22
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

BİRİ TÜRKLERİ DURDURSUN!

Türkiye'nin mevcut duruşunu koruması ve kendi yol haritası çerçevesinde bir dış politika izlemesi, özellikle Washington'u rahatsız ediyor.

Dolayısıyla, Türkiye'nin özellikle 11 Eylül sonrası dönemde dış politikada ortaya koyduğu performansın iyice değerlendirilmesi, aynı zamanda bugün karşı karşıya kaldığı sorunun asli nedenlerini ortaya koyması açısından da önemli olacaktır. 

Mayıs-Haziran ayında başlatılan süreci tekrar yaşıyor. Son terör saldırıları, bir kez daha sınır ötesi harekatı gündeme taşımış durumda. Yapılan açıklamalar, oldukça iddialı ve kararlı bir sürece bir kez daha dikkatleri çekiyor.


Bu noktada Başbakan Erdoğan'ın terörle mücadelenin bundan sonra çok daha farklı bir şekilde devam edeceğini ifade etmesi ve ardından Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek'in Bakanlar Kurulu toplantısının ardından "Sözün bittiği bir konuyu konuşuyoruz" açıklaması, açıkçası bundan sonra çok daha farklı bir sürece işaret ediyor. Bu bağlamda atılacak adımlar, açıkçası Türkiye'nin hem iç hem de dış politikası açısından bir dönüm noktası oluşturacağa benziyor. Bugünkü yazımızın temel sorularını oluşturan "Türkiye terörle 'terbiye' mi edilmek isteniyor ve Gabar Dağı gerçekten sözün bittiği yer olacak mı?" soruları da, bu yeni süreci sağlıklı bir şekilde analiz edebilmemiz açısından önemli. Bu sorulara verilecek cevap, Türkiye'nin hem iç hem de dış politika bağlamında geleceği aşamayı göstermesi açısından oldukça kritik. Dolayısıyla, bu sorulara hemen cevap verebilmek, sanılanın aksine hiç de kolay değil! İç ve dış politika bağlamında yaşanan gelişmeler, açıkçası Türkiye'yi oldukça hassas bir dönemde yakalamış durumda. Zaten soruların cevabı da burada yatıyor.


İç politika bağlamında yakalandığımız ve neredeyse son 200 yıldır bir türlü kurtulamadığımız "iktidar mücadelesi" hastalığı, Türkiye'yi kaçınılmaz olarak her türlü iç ve dış müdahaleye karşı hazırlıksız ve zayıf düşürmeye devam ediyor. Türkiye, güvenlik bağlamında yaşadığı iç ve dış tehditler yüzünden, bir türlü coğrafyasında aktif bir dış politika izleyemiyor. İstikrar ve birlik ortamı tam yakalandı dendiği anda ise, ortalık yine toz dumana karışıyor, karıştırılıyor. Bu noktada, 22 Temmuz seçimleri sonrası ülkede iç istikrarı sağlama noktasında cumhurbaşkanlığı seçim sürecini de sorunsuz atlatan Türkiye'nin bir anda kendisini terör gündemine teslim etmesi, aslında hiç de şaşırtıcı değil! Bu son saldırıların nedenlerini, hedeflerini iç ve dış politika bağlamında irdelediğimizde, karşımıza tam bağımsız ve milli bir politika izleme azim ve kararlılığı içinde olan, bunu ülkesindeki ve coğrafyasındaki halklarla birlikte gerçekleştirmek isteyen, küresel güç adayı Türkiye'nin önünü kesmeye dönük son hamleler olarak görüyoruz. Bu kapsamda terör, emperyalizmin "son umudu" olarak karşımıza çıkıyor ve Türkiye, terör üzerinden "terbiye edilmeye", cezalandırılmaya çalışılıyor...


