiç kuşku yok başka bir meslekte tanıyamayacağınız kadar değişik insanla tanışma olanağını bulmanız..
    Tanıştığınız her insanın kendi başına bir dünya olduğunu aklınızda tutar, kendinizi bir keşif yolculuğundaymış gibi farz edebilirseniz bunun çok da yararını görürsünüz..
    Benim için hep böyle oldu..
    Bunun kötü bir tarafı da var elbette.. Tanıştığınız, kısa süreler için de olsa yakınlaştığınız insanlar, yaşam sürelerini doldurdukları zaman sizin de içinizden bir parça geri dönmemek üzere uçup gidiyor gibi olur...
    Sakıp Sabancı ile on iki - on üç yıl önce uzun bir uçak yolculuğunda tanışmıştım. İstanbul - Singapur - Tokyo - İstanbul uçağında.. Toplamı 24 saati geçen bir yolculuk..
    Benim açımdan işin ilginç yönü, yakın bir geçmişte kaybettiğimiz Üzeyir Garih ile de aynı yolculukta tanışmıştım.
   
    'Para, mevki geçicidir'
    Üzeyir Bey ile yan yana oturuyorduk, Sakıp Bey de hemen önümüzdeki koltukta..
    Konuşmayı, tecrübelerini ve fikirlerini durmaksızın anlatmayı seven iki insan ve ağzından kerpetenle laf çekilebilen ben!
    Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi onlar anlattılar, ben dinledim..
    Bir ara "Bu yolculuk ne zaman bitecek, uçak düşse kurtulabilir miyim?" diye düşündüğüm de oldu, ne yalan söyleyeyim..
    İki tecrübeli işadamından sonraki yaşamım boyunca çok yararını göreceğim öğütler dinlemiştim.. Ama en temel ders de şuydu: Paranın ve şu anda işgal ettiğiniz mevkinin gerçek yaşamda hiçbir değeri yoktur. Para gereklidir ama hiçbir zaman yeterli bir şey de değildir.. Mevkiler ise ödünç alınmıştır, belli bir süre sonra onu size verenler gelip alacaklarını tahsil ederler! Gerçekten değerli olan tek şey insanın kendi yaşamıdır.
    Nedendir bilmem, belki de ketumluğuma güvendikleri için gerçekten çok özel şeyler de anlatmışlardı bana bu anafikri destekleyecek..
   
    Bıraktıkları yaşayacak
    Yine neden olduğunu bilmediğim bir şekilde o yolculukta bana içlerini açan bu iki insanla daha sonra hiç bir arada olmadım.. Davetlerde, toplantılarda karşılaşılınca ayaküstü yapılan nezaket konuşmalarını saymazsam tabii ki..
    Bir insanın yaşamının sona ermesi elbette en başta yakınlarını derin bir üzüntüye boğuyor.
    Ne bir teselli cümlesi, ne de bir jest bu acıyı hafifletmeye yetebiliyor..
    Böyle durumlarda Amin Maalouf'un, Afrikalı Leo isimli romanında okuduğum bir bölümü hatırlıyorum. Kelime kelime ezberimde değil ama mealen aktarabilirim. Bir hoca, annesini kaybetiği için derin bir acıyla sarsılan Leo'nun dayısına şöyle diyor: "Ona ne mutlu ki senin acını görmedi. Eğer bugün senin arkandan ağlayan o olsaydı, perişan olacaktı. Sıralı olan her şey için Tanrı'ya şükredelim.."
    Sakıp Sabancı her şeyin ötesinde salt insani yönleriyle çok değerli bir kişilikti.. Sadece para kazanmak, şirketler, fabrikalar kurmakla yetinmedi, ülkemizin sanat ve kültür yaşamının gelişmesi için de önemli katkıları oldu. "Hayır işleri"ne verdiği önem, yaptırdığı okullar, yurtlar daha uzun yıllar sanki aramızdaymış gibi yaşamasını sağlayacak..
    Tanrı rahmetini esirgemesin..
   
    mehmet.yilmaz@milliyet.com.tr
   
****

Sakıp Bey, ilk doğum gününü 57 yaşında kutlamıştı

Meral Tamer (Milliyet)
        
    Dün kaybettiğimiz Türk iş dünyasının benzersiz fenomen ismi Sakıp Sabancı ile çeyrek asırlık bir zaman dilimine yayılmış anılarım var. Hangi birini anlatayım? Arşivimin sayfalarını en gerilere doğru çeviriyorum.
    Sakıp Bey'i 1980'lerin başında İstanbul Sanayi Odası'nın aylık Meclis toplantılarında tanımıştım. Bendeniz, Turgut Özal'ın ekonomiyi gündelik hayatın bir parçası yapması üzerine Cumhuriyet gazetesinin dış haberler servisinden ekonomiye geçiş yapan çiçeği burnunda bir muhabiri, Sakıp Bey ise İSO Meclisi'nin en disiplinli, en dinamik üyelerinden biriydi. Her toplantıya dersini gayet iyi çalışmış olarak gelir, gündemdeki konularla ilgili ateşli konuşmalar yapardı. Ertesi gün gazetelerde görünmek isteyen bazı İSO Meclis üyeleri, aynı fotoğraf karesine girebilmek için Sabancı'ya yakın dururlardı.
   
    Lassa, Asil Çelik
    O günlerde ezeli rakipler Koç ve Sabancı arasında centilmenlik anlaşması henüz yürürlükte değildi. Sabancı Grubu, kur farkları nedeniyle sıkışan Lassa'yı yeniden kendi ayakları üzerine kaldırmaya uğraşırken, zarar eden Asil Çelik'i devlet devralınca, Sabancı 20 Ekim 1982 günkü İSO Meclisi'nde hem Koç'a hem de devlete veryansın etmişti: "Testiyi kıranla suyu götüren aynı muameleye tabi oldukça bir yere varamayız. Devlet ekonomiye süt verirken bir avuç kurucunun değil, toplumun menfaatlerini gözetmelidir. Hata yapan cezasını görmelidir."
   
    TÜSİAD'ın ilk filmi
    80'li yıllar boyunca Emirgân'daki Atlı Köşk, sadece Sabancı'nın evi olmakla kalmayıp, aynı zamanda yurt dışından gelen önemli konukların ağırlandığı bir mekândı. Dolayısıyla bizler de sık sık haber izlemek için Atlı Köşk'ün yolunu tutardık. Önce yemekler yenir, ardından tuvalet dahil evin her köşesinden fışkıran Sabancı koleksiyonunun değerli parçaları yabancı konuklar tarafından hayranlıkla incelenir, son olarak da üst kattaki oturma odasında Sabancı Holding'in filmi seyredilirdi.
    Sakıp Bey, TÜSİAD Başkanı olduktan sonra da bu adeti sürdürünce, Koç'tan tepki geldi. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Schultz'un Atlı Köşk'ü ziyaretinin ardından, derhal bir TÜSİAD filmi sipariş verildi. Yabancı konukların mutlaka Atlı Köşk'e götürülmeleri icap ediyorsa, hiç değilse Sabancı filminin yerine TÜSİAD filmi gösterilmeliydi!
   
    Kafaları kopartmak
    Tarih 15 Nisan 1987. Türkiye'nin AET'ye tam üyelik başvurusunun ertesindeki ilk İSO Meclisi. Sabancı, günümüzün en ünlü stand up'çılarına taş çıkartacak bir performans sergiliyor: Bir yandan elleriyle kendi başını 2 yandan tutup kopartmak istercesine çekiştirirken, diğer yandan da, "Arkadaşlar, hep beraber üstümüzde bulunan kafaları bir yana koyup, yerine başka kafalar bulmak zorundayız," diye bağırıyor. Laciler içindeki ciddi sanayiciler birden çocuklaşıp kahkahalara boğuluyorlar...
   
    Ve sürpriz doğum günü
    9 Nisan 1990 gecesi. Teşvikiye'de muhtemelen Bronz sokakta şu an adını hatırlayamadığım bir mekândayız. Sakıp Bey ve eşi Türkan Hanım'ın yanı sıra şu an hatırlayabildiklerim Vitali Hakko, Ali Koçman, Cem Boyner, Hasan Güleşçi, birkaç gazeteci, Sakıp Bey'in diş doktoru Peker Sandallı, terzisi Yusuf Kenan...
    İlk bir saat, orada neden biraraya geldiğimiz konusunda kimsenin bir fikri yok. Sohbetler koyulaşmışken Güler Sabancı'dan bir çağrı geliyor:
    "Amcacığım neredesiniz? Sizi mikrofona davet ediyorum. Bugün sizin doğum gününüz!"
    Sakıp Bey şaşkın, mutlu ve muzip: "Yahu biz köy yerinde doğmuşuz. 6 kardeşiz. Anam babam altımızı birden nüfusa kaydettirmiş. Ben doğum günümü bilmem. Hayatımda da bugüne kadar hiç doğum günü kutlamadım. Bu tarih de nereden çıktı?"
   
    Kalp ameliyatı
    Sakıp Bey bir yıl önce tam o günlerde Amerika'da ağır bir kalp ameliyatı geçirmiş, yakınlarını çok korkutmuştu. Güler Hanım da, Sabancı'nın hayata yeniden dönüşü olan 9 Nisan'ı amcasının doğum günü olarak kabul etmiş ve ertesi yıl aynı gün amcasına bu hoş sürprizi yapmaya karar vermişti. Böylece Sakıp Bey 57 yaşında ilk kez doğum gününü kutlamış oldu. (Dün Sabancı'nın vefatıyla ilgili haberlerde doğum tarihi 9 Nisan 1933 olarak veriliyordu.)
    Ailesine, Sabancı Topluluğu çalışanlarına, dostlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
   
    mtamer@milliyet.com.tr
    

****   
500 yıl yaşayacak eserin adı Sakıp Ağa

Serpil Yılmaz (Milliyet)
       
    Sakıp Sabancı'nın arkadaş çevresinden, en az 10 - 15 yurt dışı seyahatini birlikte yaptığı işadamı Mehmet Gazioğlu ile konuşuyoruz... "Ağır bir ameliyat geçirmişti, son ve beşince Amerika yolculuğundan yorgun döndü. Zatürre oldu, hastaneye yattı." Gazioğlu hastaneye üçüncü gidişinde arkadaşı yoğun bakımdaydı. Son üç hafta zordu.
    Son görüşü Yılbaşı gecesiydi. Amerika'dan iyi haberler almıştı, hastalık tekrarlamayacak diyordu. Yılbaşı gecesi tüm dostlarını topladı. Atlı Köşk'te olacaktı, grup çoğalınca daveti Hiltonsa'ya aldı.
    Gazioğlu, "Gözümün önünden en mutlu olduğu anı geçirmeye çalışıyorum" diyor, 1 Ocak 2004 gecesine gidiyor. Sabancı o gece tüm dostlarıyla, hayatının en büyük başarısını, sağlığını yeniden kazanma mutluluğunu paylaşıyordu.
    Gazioğlu'na seyahat arkadaşı Sabancı'yı soruyorum "Havalimanında Sakıp Ağa'nın eli genellikle boş, bizim de elimizde bir iki paket oluyordu. Hemen elimize atılıp 'Ben taşıyayım' derdi" diye başladı...
    Gezilerdeki Sabancı'nın para harcama alışkanlığını soruyorum...
    "Seyahat arkadaşlarım içinde paylaşımda Sakıp Sabancı farklı bonkördü. Hemen bir duygusu olduğu zaman paylaşırdı" diyerek bonkörlüğünü daha geniş tanımlıyor.
    Gazioğlu'nun "Dubai'de Burj El Arap açıldığında meraktan gittik. Kral dairesi 7 bin dolardı, bir alt 4 bin dolardı. 4 bin dolarlık bölümünde kaldı. Halkla içiçe olacağı yerleri seviyordu, resmi yerleri sevmezdi" sözleri bana Sabancı'nın Monaco sahilinde sarı üstü açık otomobil ile gezerkenki halini hatırlatıyor.
   
    'Çok şükür' diye bağırdı
    Gazioğlu, "Benim için ansiklopedi gibi bir insandı. Her fasükülü dopdoluydu. Ondan çok şey öğrendim. Anılarını anlatıyordu (Amerika'ya geldiğimde işadamları ile konuşuyordum. Onun üzerine daha sosyal olmayı, halkla paylaşmayı orada öğrendim) diyordu" derken, yutkunuyor.
    Daha yeni önceki (cuma günü) Sabancı Üniversitesi'nde yapacağı bir davetin kartını almış: 6 Haziran'ı ayırınız...
    Gazioğlu kamuoyunda, AKP'nin ilk kurulduğu günlerde Başbakan Erdoğan ile girdiği polemik sonucu partiden ihraç edilmesiyle de tanınıyor.
    "Son 6 - 7 ay bugünkü hükümeti değerlendirirdik. New York'ta bir gecede değerlendirme yaptık. Bugünkü hükümetin savunucusuydu, bardağın dolu tarafını görüyordu."
    Gazioğlu'nun ağzından dökülen, "Hayatında güzel denge kurardı" cümlesi Türkan Sabancı'ya kadar gitti: Aralarında hiçbir gerilim yoktu, çok iyi anlaşırlardı.
    İnançlarına da geldik Sabancı'nın:
    "Hat sergisinin açılışında Amerika'daydık, yürüyoruz yolda eşofmanlarla, bir anda yüksek sesle "Çok şükür" diye bağırmıştı. Ben onu çok yerde yüksek sesle Allah'a karşı şükranını duydum."
    Sabancı ile programınızda ne eksik kaldı dediğimde, "Havai'ye gitme sözü vermiştik" dedi...
    Bisse gömleklerinin sahisi İbrahim Kefeli de Sabancı'nın yakın dostlarındandı. Bisse'nin mankenliğini bile yapmıştı.
   