Amaç: "Kürt sorunu"nu devam ettirmek 22 Temmuz seçimleri, her şeyden öte Türkiye'nin "Kürt sorunu"nu çözme noktasında yeni bir süreç olarak karşımıza çıktı. Gerek Meclis çatısı altında yaşanan birtakım olumlu gelişmeler, gerekse de ülke çapında oluşan hava, Türkiye'nin bu sorunu çok daha farklı bir noktada çözebileceğinin bir göstergesi olarak gündemdeki yerini almış durumda. Bu bağlamda siyasi partilerden askere, aydınlara ve medyaya kadar uzanan geniş bir yelpazede ortaya konulan duruş, bu kararlılığı ve yeni dönemi resmetmesi açısından oldukça dikkat çekici olmuştur. Türkiye'nin sadece kendi içindeki değil, hemen yanı başındaki Irak Kürtleri dahil olmak üzere, tüm bölge Kürtlerine yönelik yeni hamlesi ve bu kapsamda, iç ve dış politika bağlamında ortaya koyduğu, tarihsel, coğrafi birikim ve deneyimlerine dayalı bu "Yeni Kürt Siyaseti", bölge ve Türkiye üzerinde birtakım senaryoları uygulamaya koymuş olan güçleri hiç kuşkusuz oldukça rahatsız etmişe benziyor. Özellikle de, Türkiye'nin son dönemde "Yeni Irak Politikası" bağlamında, Irak Kürtleri ile ilgili çok daha farklı bir sürecin önünü açması, açıkçası Türkiye'den beklenmeyen bir girişim olarak algılandı. Nitekim, "Kürt sorunu" üzerinden oynanan oyunu bozmaya dönük bu hamlelere, Kürt vatandaşlarımızın da verdiği destekle hız kazanmaya ve "sorun" mecra değiştirmeye başlayınca, bu sorundan medet uman güçler ve piyonları sivil-asker ayrımı yapmaksızın tüm güçleriyle, Türkiye'ye karşı topyekun yeni bir saldırıyı başlattılar. Bu bağlamda PKK terör örgütünün, tekrardan ilk dönemindeki yöntemlerine başvurması, bunun açık bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.


Bu yeni dönemi, daha önceki dönemlerden ayıran en önemli özellik ise, PKK terör örgütünün artık Türkiye ile hesaplaşma içinde olan güçlerin bir örgütü haline geldiğinin açıklık kazanmasıdır. Bu bağlamda terör örgütünün yeni eylem sürecinde kullandığı sofistike silahlar, eylemlerindeki profesyonellik ve sahip oldukları istihbarat, dikkatleri bölge üzerinde terör örgütleri üzerinden istihbarat örgütleri arasındaki savaşa çekiyor. Dolayısıyla, Türkiye'nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde farklı bir süreci başlatması, bir anlamda kaçınılmaz hale geliyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, Türkiye'nin PKK terör örgütü ile mücadele ederken, sorunu bir Türk-Kürt sorunu haline getirmeye çalışan ve ülkede bir etnik çatışmayı hedef alan oyuna, senaryonun bir parçası haline gelinmemesi olacaktır. Bu noktada, Türkiye'nin daha etkili bir psikolojik savaş yürütmesi ve bunu kendi içindeki Kürt vatandaşlarını kazanmak kadar, sınırlarının dışındaki Kürt kardeşlerini de kazanmaya kadar geniş bir yelpazede yürütmesi gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye'nin "Derbent Ruhu"nu tekrar hayata geçirmesi artık bir zaruret haline gelmiştir! Son saldırıların esas ve öncelikli nedenlerini, Türkiye'nin son yıllarda izlediği dış politikada aramak hiç de abartı olmayacaktır. Bu bağlamda, özellikle Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginlikler ve çıkar çatışmaları ve bu listeye İsrail ve birtakım AB üyelerinin de dahil olması, Türkiye'yi terör bağlamında bugünlere taşımış durumda.

Türkiye'nin mevcut duruşunu koruması ve kendi yol haritası çerçevesinde bir dış politika izlemesi, özellikle Washington'u rahatsız ediyor. Dolayısıyla, Türkiye'nin özellikle 11 Eylül sonrası dönemde dış politikada ortaya koyduğu performansın iyice değerlendirilmesi, aynı zamanda bugün karşı karşıya kaldığı sorunun asli nedenlerini ortaya koyması açısından da önemli olacaktır.