    El sallayıp odaya girmedi
    Kefeli de onu son hafta hastanede sık sık ziyaret edenlerdi. En son Başbakan Tayyip Eroğan'ın odaya gelmesinden 10 dakika sona görüşmüştü kendisiyle. Kefeli, arkadayını Erdoğan ile Kıbrıs, ekonomi üzerine sohbet eden Sabancı yorgun düşmüş uyur halde buluyordu. El sallayıp odaya girmedi.
    En son görüşmeleri şubat ayında, Antalya'da gerçekleşmiş. Bayram tatili için Ata İnşaat'ın sahibi kendilerin davet etmiş.
    Kefeli, orada Sabancı'nın belki de son arzusunu dinlemiş: "Bugüne kadar yaptığım tüm hayır işlerinin toplamından daha büyük bir eser bırakmak istiyorum. 500 yıl yaşayacak, uluslararası ünü olan..."
    Nasıl bir yatırım diye üstelediğimde, "Kızılay gibi" diyor Kefeli...
    Gazeteci olarak Sabancı ile çok kez görüştük. Heyecanına, enerjisine çok tanık oldum. Küskünlüğün, kızgınlığın Sabancı'yı esir almadığını da iyi bilirim.
    Kardeş acısı yaşadığı günlerde, Özdemir Sabancı'nın vurulduğu odanın yanı başında "Bana kimse sahip çıkmadı" demişti. Aydınlara çatıyordu. Güney Doğu raporu yayınlanmış, zamanın MHP Genel Başkanı "Çizmeyi aşma" demişti, kimse sesini çıkarmamıştı diye üzülüyordu.
    Belleğimizde bıraktığı izlere bakınca, bugün bile içimden "Bardağın yarısı dolu" diyesim geliyor. Yaşadı, yaşattı, yaşayacak.
   
    syilmaz@milliyet.com.tr

****

Milli Gazete 

O, gerçek bir Anadolu aşığı insandı

 
7 Nisan 1933’te Hacı Ömer Sabancı ve Sadıka Sabancı’nın ikinci çocuğu olarak Kayseri’nin Akçakaya Köyü’nde doğan Sakıp Sabancı, “stajyer memur” olarak çalışmaya başladığı iş hayatının zirvesine çıkmayı başardı.
 
7 Nisan 1933 tarihinde Hacı Ömer Sabancı (1906-1966) ve Sadıka Sabancı’nın (1910-1988) ikinci çocuğu olarak Kayseri’nin Akçakaya Köyü’nde doğdu. Kardeşleri İhsan (1931-1979), Hacı (1935-1998), Şevket, Erol ve Özdemir (1941-1996) Sabancı’dır.
 
1948’de AKBANK’da 25 lira aylıkla “stajyer memur” olarak çalışmaya başladı. Bankada yazı makinesi, hesap makinesi kullanmayı, tahsil fişi, tediye fişi ve makbuz kesmeyi öğrendi. İlk kez İstanbul’a geldi, Sirkeci’deki Özipek Palas Oteli’nde kaldı.
 
1950’de, 3 yıl üstüste zatürre hastalığı geçirmesi nedeniyle liseyi bitiremeden okuldan ayrıldı ve aynı yıl kurulan BOSSA Un Fabrikası’nda veznedar oldu, maaşı 50 liraya çıktı.
 
1955’te BOSSA Un Fabrikası’na ticaret müdürü oldu. Aynı yıl ikinci el Pontiac marka beyaz spor bir otomobil satın aldı.
 
1957’de teyzesinin kızı Türkan Civelek ile BOSSA Un Fabrikası’nın bahçesinde yapılan bir düğün töreniyle evlendi. BOSSA Tekstil Fabrikası’nda Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmaya başladı.
 
1964’te büyük kızı Dilek dünyaya geldi. Adana Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı oldu.
 
1966’da babası Hacı Ömer Sabancı İstanbul’da vefat etti. Aynı yıl Türkiye’deki ilk poliester elyaf ve iplik fabrikası SASA kuruldu.
 
1967’de kardeşleriyle birlikte HACI ÖMER SABANCI HOLDİNG A.Ş.’yi kurarak Yönetim Kurulu Başkanı oldu.
 
Topluluk şirketlerinden ilk olarak Akçimento hisse senetleri halka arz edildi.
 
1970’te ikinci çocuğu Metin dünyaya geldi. Zihinsel özürlü olarak dünyaya gelen Metin Sabancı’nın tedavisi için Amerika ve Avrupa’da pekçok hastane ve doktora başvuruldu. Tamamen iyileşme olanağı olmayan bu hastalıktan muzdarip pekçok gence yardım için 1976 yılında Erol Sabancı Spastik Çocuklar Tedavi ve Eğitim Merkezi ile 1996 yılında Metin Sabancı Spastik Çocuklar ve Gençler Eğitim Üretim ve Rehabilitasyon Merkezi kuruldu.
 
1973’te küçük kızı Sevil dünyaya geldi.
 
1974’te o dönemler Sabancı Holding Genel Koordinatörü olarak görev yapan Türkiye Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ısrarı üzerine Sabancı Holding İstanbul’a taşındı. Anne Sadıka Sabancı’nın bütün malvarlığını bağışlaması ve Sabancı kardeşlerin katkılarıyla Hacı Ömer Sabancı Vakfı VAKSA kuruldu. Vakıf bugün, toplam 53 yerleşim merkezinde 112 kalıcı esere sahip, Türkiye’nin en büyük aile vakfıdır. İzmit Köseköy’de LASSA (BRİSA) kuruldu.
 
1981’de Türk sermayesi ile yurtdışındaki ilk banka AKINTERNATIONAL BANK (Sabancı Bank Plc.) Londra’da kuruldu. Sabancı, aynı yıl Amerika’da Houston’da ilk kez kalp kapakçığı ameliyatı oldu.
 
1984’te ilk onursal doktorası Eskişehir Anadolu Universitesi tarafından verildi. İsveç’te, Stockholm’de Uluslararası Ticaret Odası Kongresi’nde Türkiye’yi temsil etti.
 
1985’te ABD eski Başkanı Jimmy Carter ve eşi, Sakıp ve Türkan Sabancı’yı Emirgan’daki evlerinde ziyaret etti.
 
Türk ekonomisindeki gelişmeleri, Avrupa’daki uluslararası firmaların ve bankaların temsilcileri ile Türkiye ile iş yapan İsviçre bankaları ve İsviçre firmalarının temsilcilerine aktarmak amacıyla İsviçre-Türk Derneği’nin Cenevre’de düzenlediği toplantıya konuşmacı olarak katıldı.
 
“İşte Hayatım” isimli ilk kitabı yayınlandı.
 
Mimar Sinan konusunda Fransa’nın ünlü Sorbonne Üniversitesi’nde konferans verdi.
 
1986’da TÜSİAD’ın Yönetim Kurulu Başkanı oldu.
 
1987’de şimdi Belçika Kralı olan Prens Albert İstanbul’a gelerek, Sakıp Sabancı’ya Emirgan’daki evi Atlı Köşk’te “Belçika Kraliyet Nişanı” takdim etti.
 
Sabancı ve DuPont ortaklığıyla ilk yüzde 50/50 “joint venture” şirket DUSA kuruldu. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı oldu. Sakıp Sabancı ve eşi, ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşini Beyaz Saray’da ziyaret etti.
 
1988’de Sakıp Sabancı ve eşi, ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşini Beyaz Saray’da ikinci kez ziyaret etti.
 
1989’da babası Hacı Ömer Sabancı zamanında toplanmaya başlanan Resim ve Hat koleksiyonlarının sergilenmesi için SSCB Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine Moskova’da bir sergi açıldı. Bu sergi, sonraki yıllarda dünyanın en önemli müzelerinde segilenecek “Altın Harfler: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat-Resim Koleksiyonu Sergisi” için bir mihenk taşı oldu. Sabancı, Amerika’da Houston’da ikinci kez kalp ameliyatı oldu.
 
1992’de Japon hükümeti tarafından Sakıp Sabancı’ya “Kutsal Hazine Altın ve Gümüş Yıldız Nişanı” takdim edildi.
 
1993 yılında SABANCI CENTER açıldı.
 
1994’te Japon Toyota ve Mitsui ile yüzde 50/50 ortak olarak Türk otomotiv sanayiine yeni bir pencere açacak TOYOTASA fabrikası Adapazarı’nda açıldı.
 
1996’da kardeşi Özdemir Sabancı elim bir saldırıda hayatını kaybetti.
 
1997’de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile onurlandırıldı.
 
Dünyaca ünlü gıda devi Fransız Danone ile yüzde 50-50 ortaklıkla DANONESA kuruldu. Fransız Hipermarket zinciri Carrefour ve Sabancı ortaklığı ile CARREFOURSA Hipermarket Zinciri kuruldu.
 
1998’de “Altın Harfler: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat-Resim Koleksiyonu Sergisi” New York’ta Metropolitan Müzesi’nde sergilendi. Böylece Metropolitan Müzesi’nde sergilenen ilk özel koleksiyon ünvanına sahip oldu.
 
Du Pont firması ile ortaklaşa Arjantin ve Brezilya’daki endüstriyel iplik ve kord bezi fabrikaları satın alındı. Ancak, kardeşi Hacı Sabancı vefat etti.
 
1999’da 170 milyon dolarlık yatırımla, Türk eğitimine yeni bir soluk getirmesi hedeflenen SABANCI ÜNİVERSİTESİ İstanbul’da açıldı.
 
Çukurova Üniversitesi tarafından onbirinci onursal doktorası takdim edildi.
 
2000’de “Altın Harfler: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat-Resim Koleksiyonu Sergisi” Paris’te Louvre Müzesi’nde sergilendi.
 
2001’de Sabancı ve DuPont’un yüzde 50-50 ortaklığıyla 4 kıtada toplam 16 fabrika ile faaliyet gösteren DUPONTSA ve DUSA INTERNATIONAL şirketleri kuruldu.
 
Sakıp Sabancı ve ailesi, ABD Başkanı Bill Clinton’ın davetlisi olarak Beyaz Saray’a gitti.
 
Fransız Hükümeti,”Altın Harfler” koleksiyonunun Louvre Müzesi’nde sergilenmesini gerçekleştirerek Fransız-Türk kültür ilişkilerine yaptığı katkılar ve Fransa’nın önde gelen şirketlerinden Danone, Carrefour ve BNP ile sürdürdüğü başarılı ortaklıklarından dolayı, Elysee Sarayı’nda yapılan törenle, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından Sakıp Sabancı’ya “Legion d’honneur” şeref nişanı takdim edildi.
 
Sakıp Sabancı’nın “İşte Hayatım”, “Para Başarının Mükafatıdır”, “Gönül Galerimden”, “Rusya’dan Amerika’ya, Gezdiklerim Gördüklerim”, “Ücret Pazarlığı mı, Koyun Pazarlığı mı?”, “Gelişen, Değişen Türkiye”, “Daha Fazla İş, Daha Fazla Aş”, “Doğu Anadolu Raporu”, “Başarı Şimdi Aslanın Ağzında” ve “Hayat Bazen Tatlıdır” isimli Türkçe kitaplarının yanı sıra, İngilizce ve Japonca yayınlanan “This is My Life” ile “Turkey: Changing and Developing” adlı toplam 13 kitabı bulunuyor.

*********

 Oktay EKŞİ (Hürriyet)

AğaSA...

İŞ dünyamız belki de gelmiş geçmiş en renkli adamını kaybetti:

Sakıp Sabancı dinamizmiyle, dışa dönük kişiliğiyle, baş edilmez bir müteşebbis izlenimi veren yaklaşımlarıyla uzun yıllardır hep önde, hep vitrinde ve hep başa güreşenler arasındaydı.

Sabancı adı Türkiye’de ‘sıfır’ın insan gayretiyle nasıl bir ‘uluslararası iş imparatorluğuna’ dönüştürülebileceğinin hikáyesidir.

Sakıp Sabancı bu dönüşümü kurumlaştırmanın sembolüydü.

Sadece kurumlaşmanın değil, kendini aşabilmenin de önemli bir örneğiydi. Bunu yapmak, onun için kişiliğinden feragat etmek anlamına gelmezdi. O yüzden dilindeki Adana aksanıyla, zaman zaman abartılı görünen beyanlarıyla o kendine özgü bir kişilikti, ‘ben buyum!’ mesajını verirdi.

Sakıp Sabancı, başkasında olan ‘iyi’yi hemen görürdü. O ‘iyiden daha iyi’ye sahip olmadıkça, o ‘iyiden daha iyi’yi yapmadıkça rahat etmediği dışarıdan bile görünürdü. Ancak bu çabasını, topluma dönük yarara çevirmeye dikkat ederdi.

Zenginliğin sadece bir kişiye, bir aileye refah getiren bir gerçek olmaması gerektiğinin bilincindeydi. O nedenle bir zenginin, topluma karşı görevleri, borçları olduğunu unutmazdı.

Varlığını kültür ve sanat hayatımızı desteklemek için kullanması, toplumsal sorumluluk bilincinin kanıtıydı.

Sahip olduğu çok zengin resim ve hat koleksiyonu, Emirgan’da kurduğu Sakıp Sabancı Müzesi bu özelliğinin bir yansımasıydı.

Güler Sabancı’nın üstlendiği inisiyatife güvenerek kurduğu Sabancı Üniversitesi bir diğer örnekti.

O saçının ucundan, tırnağının ucuna kadar işadamı idi. O kadar ki yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsal görevlerini yaparken de, işadamlığı mührünü o olaya vururdu.

Sakıp Sabancı tükenmeyen enerjisini, başarı hedefine kilitlenmiş ihtirasını yanlış bir adrese yöneltmeyecek kadar da yeteneklerinin sınırlarını bilirdi. Örneğin, siyasete ilgi duyduğu hatta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmayı düşlediği dönemler oldu ama siyaset denizindeki tehlikeli akıntılarla baş edemeyeceğini çabuk gördü. Etkinliğini büyük bir işadamı kimliğiyle sürdürmeyi tercih etti.

Sakıp Sabancı’nın önemli bir özelliği de aile değerlerine önem vermesiydi.

O mazbut bir adamdı.

Sakıp Sabancı’nın vefatı, iş dünyamız için gerçekten büyük bir kayıptır. Tıpkı Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Üzeyir Garih gibi...

Cumhuriyetimizin Osmanlı’dan devraldığı zenginler değirmencilik, makarna imalatı, şekercilik ve tahin imalatı, konserve, bira, buz ve tütünden para kazanırlardı.

Cumhuriyet, işadamlarının 1923 İktisat Kongresi’nde karara bağlanmış tüm isteklerini yerine getirerek onların önünü açtı. Ama bu teşvik önlemleri, üretim yerine kolay kazanç için kullanılınca sanayileşme gerçekleşmedi.

Sabancı, sanayileşen Türkiye’nin ilk kuşak sembollerinden biriydi. Kaybı o nedenle de bu ilk kuşak devrinin kapanmakta olduğunu gösterdiği için önemlidir.

***

Doğan HIZLAN (Hürriyet)


Sanatın hamisi bir sanayi imparatoru: Sakıp Sabancı

 

SAKIP SABANCI’nın ölüm haberini İzmir’de bir otel odasında dün sabah saat 08.00’de televizyondan öğrendim.

Ekranlarda sürekli onun güleç yüzünü gördüm. Ama beni en çok etkileyen hüzünlü bir kareydi. Neredeyse gözyaşları akacaktı.

Görüntüler arasında sayı bakımından en fazla olanı, sanayiyle ilgili konuşmaları, fabrikaların açılışındaki konuşmalar değildi.