"Stratejik Derinlik Projesi" ve terörle verilen cevap...Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, ABD'nin özellikle 11 Eylül sonrası uygulamaya koyduğu tek kutuplu dünya inşası sürecinde bu şantiyenin tam ortasında yer alan Türkiye, dış politikasında geleneksel "denge arayışları"nda yeni bir sürece girmiş görünüyor. Dış politikasında, başta ABD olmak üzere, Batı dünyası ile yaşadığı hayal kırıklıkları ve Irak merkezli tehdit algılamasından kaynaklanan güvenlik endişeleri ve güven sorunu, Türkiye'yi yeni tehditler ve fırsatlar bağlamında, tarihî ve coğrafi stratejik derinliklerinde farklı bir arayışa itmiş durumda. Dolayısıyla, Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir "stratejik çevre" ve yeni bir "psikoloji" ile karşı karşıya kalan Türkiye, gelinen aşamada, stratejik avantajını dış politikasında ön plana çıkarmanın daha da ötesinde, bunu stratejik bir üstünlük ve gelecek açısından değerlendirme yönünde yeni bir dönemin içinde. Kuşkusuz bu yeni dönem, Türkiye'ye sahip olduğu stratejik ve konjonktürel avantajlarını çok yönlü diplomasisiyle "çeşitlendirme" ve "kuvvetlendirme"ye zorluyor. Bu sürecin Türkiye'yi sınırlı bölgesel bir liderliğin ötesinde, Türk-İslam coğrafyasının liderliğini üstlenme noktasında kritik bir konuma zorladığı da dikkatlerden kaçmıyor. Böylesi bir hassas süreçte Türkiye'nin milli iç dinamikleri ve bölgesel dinamikler ile birlikte ortaya koyacağı performans ise oldukça büyük bir önem taşıyor. Bu sürecin, Türk-İslam dünyasını küresel güç mücadelesinde çok daha farklı noktalara götürme potansiyeli taşıdığı ise şüphe götürmüyor. Dolayısıyla Türkiye, bugün önemli bir geçiş sürecinde. Bu geçiş döneminde sahip olduğu coğrafya, dün olduğu gibi bugün de uluslararası politikada Türkiye'ye ayrıcalıklı bir konum sunmakta, diğer taraftan da bölgede hakimiyet mücadelesi veren güçler açısından bir mücadele alanı, cephe ülkesi olmaya zorlanmaktadır. Türkiye, mevcut coğrafyasıyla hem bu güçlerin hem de verdikleri mücadelelerin kavşak noktasını oluşturmaktadır. 1990 sonrasının yeni dünya dengeleri, Türkiye'nin, dış politika ile ilgili yeni değerlendirmeler ve stratejik tercihler yapmasını zorunlu kılmaktadır.


Bu çerçevede, 11 Eylül ile birlikte dünya gündeminde ağırlığını hissettiren Türk-İslam dünyası, Türk dış politikası açısından ön plana çıkıyor. Gerek bölge üzerindeki güç mücadelesinde Türkiye'nin artan önemi ve gerekse de bölge ülkelerinin mevcut sorunlarının çözümünde Türkiye'nin oynayabileceği rol, Türkiye'yi özellikle ABD açısından bu bölgedeki "Yeni Oyun"da kilit bir pozisyona sokmuş durumda. Bu bağlamda, ABD'nin gerek Irak ve gerekse Afganistan bağlamında sembolleşen yeni projesinin geleceği açısından da Türkiye'nin takınacağı tavır ve destek boyutu, ABD açısından hayati bir önem taşıyor. Diğer taraftan, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne karşılık olarak, Türkiye'nin "Stratejik Derinlik Projesi"ni ön plana çıkarması ve bu noktada attığı adımlar, ABD yönetimini Türkiye karşısında, diplomatik yöntemin dışında, çok daha farklı araçları da kullanmaya itmiş gözüküyor. Bu noktada, ABD Kongresi'nin "şimdilik" kaydıyla PKK terör örgütünü kınamayı gündeminden çıkarması ve terör saldırılarının ardından yeniden gündeme gelen Irak'ın kuzeyine sınırötesi operasyon konusunda Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'un ortaya koyduğu "tehditkâr" tavır, önümüzdeki süreçte Türk-Amerikan ilişkilerinde oldukça önemli gelişmelerin yaşanacağının birer habercisi gibi. Nitekim, Türkiye'nin ABD'ye rağmen dış politikada attığı adımlar, bu sürecin beraberinde önemli bir kırılmayı getireceğini ve oldukça zorlu geçeceğini bizlere gösteriyor.