Açtığı müze, kültüre, sanata yaptığı yatırım ve Türk kültürünün uluslararası kültür arenasında varlık göstermesi için bitmeyen çabaları.

Türk hat sanatının en güzel örneklerini, Metropolitan Müzesi (ABD) gibi, Louvre (Fansa) gibi müzelerde sergilemesiydi.

Gerek Amerika’daki gerek Paris’teki açılışlarda bulundum, onun nasıl sevindiğini yakından gördüm.

Sakıp Sabancı çok mutluydu, çünkü uluslararası bu sergilerle Türk imajının kültürel yanı yabancılara gösteriliyordu.

En kalıcı ve en etkileyici yanı buydu sergilerin.

Dünyanın önemli sınai kuruluşlarının başkanları, sahipleriyle konuşurken bir gerçeği fark ettiğini sık sık söylerdi. Sanayicinin zenginliğinin, yatırımlarının, servetinin uluslararası alanda olağan sayıldığını, olağanüstünün kültüre, sanata yapılan yatırım olduğunu ifade ederdi.

Akbank’ın yayınladığı kitaplar, sanata yaptığı sponsorluklar onun anlayışının yansımalarıydı.

* * *

AMERİKA’YA böbrek ameliyatına gitmeden bir gün önce Sakıp Sabancı Müzesi’nin bahçesindeki objeleri tek tek gösterdi, birlikte gezdik.

Arkeolojiye neden önem vermemiz gerektiğini, bizim için uluslararası tanıtma değerini örneklerle anlatıyordu.

Yıllarca yaşadığı binanın müzeye dönüştürülmesinin verdiği mutluluktan söz ederdi hep.

Amerika’dan döndükten sonra da, Medici’lerden Savoy’lara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi sergisini gezdirdi davetlilere, gene aynı coşkuyu yaşıyordu. Ertuğrul Özkök ile beni ellerimizden tuttu, yeni bir serginin, yeni bir sanat yavrusunun doğumunu yaşıyordu.

Sanatın görkemi onu her zaman büyülerdi.

Çünkü sanat eserinin Türkiye’yi dünyaya tanıtacak ön önemli aracı olduğunu çok iyi bilenlerdendi.

Hayatını kitaplara döktü, bu da batılı bir anlayıştı.

‘Söz uçar yazı kalır’ sözünü unutmadı. Kitap yazdı, başkaları gibi konuşmakla yetinmedi. Bildiklerini, öğrendiklerini, yaşadıklarını başkalarıyla bölüştü.

Çok da iyi etti, başarılı bir işadamının öyküsünü herkes okuyabildi.

Genç kuşaklar, başka sanayiciler, işadamları bunu okuyarak onun önemli deneyimlerinden yararlandılar.

Sakıp Sabancı, inançlı cumhuriyet kuşağının bir bireyiydi.

Ülkenin geleceğine inanarak çalıştılar.

...bıraktığım yerden Hayatım kitabında, onun hayat öyküsünü, sanata verdiği önemi okuyabilirsiniz.

* * *

GÖZÜM, gönlüm onu Sakıp Sabancı Müzesi’nin sergi açılışlarında arayacak, yokluğunu hissedeceğim.

Sıcakkanlı ev sahibinin beni elinden tutarak coşkulu konuşmasını özleyeceğim.

***

Sabancı ve ben

Nur Çintay A.  (Radikal)

Son dört gün içinde, kendimle ilgili bir şey öğrendim. Meğer Sakıp Sabancı'nın benim hayatımda, kalbimde, gırtlağımda, burnumun ucunda, daha önce hiç fark etmediğim kadar büyük yeri varmış.
Size anlatacak hiçbir anekdotum yok. Tanışmışlığım. Esprili bir takılmasını ilk kulaktan duymuşluğum.
Hiç. Ama işte, çarptı bu son icraatı.
Aileden birilerini kaybetmek ayrı travma. Peki yakından tanımadığınız T.C. sakinleri içinde; kaç kişinin vedası bu kadar burkar?
Bugün bütün gazetelerde onunla ilgili haberler, resimler, hikâyeler ve bilirkişi satırları olacak. Onların yanında çok zavallı sayılacak bu cümlecikleri geveliyor olmamın sebebi, çocukken tuhaf bulduğum, hiçbir zaman fanı olmadığım, hiç ilgi alanıma girmediğini sandığım birinin, meğer bana çaktırmadan nasıl da içime işlemiş olduğunu fark etmemin, kendi üzerimde yarattığı garip şaşkınlık.
Çok böyle insan insan olması mı buna yol açan? Sevecenliği mi? Hayata bağlılığı mı?
'Hayır' kelimesinin sadece 'evet'in karşılığından ibaret olmadığını bu derece sindirmiş olması mı?
Herkesi adam yerine koyması mı?
O 'şov yeteneği'nin, aslında snobe edilecek değil de, tam tersi kendini o kadar açabildiği için takdir edilecek bir şey olması mı?
Matrak kostümünün altındaki hüzün mü? Hastalıkların, acıların, onca maddi imkâna rağmen değiştirilemeyen kaderlerin üzerine yüklediği o halden anlarlık mı?
Sakıp Sabancı'yı bu kadar sevdiğimi bilmiyordum. İnşallah yeni yolculuğu çok renkli, çok eğlenceli geçer. Mutlu olur, huzur bulur.

Ölümün magazini
İlk dedikodu çarşamba günü çıktı: Sabancı ölmüş ama şu anda gizliyorlar. Perşembe yine söylenti: Açıklamak için borsanın kapanmasını bekliyorlar.
Cuma tekrar: Her an açıklama yapacaklar.
Bu arada iş çığrından çıktı; bazı internet siteleri kendinden geçti. Öğleden sonra taziyet bildirimi için telefon numaraları dolaşır oldu. Ahizenin öte ucunun 'Sayın Sakıp Sabancı'yı kaybettik; alakanız için teşekkürler' dediği, fakat yoğun aramalar yüzünden telefonun kilitlendiği ve sonra da iptal edildiği konuşuldu. Gazetelere başsağlığı ilanları gelmeye başladığı iddia edildi.
Gerçek acı haberi ise cumartesi sabahı aldık.
Aynı deprem ve terör patlamaları zamanındaki gibi. Fısıltı gazetesi bu tip durumlarda tam gaz çalışıyor. Ve de insanı dumur ediyor.
Sevil Sabancı'nın zaruri açıklaması sırasında bazı muhabir arkadaşların inatla ve tekrar tekrar bu söylentilerden bahsetmesi... Tamam haber peşindesin de... Bu kadar kritik noktada böyle acılı bir insanı
'sıkıştırmak' da nereye kadar? İşin gereği mi (iş nedir?) mesleki deformasyon mu?
Vefat sonrası televizyon haberleri ise başka âlem. Neyi hangi üslupla sunduğun da, işte senin sınıfını gösteriyor. Konuşma içinde gayet manalı ve esprili duracak bir argo tabiri cımbızlayıp, 'Unutulmaz sözleri' başlığıyla vermek, izleyicinin ancak midesini ekşitiyor.

'Miteloji' sahnesi
İstinye'deki ilk başta fazlaca steril, dolayısıyla da ürkütücü görünen
Borusan Oto'nun sanat galerisinde çok çarpıcı bir sergi var.
Kimin?
Zaten bütün mesele orada: 1957-1992 yıllarında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği'nde tedavi görmüş hastaların.
'Çığlığın Işıkla Buluşması'nda, çoğu resme bakarken 'Aman Allahım, kim bilir neler geçmiş zihninden' diye donakalıyorsunuz.
'Gözüme Görünen Gözlerin Bakışı', 'Hiçbir Şey Düşünmeden Yaptım, Sırf Sanat Düşündüm', 'Sessizlik İstiyorum, Çıt Yok' gibi isimleri var. Ama şahsi favorim, bu gördüğünüz 'mitelojik' canlandırma.