Peki, son dönemde ABD'yi gerek Ermeni kartıyla ve gerekse de PKK terör örgütüyle Türkiye üzerinde bir baskıya, "ikna"ya zorlayan sürecin ardında hangi nedenler yatıyor? Kuşkusuz, bu soruya verilecek cevabın en başında Türkiye-İran ilişkileri geliyor. İki ülkenin, beklentilerin aksine çok farklı ve derin bir işbirliği sürecini başlatması, bu bağlamda ilişkileri somutlaştıran ve aradaki güven sorununu aşma noktasında enerji bazlı anlaşmalara imza atması, İran'a dönük herhangi bir operasyon ve saldırı yönünde ABD'nin beklentilerine Türkiye'nin cevap vermemesi, hatta böylesi bir operasyona/saldırıya karşı çıkması, Türk-Amerikan ilişkilerinde adı konulmayan bir krize yol açmış durumda. ABD'ye rağmen Türkiye'nin bu tavrı, açıkçası Washington'u oldukça kızdırmış durumda. Biz bu kızgınlığı gerek ABD'li heyetlerin Ankara ziyaretlerinde ve gerekse Başbakan Erdoğan'ın ABD ziyaretinde net bir şekilde gördük. Yine, ABD'ye rağmen Türkiye'nin bölge ülkelerine yönelik başlattığı diplomatik atak ve Suriye ile yaşanan son krizden iki ülkenin daha güçlü ve kararlı bir şekilde çıkması, oyunu bozmaları, ABD ve İsrail yönetimlerini kızdırmışa benziyor. Bu noktada, İsrail'in Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı sıkıntıların had safhaya varması ve sözde soykırımla ilgili olarak Yahudi lobisi kartının da pek bir şey ifade etmemesi, açıkçası İsrail'in bir acziyeti olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye'nin Irak bağlamında ABD'ye "evet" dememesi ve olası bir Kürt devletinin kurulmasına karşı bölgesel duruş da, Türkiye'yi ABD açısından oldukça kritik bir noktaya taşımış durumda.

15 şehit sonrası hükümetin Irak'ın kuzeyindeki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyon için harekete geçmesi ve tezkere konusunda çalışmaları başlatması, mevcut şartlar altında atılması gereken en uygun adım olarak karşımıza çıkıyor.


Bugüne kadar sınır ötesi harekât konusunda bir adım geride duran hükümetin, yaşanılan psikolojik ortam içinde farklı bir tutum sergilemesi de zaten beklenemezdi. Hükümet bu adımı atarak en azından kamuoyunu rahatlatmayı, üzerinde oluşan baskıyı dağıtmayı ve aynı zamanda ülke içi dinamiklerle herhangi bir çatışma yaşamayı ya da daha büyük bir sorunun önüne geçmeyi hedeflemişe benziyor. Dolayısıyla, sınır ötesi bir harekât konusunda zoraki de olsa bir mutabakatın sağlandığından bahsedebiliriz. Bu hususta sivil ve askerî iradeler arasındaki derin görüş ayrılığının yerini, orta noktalarda buluşma ve uzlaşı arayışlarının almaya başlaması, bunun somut bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu durum, diğer taraftan, terör eylemlerinin hedefine bir anlamda ulaştığını ve Türkiye'yi sınır ötesi harekâta mecbur kıldığını göstermesi açısından da önemli bir gelişme olarak gündemdeki yerini almış durumda. Çok büyük bir olasılıkla, bundan sonraki süreçte, Türkiye artık sınır ötesi bir harekâtı yapıp yapmamayı değil, bunun aşamalarını, kapsamını ve bununla ilgili altyapı çalışmalarını tartışacak. Sınır ötesi operasyon çerçevesinde Türkiye'nin aşağıdaki hususlar çerçevesinde bir tartışma ortamına girmesi söz konusu: 1. ABD faktörü; 2. Bölgesel faktör; 3. Irak içi dinamikler, gruplar; 4. Ekonomik kriz; 5. İç savaş.


ABD'nin maliyetlerini artırmak Kuşkusuz, sıralanan bu hususlar içinde ABD faktörü en önemli yere sahip olanı. Burada, ABD'yi gereğinden fazla dikkate almak ve önemsemek (bu analizde de bir kez daha yapıldığı üzere), bugüne kadar Türkiye'nin belki de en büyük hatası olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye, "ABD ne der?" anlayışını bir tarafa bırakmadıkça, ne iç ne de dış politikada rahat edebilir ve ne de tam bağımsız bir politika izleyebilir. Türkiye'nin öncelikle bu yaklaşımdan ve olumsuz görüntüsünden kurtulması ve artık ABD'nin anladığı dilden konuşmaya başlaması gerekmektedir. Türkiye bundan sonraki süreçte öyle bir strateji izlemelidir ki, Washington "Ankara ne der?" deme noktasına gelmelidir. Türkiye'nin bunu yapacak gücü, kudreti ve tarihsel deneyimi fazlasıyla mevcuttur. Eksik olan sadece özgüvendir. Bu hususta, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ortaya koyduğu duruş ve son açıklamalar oldukça dikkat çekicidir. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un son konuşmasında dile getirdiği, Türkiye'nin bölgede ABD'nin maliyetlerini artırıcı etkisi bunun en somut örneğidir. Bu, aynı zamanda "En iyi savunma saldırıdır" gerçeğinin de bir tezahürüdür. Türkiye savunma noktasında kaldığı sürece, her türlü saldırıya açık olmaya devam edecek ve enerjisini gereksiz iç gündeme, siyasete yönlendirmeye devam edecektir. Bu noktada, MİT Müsteşarı Emre Taner'in yaklaşık on ay önce gerçekleştirdiği basın toplantısında ortaya koyduğu tespitler bir kez daha ön plana çıkmaktadır!


Peki, Türkiye'nin ABD karşısında daha "dik durması"nın Türkiye'ye ne tür maliyeti olabilir? Mevcut şartlar altında, resmi tersten okuduğumuzda, ABD'nin kaybedecekleri karşısında "devede kulak misali!" Ayrıca, ABD'nin Türkiye'ye karşı bölgede bir sıcak savaşa girme olasılığı ise, aşağıda üzerinde kısmen durulacak nedenlerden ötürü, neredeyse "sıfır"dır. Önemli olan, bu durumu bizim anlamamız! Nitekim, Türkiye'de belli bir kesim, artık bu gerçeğin farkında olarak hareket etmekte. "Yeni Ankara" olarak da adlandırılan bu yeni iç dinamik, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir sürecin de inşasını yürütmektedir.


Türkiye'nin bundan sonraki süreçte ABD ile ilişkilerinde: 1. İlişkinin adını koyması, tanımlaması; 2. Irak'ın geleceği ve olası bir Kürt devletinin varlığı noktasında nihaî bir noktaya gelmesi; 3. PKK terör örgütü ile mücadele noktasında ABD'ye rağmen somut adımlar atması; 4. "1 Mart Ruhu"nu koruması; 5. İran, Suriye ve Rusya ile olan ilişkilerinde geri adım atmaması, bu ülkeler ile son yıllarda oluşturduğu "güven ortamı"nı bozmaması; 6. Mevcut gidişata bağlı olarak, ABD karşıtı blok ile daha yakın bir ilişki sürecine gireceğinin güçlü sinyallerini vermesi; 7. ABD'nin yakın gelecekte Türkiye'ye geçmişten daha fazla ihtiyacı olduğu ve gözden çıkaramayacağı gerçeğini göz önünde bulundurup, buna göre yeni stratejisini belirlemesi gerekmektedir.


Bölgesel faktöre gelince, Türkiye'nin 1 Mart Tezkeresi hadisesi ile yakaladığı, Cumhuriyet sonrası kazanılan en büyük olumlu hava, halen varlığını devam ettirmektedir. Bölgede İsrail dışında ABD'nin ciddi anlamda bir müttefiki, dostu kalmamıştır. Türkiye ile olan ilişkiler ise, Washington'un Ankara'yı hiçe sayan tavırlarından dolayı neredeyse kopma noktasına gelmiştir. Öyle ki, tüm olumsuz psikolojik operasyonlara rağmen bugün İran, Türk kamuoyunda ABD'den daha saygın bir yere sahiptir. ABD karşıtlığı ise zirve yapmış bulunmaktadır. Aynı şekilde, bölge kamuoyunda, buna İran da dahil, Türkiye ve Türk algılaması büyük bir evrim geçirmiştir. Bugün için gelinen aşamada, Türkiye, Suriye ve İran arasında adı konulmamış bir ittifak söz konusudur. Olası bir Kürt devletine karşı olan bu ortak duruş, aynı zamanda ABD merkezli her türlü tehdit ve eylemlere karşı da birlikte hareket edeceğinin sinyallerini vermektedir. Dolayısıyla, 11 Eylül öncesi süreçteki Türkiye-bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin yerini, çok daha farklı bir ilişki boyutu almış bulunmaktadır. Türkiye'nin bundan sonraki dönemde, bu ülkeler ile terörle mücadele kapsamında daha etkin bir işbirliğine girmesi ve olası bir sınır ötesi operasyon için meşruiyet ve destek temelini sağlaması hiç de zor olmayacaktır. Türkiye, gelişmelere bağlı olarak Suriye ve İran ile daha ileri boyutlarda bir işbirliği sürecine girebileceğini açıkça ortaya koymalı ve bunun kaçınılmaz sonuçlarını Amerikan yönetimine hissettirebilmelidir.