***

Yavuz Donat (Sabah)

Ölmek, yok olmak değil

Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor ki... Her canlı ölümü tadacaktır. (Al-i İmran suresi) Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir. (Nisa suresi)
Yine Kur'an-ı Kerim'de deniliyor ki: Artık ecel gelince o ne bir saat geciktirilebilir, ne de öne alınabilir. (Nahl suresi)
Ecel geldi ve Sabancı da ölümü tattı. Ama ölüm "yok olmak değildir." Geçici dünya misafirliğinden sonra, ahiret yaşamına geçiştir.
Allah'a, ülkesine, çevresine, ailesine kar- şı "vazifelerini" yerine getirenler için "ölüm, daha yüksek bir yaşama açılan kapıdır."
Onbinlerce insana istihdam yaratan, okullar, öğrenci yurtları inşa eden Sabancı "görevlerini" eksiksiz yerine getirdi.
Mekanı cennet olsun.
Artık "daha yüksek bir yerde ve sevenlerinin kalbinde" yaşayacak.

***



İki yıl önceydi. "Ecevit-Bahçeli-Yılmaz Hükümeti" görevdeydi.
Mustafa Özkan'ın İstanbul'da bir daveti olmuştu.
Eve ilk giden iki konuk Sabancı ile bizdik. Ona "bir kitaptan" bahsettik. Babası Hacı Ömer Ağa ile Celal Bayar arasında geçen bir olay anlatılıyordu.
"Özetle" şöyle.
Cumhurbaşkanı Bayar bir gün Hacı Ömer Sabancı'ya der ki:
- Fabrika kur... İnsanlara iş imkanı yarat.
"Baba Sabancı" Bossa'yı kurar. Açılışa, Bayar'ı davet eder. Cumhurbaşkanı kürsüye çıkar: - Hacı Ömer değil mi ki, fabrika kurdun, insanlara iş sağladın, Allah benim ömründen alsın, sana versin.
Bayar'ın bu sözleri üzerine Hacı Ömer Ağa ağlamaya başlar.

***



Sakıp Sabancı'ya, Mustafa Özkan'ın evinde "kitapta okuduğumuz bu olayı" anlatınca...
Sakıp bey heyecanlanmıştı. Ayağa kalkmıştı. "Ben de oradaydım" demişti: - Daha küçüktüm... Cumhurbaşkanı'nın sözleri bütün aileyi ağlatmıştı... Bayar'ın o sözleri üzerine babam yeni fabrikalar kurmuştu.

***



"Fabrika... Yatırım... Üretim... İstihdam" denilince nasıl heyecanlandığına o gece bizzat tanık olduk.
"Yatırımsızlığa, işsizliğe" ne kadar üzüldüğünü bizzat gözledik.

***



Eski valilerden Hüseyin Öğütçen, anılarında (Bir İdarecinin Zamanla Yarışı) anlatır.
Sabancı, İzmit'te "yatırımlarını büyütmek, yeni yatırımlar yapmak" niyetindedir.
Ama "imar planı ile ilgili bazı konularda, bürokrasinin işleri hızlandırması" gerekmektedir.
Sakıp bey İzmit Valisi'ni, Belediye Başkanı'nı, Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı'nı, Kordsa'da yemeğe davet eder.
"Kafasından geçenleri" anlatır. "Destek" ister.
Ve sözü valiye bırakır. Hüseyin Öğütcen de konuşur: - Sayın Sabancı, yeni fabrika demek, işsizlere iş vermek demek... Elbette yardımcı oluruz... Ama bir şartla.
- Nedir şartınız vali bey?
- İzmit'te, kültür merkezi yok.... Eğer
kültür merkezi ve kütüphane yaparsanız, biz de her türlü desteği veririz.
Sabancı birden heyecanlanır. Ayağa fırlar: - Vali bey benden eğitimle, kültürle ilgili ne isterseniz isteyin... En iyisini yapacağım.
Ve gerçekten de "en iyisini" yapar.

***



İman edip iyi, yararlı işler yapan kimseler cennetlik olanlardır; onlar orada ebedi kalacaklardır. (Bakara suresi)

*****

Umur Talu (Sabah)

Ağa'nın özel devrimi, derin sırları

Sakıp Sabancı bende hep şu duyguyu yarattı:
Sınıfının çıkarları ile bağlı olduğu toprağın çıkarlarının çelişkileri arasında; aklını, duygularını, düşüncelerini yeni boyutlara taşıyabilme çabası.
Bir sanayi imparatorluğunun başında olmasına rağmen, sınıflar ötesi ulusal bir sempatinin ona armağan ettiği "Ağa" sıfatı...
Ama bu "feodal" sıfata rağmen de, Türkiye iş dünyasında gerçek anlamda "burjuva" olma çabasındaki nadir kişilerden.
Üstelik, bu çabayı, büyük öğretimlerden, cafcaflı diplomalardan güç alarak yahut sadece bir servetin kullanılış biçimiyle göstererek değil; merak ederek, kendi ken- dine öğrenerek, çevresini bilgi kaynağı olarak değerlendirerek de gösteren bir insan.
Kimileri bunu belki sadece "zenginli- ği sempatik gösteren adam" olarak özetler.
Biraz az, biraz haksızlık olur.
Sadece servetin "olumlu imaj" kılınmasına çaba harcayan bir adam portresi kısıtlı kalır.
Sanıyorum, tüm ağalığına rağmen gösterdiği "burjuvalaşma" çabası, en azından kendisinden başlayarak ve bunu yay- maya uğraşarak gerçekleştirmek istediği "bir nevi burjuva demokratik devrim"di.
Şirketlerin, paranın, servetin burjuvalaş- maya yetmediğine dair kuvvetli bir sezgi sanki.
Siyasi ortama müdahalenin sadece şirket, sektör, sınıf adına gündelik çıkarların kovalanması olamayacağına dair bir hissiyat sanki.
Bu yüzden, öğrenmenin, bilmenin, yorumun, eleştirinin, kısaca "burjuva aydınlanması"nın zorunluluğuna dair, kendini, liseden terk eğitimini, sınıfının ürkekliğini, o sınıfın tahsilli-tahsilsiz cehaletini aşma gayreti.

Nitekim, "gülen adam"ın en büyük acılarından ve birlikte götürdüğü en büyük kuşkulardan, sırlardan biri de, kendi içinde yapıp yaymaya çalıştığı o "bir nevi burjuva devrimi"ne ilişkindir.
En gerilimli dönemlerden birinde, Güneydoğu meselesi, Kürt sorununa ilişkin yaptığı çıkış...
Kimi merkezlerce adeta sindirilmek istenmesi...
Ardından da, "sol terör" görünümlü bir saldırıda kardeşini ve iki çalışma arkadaşını yitirmesi.
Sırasıyla bakıldığında;
Sakıp Bey'in girişimiyle, onun önderliğinde bir Güneydoğu'da reform raporu, bomba gibi düşer.
O güne kadar, kendi çıkarlarını kollayarak arazi olmakla ünlü Türkiye burjuvazisi, böylesine "milliyetçi", böylesine "tabu" bir konuda birdenbire cesur ve aykırı bir çıkış yapmıştır.
"Sınıfdaş"larının çoğu onu yalnız bırakmış olsa da.
Bir takım mahfiller, bu arada bir zamanlar "komünizme karşı" desteklemiş olduğu Türkeş, "kendi demokratik devrimi"ni gerçekleştirmekte olan Sabancı'yı "çizmeyi aşmaması" için şiddetle uyarırlar.
Ve bir gün, İstanbul'un bir köşesinde gazeteci Metin Göktepe bazı polisler tara- fından dövülerek öldürülürken, bir başka köşede, sıkı korunan bir holdingin 25'inci katında bir "sol örgüt" eliyle kardeşi ve iki kişi katledilir.


Rastlantı mıdır yoksa olayların ardışık ve karışık bir sırası mı vardır?
(Bu kuşkuları hep diri tutmam için yıllardır bastıran bir okura, kendi deyişiyle "Tarsuslu hamal Cumali"ye teşekkürler.)
Muhtemelen, Sakıp Bey de, kendisi gibi ön planda olmayan, işlerini daha sessiz sürdüren kardeşinin değil, kendisinin "hedef" olduğunu düşünmüştü...
Muhtemelen, konuşmaya meyilli suikastçı Mustafa Duyar'ın cezaevinde öldürülmesi kuşkularını arttırır. Yine muhtemelen, çoğumuzunkinden yoğun kuşkularla, açıkça paylaşamadığı yeni kuşkulara ve sırlara da ulaşır.
Şimdi onun için üzüntüyle konuşanlara, çok şeyin yanında, bu "kuşkular ve sırlar" da mirastır artık.
Allah'tan rahmet ve başsağlığı dileklerimle

******

Mehmet Tezkan (Sabah)

Sabancı'nın papaza yanıtı: Hepimizin bir Tanrısı var

Aralık ayının ilk günleri.. Sakıp Sabancı tedavi gördüğü Amerika'dan yeni dönmüştü.. atv ekonomi editörü Emine Munyar, Sakıp Ağa ile uzun bir söyleşi yaptı.. Sağlık durumunu da sormadan edemedi..
Dün akşam atv anahaber bülteninde bir kez daha yayınladık.. Sakıp Sabancı kameraların karşısında ilk kez sağlık durumunu anlatmıştı..
Önce ABD'de yaşadığı ilginç bir olayı aktarayım..
"Yoğun odada kalıyorum. Papaz geldi. Nur yüzlü bir adam. Koreli. Bana geldi, ziyaret etti. Papaz, hastanedeki yoğun odada kalanları sırayla ziyaret ediyor. Bana dedi ki 'Sen Müslümansın. Sana da dua etmemi ister misin?' Ben dedim ki 'Bir Tanrı var. Hepimizin bir yüce Tanrısı var. Memnuniyetle.' Bana dua etti. Ertesi gün yine geldi."
Düşünebiliyor musunuz?
ABD'de bir hastane.. Onlarca insan yoğun bakımda ölümle pençele- şiyor.. Hayata tutunmak için büyük çaba harcıyor.. Bir papaz onları tek tek dolaşıyor.. Dua ediyor, moral veriyor, huzur dağıtıyor..
Bizde olsa.. Yoğun bakım odasına bir imam girse.. Şifa arayanların başında dua etse tepki gösterir miyiz?
'Ölmeden mezara mı koymak istiyorsun' diye kızar mıyız? Yoksa ölümü hissedip moralimiz daha da mı bozulur? İmam geldi, bu iş bitti diye ruhsal bir çöküntü mü yaşarız?
Bilemiyorum..
Ama ABD'deki papaz, Sabancı'ya büyük moral vermiş..
'Çok güzel şeyler söyledi' diye bahsediyor.. 'Nur yüzlü adam' diyor..
Sağlık durumunu da şöyle anlatıyordu:
"Böbrek iflas etmiş. Onu aldık. Ciddi bir ameliyat oldu. Talihsizlikler de oldu. Bağırsak kilitlendi. İç kanama oldu. 17 gün yoğun odadan çıkamadım. 100 günlük bir tedaviydi, bitti."
Defalarca dinledim.. 17 günü üstüne basa basa öyle bir söylüyor ki, ona asırlar gibi geldiği belli.. 17 gün, geçmek bilmemiş..
Sıkıntı dolu günlerde Sakıp Sabancı'yı çok mutlu eden gelişmeler de olmuş..
Türkiye'den gönderilen mesajlar, ilaç gibi hayat vermiş Sakıp Ağa'ya..
"1075 tane faks geldi. Asıl beni mutluluktan uçuran budur. Hastane yönetimi şaşıyordu. Erzurum'dan, Kars'tan, bakkaldan, berberden, tanımadığım insanlardan mesajlar geldi. Ali Bey okuyor, ben dinliyordum. O kadar güzel şeyler yazmış- lardı ki, ikimiz de mutluluktan ağlıyorduk."
Ama içlerinden biri var ki, Sabancı o faksta yazılanları hiç unutmamış:
'Sen ne iş yaparsan yap, o beni ilgilendirmez. Sen iyi insansın, o beni ilgilendirir.'
Bir insanın duyacağı en güzel söz, herhalde bu olmalı..
Başkalarının iyi insansın demesi.. Sabancı iyi insandı.. Bizden biriydi..
Allah rahmet eylesin..

*******

Emre Aköz (Sabah)

Sakıp Ağa olsaydı...

Ölümler, sevdiğim insanların ölümü beni hemen sarsmaz. Bir an içim cız eder. Zihnim üç beş saniyeliğine allak bullak olur. Belki birkaç gözyaşı damlası... Ve biter. "Ne hissiz adamsın" derdi rahmetli annem.
Tuhaf bir savunma mekanizması işte. Bilincin kendini koruma çabası.
Böyle olduğunu nereden mi biliyorum? Çünkü aradan günler, haftalar, aylar geçer. Yavaş yavaş "Ah yaşasaydı, şimdi burada olsaydı" hissi kendini gösterir.
Başkalarının gözyaşları çoktan kurumuş, hayat normale dönmüşken, benim gözlerim dolmaya başlar.
Sakıp Sabancı'nın vefat ettiğini öğrendiğimde de böyle oldu. Yine o anlık, o üç beş saniyelik zihin kaosu. Ardından hemen kendini toparlayan ve "Normaldir. Hepimiz öleceğiz. Zaten Sakıp bey de hastaydı" diyen bir mantık.
Biliyorum. Bir zaman sonra... Dün zihnimden kovduğum duygular, derinlerden kopup gelecek:
Sakıp Ağa olsaydı bu konuda ne derdi acaba?..
Sakıp Ağa olsaydı şimdi TV'ye çıkıp ne biçim moral verirdi!..
Sakıp Ağa olsaydı bu soruna bir çözüm bulurdu...
Sakıp Ağa olsaydı... İşte o vakit kaybetmenin acısı gelip ağır ve kara bir taş gibi içime oturacak.


Varlıklı insanın seveni azdır. Yüzüne gülüp, arkasından çekiştirirler. Kıskananı, diş bileyeni çok olur.
Sakıp Sabancı ise farklıydı. O bizden biriydi. "Ben bu toplum sayesinde zengin oldum, onun refahı ve iyiliği için elimden geleni yaparım" diyordu. Yaptı da! Üniversite, müze, okul, kütüphane, kreş... Üzerinde 'SA' yazan onca 'sosyal' yatırımı bir solukta sayabilecek bir bellek sahibi geliyor mu aklınıza?
Siz kaç işadamının "Paraya doydum. Harcayamayacak kadar param var. Ama çalışmaya doyamadım" dediğini duydunuz?
Kaç işadamı, sokaktaki insan için bu kadar sempatik, bu kadar ulaşılır, bu kadar 'mahalleden biri'ydi?
Biz Sakıp Ağa'yı çok sevmiştik! Mekanı cennet olsun.