Diğer taraftan Türkiye'nin, bu hassas süreçte bölgeye dönük psikolojik boyutta yeni bir operasyon hamlesini başlatması da kaçınılmaz görülmektedir. Bu yeni operasyonda Türkiye'nin başlangıçtaki hedefi sınır ötesi harekâta bölgesel meşruiyet ve destek sağlamak, ardından da bölge ile daha kalıcı bir işbirliğinin temellerini atmak olmalıdır. Bu noktada, bölgeyi içine alacak, daha kapsayıcı "üst kimlik" çalışması, hem Türkiye'nin kendi içinde yaşadığı birtakım sorunlar hem de bölge ile bütünleşme açısından oldukça önemli bir adım olacaktır. Türkiye, bununla ilgili tarihsel deneyime ve bilgi birikimine fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye'nin izleyeceği bölge politikası başka yerlerde değil; tarihi, coğrafi, bölgesel kodlarında aranmalıdır.


Osmanlı barışı, hoşgörü ve diyalog Türkiye'nin imparatorluk geçmişi ve deneyimi, eğer istenilirse, bugünün ve yarının çözüm yollarını da içinde barındırmaktadır. Belki de bundan dolayı, başta Silahlı Kuvvetler'de olmak üzere Türkiye'de kimlik arayışlarında Osmanlı'ya bir dönüş ve Osmanlı'ya sahip çıkış söz konusudur. Dolayısıyla, bu hususun üzerinde dikkatle durulması ve imparatorluk siyasetinin çok iyi irdelenerek, uygulamaya konulması gerekmektedir. Burada, Osmanlı barışının ve Osmanlı'nın tüm insanları kucaklayan, sevgi, hoşgörü ve diyaloğa dayalı siyasetinin bir kez daha hatırlanması gerekmektedir. Dönüş buradan, bu coğrafyanın insanlarını kazanmaktan geçmeli ve buna dönük, değerlerimizi, inançlarımızı, tarihsel birikimimizi, zenginliklerimizi ve tecrübelerimizi ihtiva eden bir sosyal barış ve kardeşlik politikasının icrasına öncelik verilmelidir. Cihan devleti olmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet politikası bu olmalıdır.


Irak içi dinamiklerin vereceği tepkiye gelince, bu husus Türkiye'nin önünde aslında aşılması hiç de zor olmayan bir durumdur. Irak'ın işgal edilmiş olması gerçeği ve Irak halkının içinde bulunduğu şartlar, Türkiye'ye her türlü müdahale imkanını fazlasıyla vermektedir. Başta Irak Kürtleri olmak üzere, ülke içindeki tüm gruplar Türkiye ile daha yakın bir işbirliğinin peşindedir. Bugün Irak Kürtleri sadece Barzani ve Talabani değildir. Bölgede, özellikle de Irak'ın kuzeyinde Türkiye ile işbirliği yapmaya hazır, oldukça güçlü Kürt aşiretler bulunmaktadır. Bu aşiretler ne ABD'yi ne de Barzani'yi bölgede görmek istemektedirler. Dolayısıyla Türkiye'nin Irak'ta yeni bir politika geliştirmesi kaçınılmaz görülmektedir. Bunun için de Türkiye'nin "sert güç" ve "yumuşak güç" unsurlarının birlikte kullanılmasını ifade eden "akıllı güç" kullanma yöntemine başvurması, bundan sonraki süreçte izleyeceği politikasının temel anlayışını, çıkış noktasını oluşturmalıdır. Türkiye'yi sadece "tehdit odaklı" birtakım çalışmalarla bölgede bir oldubittiye razı etmek ne kadar kabul edilemez ise, "dolmuşa bindirip" bir maceraya sürüklemek de doğru olmayacaktır.