*******

Mehmet Barlas(Sabah)

Lider-işadamı, ulusal servetin bir parçasıdır!

Sakıp Sabancı türü lider-işadamları öldüğü zaman, "Olmak ya da olmamak" arasındaki farkı iyice anlarsınız.
Sakıp Sabancı, "Var Olmak" kavramının hakkını vererek yaşadı.
Hem birey olarak, arkadaş ve dost olarak, ailesine, çevresine verebilece- ği herşeyi verdi.
Sabancı ailesinin genlerindeki giri- şimci akla liderlik ederek, bir sanayi ve ticaret imparatorluğunun oluşmasına önderlik etti.
Aile fertlerinin, yani Sabancı kardeşlerinin egolarının üzerinde, bir kurumsal ortak kimlik yaratmayı başardı.
Hem de, Türk toplumuyla kaynaştı. Sınıf farklarının çok keskin ve yoksulluğun çok yaygın olduğu bir ülkede, zengin olmaktan utanılmaması gerektiğini kanıtladı.
"Sabancı Serveti"nin, ulusal zenginliğin bir parçası olduğunu, üniversite ile, vakıflarla, kültür ve sanat çalışmaları ile kanıtladı.
Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Sakıp Sabancı gibi lider-işadamları, aile soyadlarının, siyasi parti isimlerinden daha ağırlıklı ve etkili olabileceğini göstermişlerdir.
Türkiye'de, bu tür girişimcilerin var olabilmesi için uygun ortamı yaratmak, gelişmenin, kalkınmanın, istihdamın yolunu açmak anlamına da geliyor.
Örneğin "Vestel" markasını dünya boyutuna taşıyan Ahmet Nazif Zorlu'nun da, bir kurumsal sürecin başlatıcısı olmasını diliyoruz.
Kamil Yazıcı-İzzet Özilhan birlikteliğinin yarattığı "Anadolu Grubu"nun gelişmesini izlerken, Ayhan Şahenk'ten Ferit Şahenk'e aktarılan "Doğuş Holding"in başarı çizgisini incelerken, hep bu beklentimize cevaplar buluyoruz.
Üzeyir Garih-İshak Alaton'un "Alarko"su, Asım Kocabıyık'ın "Borusan"ı, Şarık Tara'nın "ENKA"sı, Vitali Hakko'nun "Vakko"su, Türkiye'de devletçilikten özel girişime geçi- şin başarı öykülerini içeriyor.
Devlet ve siyaset, özel girişimcili- ğin değerini kavradığı zaman, rahmetli Sakıp Sabancı'nın deyişi ile, Türkiye kişnemiştir, şahlanmıştır.
Genlerdeki kökten-devletçi bilgiler ağır bastığı zaman ise, ekonomik krizler, devlet pastasının paylaşımı ve istikrarsızlık egemen olmuştur.
Ben Sakıp Sabancı ile son dönemlerde oturup, başbaşa konuştuğumda, hep Turgut Özal'ı andığımızı hatırlıyorum.
Sabancı gökdelenleri yapılmış ve hizmete açılmak üzereydi. Sakıp Sabancı aradı ve "Gel, sana binaları göstereceğim" dedi.
Bilmem kaçıncı katı gezerken, elimi tuttu, durduk. Gökdeleni işaret etti...
- Bak Mehmetçiğim... Turgut Bey, beni aldattı. Türkiye'nin dünyanın en güçlü ülkesi olaca- ğına inandırdı beni... Toprağa, 150 milyon dolar gömdüm bu inançla, dedi.
"Güneydoğu Raporu" ile, bir işadamının siyasetçilerden daha cesur ve önde olabileceğini kanıtladı Sakıp Sabancı.
AKBANK'ı bu noktaya getiren Erol Sabancı'yı... Sabancı Üniversitesi'ni, amcasından aldığı destekle bugüne getiren Güler Sabancı'yı... Japonya'dan Toyota'yı Türkiye'ye taşıyan rahmeti Özdemir Sabancı'yı...
Sakıp Sabancı'nın liderliğini incelerken; bütün bu isimleri de hatırlamamız gerekiyor.
Sakıp Sabancı'yı, uzun yıllara dayanan bir arkadaşlığın ertesinde rahmetle anıyor, eşine, çocuklarına, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

*******

Sabancı ve Türkiye

Ahmet Selim (Zaman)

Güvenilirlik konusunda tartışırken, çok uzun yıllar önce, iktisatçı bir “ağabey” şöyle demişti:

“Uzun vadeli bekleyiş yatırımında özel sektör tam güven veremez. Tabii ki Sabancı ve Koç hariç! Devlet garantisi var sayılır. Çünkü düzen çökmeden onlar çökmez...”

“Sabancı” zenginliğin ve gücün simgesi gibiydi bizim hayatımızda, Koç ile beraber. Tabii, “Sabancı” simgesi daha özeldi. “Özel sektör”ün özeli itibarıyla öyleydi. Daha fazla kendi ayakları üzerinde duran, halka daha fazla yakın olan, daha sıcak ve sempatik bir işadamı portresi idi Sakıp Sabancı... Ömrü hastalıklarla geçmesine rağmen hep gülerdi, hem umut ve iyimserlik aşılamaya çalışırdı. “Mesafeli duruş” karakterinde yoktu. “Zenginlik mutlu olmaya yetmez” gerçeğinin somut örneği olarak daima o hatırlanırdı hayatının acılı taraflarıyla... Gülümseyen çehresi, ayrıca, her şeye rağmen iyimser olmanın ve öyle görünmenin gerekliliğini düşündürürdü. Bu düşündürtmeyi başarırdı Sakıp Ağa.

1950’den beri, ileriye doğru değişmeye çalışıyoruz. “Bizim de özel sektörümüz olacak, biz de kalkınacağız” heyecanlarıyla bambaşka bir atmosfere girmiştik. Yarım asır sonra o günlere bakıp “biz geçmişte sosyalistmişiz, liberallikle ilgimiz yokmuş” demek marifet değil. Mesele, görüş, anlayış ve yaklaşım meselesidir. Nereye, hangi heyecanlarla yönelme arzusu taşıdığımız önemlidir. Yoksulluk içinde bulunmamıza rağmen yoksulluk edebiyatı yapanlara yüz vermedi insanlarımız. Liberal tercihin hiçbir altyapısı ve sosyal-kültürel-reel temeli bulunmamasına rağmen, millet “para”yı bile doğru dürüst tanımıyor iken, gitti liberal söylemi

KENTHABER
Yayın Tarihi : 11 Nisan 2004 Pazar 13:49:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
musa koçak IP: 85.101.143.xxx Tarih : 12.10.2007 14:02:22

sevgi insanıydı o bir insangigi insandı biz türkmiletine bi rehberdi allahın rahmetine kovuşmuş olmasına rahmen biz onun bizlere yaptıgı reherliklerinden biz henüz onun bize anlatıklarının dört birini dahai uygulayamadık ömrümüz yeterse onon anlatıklarını yapmaya ve yaşamaya çalışacagız mekanı cenet olsun