Bu noktada, bölgedeki mevcut gelişmelere bağlı olarak "Türkiye'nin Yeni Irak Politikası" için, her şeyden önce: 1. Zihniyet, yaklaşım, milli bir bakış ve duruşu esas alan yeni bir yapılanmaya gitmesi; 2. Yeni Irak politikasında tüm grupları kapsayan bir politika izlemekle birlikte, daha özelde yeni müttefikler oluşturma yoluna gitmesi ve burada da özellikle uzlaşmaz tavır takınan ve azınlıkta kalan Kürt liderlerine karşın, uzlaşıyı ve Türkiye ile birlikte hareket etmeyi savunan Kürt aşiretlerle yeni bir birliktelik sürecini başlatması; 3. Bu kapsamda Kürt politikasını yeniden gözden geçirmesi ve Türk-Kürt çatışması temelli senaryoları devre dışı bırakacak, oyunu bozacak yeni bir süreci başlatması; 4. "En kötü durum senaryosu" olarak kabul edilen olası bir Kürt devletinin kurulması durumunda, bu tehdidi bir fırsata dönüştürme yoluna gidilmesi ve hatta bu noktada bu olası Kürt devleti ile her türlü entegrasyonu içeren uzun vadeli bir projenin oluşturulması; 5. Türkmen politikasının tekrar gözden geçirilmesi ve Irak Türkmenlerinin birliğini sağlayıcı ve Türkiye'nin olumsuz imajını düzeltici her türlü adımın atılarak, Irak Türkmenlerinin bir kısmında oluşmaya başlayan güven sorununun telafi edilmesi; 6. Bölgede Arapça, Kürtçe ve Türkmence olarak her türlü yayın faaliyetlerine başlaması, var olanları içerik ve dil açısından yeni politikaya göre yeniden revize etmesi; 7. Irak bağlamında, değişik mezheplerden ve etnik gruplardan müteşekkil parti ya da partilerin kurulmasını sağlaması, bunlara her türlü desteğin verilmesi; 8. Irak'ta, Irak Türkmenlerinden ve Türkiye'ye yakın Kürtlerden müteşekkil Sivil Toplum Örgütleri (STÖ)'nin kuruluşunun teşvik edilmesi ve hatta bir stratejik araştırmalar merkezinin kurulması; 9. Bölgesel inisiyatifin korunması ve ortak duruşun güçlendirilmesi bağlamında bölge devletleriyle Irak merkezli daha sıkı bir sürecin başlatılması; 10. Türkiye'nin çıkarlarına ve bekasına zarar verecek her türlü niyet ve girişimler karşısında askeri müdahale, savaş dahil her türlü yönteme başvurulacağı ve bu tür girişimlerin bir savaş nedeni (casus belli) kabul edileceğinin ortaya konulması gerekmektedir.


Milli birlik ve beraberlik ihtiyacı Diğer iki hususa, ekonomik kriz ve iç savaş olasılıklarına gelince; ekonomik kriz ABD'nin Türkiye'ye karşı elinde bulundurduğu en önemli kozu oluşturmaktadır. Türkiye'nin bugüne kadar elini, kolunu bağlayan en önemli hususların başında da bu gelmektedir. Fakat "alışmış, kudurmuştan beterdir" sözü burada en uygun şekilde yerini bulmaktadır. "Kriz manyağı" haline getirilen Türkiye, her şey bir tarafa, artık krizlerle yaşamaya alışmış bulunmaktadır. Türk halkı öyle bir noktaya getirilmiştir ki, karşılaşabileceği "en büyük kriz" karşısında, bu kriz pek bir anlam ifade etmemektedir. Bu durum bile, Türk halkının yeterince tanınmadığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ayrıca, böylesi bir krizin ABD'ye pahalıya mal olacağı da bilinmelidir. Borçlu olan Türkiye'dir, alacaklı olan ise ABD.


İç savaş çığırtkanlarına ve çizdikleri senaryolara gelince, Türkiye bu coğrafyada bakidir. Baki kalmanın yollarını da bilmektedir. Bu hususu, başta kendi sınırları içindekiler olmak üzere, tüm coğrafyadaki halklar bilmektedir. Ayrıca bu halklar, Irak halkının içine düştüğü durumu da bizzat görmekte, hatta bir kısmı bunu yaşamaktadırlar. Fakat, bu demek değildir ki Türkiye bu olasılığı tamamen göz ardı etsin. Hayır! Türkiye bu olasılığı her zaman için hesap edecektir, etmelidir... Ama, diğer taraftan bu olasılığın elini kolunu bağlamasına da müsaade etmemelidir.


Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse, Türkiye'nin bu yeni dönemde, milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Türkiye'deki mevcut hükümetin ve kurumların artık tek bir noktaya kilitlenmeleri gerekmektedir. Mazisiyle barışık, coğrafyasıyla bütünleşebilen ve imparatorluk geleneğine sahip, milli şuura sahip kadrolarla Türkiye'nin önüne yeni hedefler koyması, meselelere Ankara'dan bakıp, başka kıbleleri bir tarafa bırakması ve güçlü, kolektif bir liderlik anlayışını hakim kılması artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Bu noktada, Sayın Başbakan'ın ABD ziyaretinde bu desteği almış olarak, Türkiye'nin yeni duruşunu ortaya koyabilmesi ve Amerikan yönetimine bunu hissettirebilmesi oldukça önemli bir aşama olacaktır!

Dünya Gündemi
Yayın Tarihi : 27 Ekim 2007 Cumartesi 00:17:45
Güncelleme :27 Ekim 2007 Cumartesi 02:44:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Türk oglu IP: 84.72.178.xxx Tarih : 27.10.2007 01:24:58

Uzun ama icerikli bir haber yayimlamissiniz. Yanliz düsüncelerimi karistiran ve dikkatimi ceken 4."En kötü durum senaryosu" olmustur! Zaten hersey ortadadir ve beyaz ile siyah bellidir. Avrupa senelerden beri sözde kürdistan devletini anip duruyor ve hatta kendi halkina ve söz hakki sahibi oldugu öteki ülkelerde bunu benimsetmistir bile... pkk'ya reklam yaparlar, yardim yaparlar, teröristleri saklarlar, medya yoluyla Türkiye Cumhuriyetini suclarlar, sevr antlasmasini halen kabul bilirler ve Türkiye Cumhuriyetinin bu antlasmayi hice saydigini söylerler, senelerden beri devletten 'sosyal yardim' verirler, toplanti - senlik - festival - enkinlik - konferans adiyla kamusal alanda izin verirler pkk örgütlerine, avrupanin önde gelen yardim kurumlari pkk örgütlerine ve teskilatina destek verir ve bu liste saysan belki bitmek bilmez... Sayet kurulacak olursa sözde kürdistan devleti, simdi nasil oluyorda Türkiye Cumhuriyeti böyle bir duruma girebilir ve bu karsilasacagimiz tehdidi bir firsata dönüstürebilir? Aslinda o zaman Türkiye Cumhuriyeti gercek bir cikmaz yola girer ve gelecegimiz Büyük Türk Ulusu olarak daha fazla (yasadigimizdan fazla) tehlikeye girmis olur! AKP bu politakayi ve siyasi stratejiyi yönetebilecek bir durumda degildir ve gösterdigi performans ya ic politikada olsun yada dis politikada olsun her seferinde talihsizlige, müskülata ve felakete sürüklemistir Türkiye Cumhuriyetini. Zaten eger sözde kürdistan devleti kurulacak olursa ve böyle bir uzlasmaya varilirsa, bu Vatan ve Türkiye Cumhuriyeti ugruna canini feda etmis arti 1. Dünya Savasinda ölen Sehitlerimizin hakki ve kanlari ne olacaktir? Türkiye Cumhuriyetine (Vatanimiza), Büyük Türk Ulusuna ve gelecegimiz icin layik bir iktidar gerekmektedir ve gercek ince siyasetten anlayan, dimdik duran, cesur olan vede gecmisinden birak'da Yüce Oender Atasina kadar sadik olan siyastecilere ihtiyac duyulmaktadir! Saygilarimla


alcapone IP: 82.145.232.xxx Tarih : 28.10.2007 01:18:20

Yakın geçmişten bugüne okuduğum en içerikli, olayları olduğu gibi resimleyen bir yazı. Kendime en yakın hissettiğim satırlar ise Osmanlıyı içeren cümlelerdir.Dileğim Türk milletinin en değerli bu mirası red değil tekrar sahiblenmesidir. Tarihimizden gelen bu zenginliği, Devleti ve Milleti ile kucaklaması gelecek için farklı açılımlara uyarlayarak bölgemizde hakim ve bağımsız ülke olma ümidi ile.


zeki çiner IP: 81.215.110.xxx Tarih : 27.10.2007 19:41:48

Bu vatanın evlatlarının bu kadar ezilmesine, küçük gösterilmesine son verilmelidir. Bu ülkenin gerçek sahiplerinin kaybedeceği hiçbirşey yoktur. yok ambargo olursa ülke ekonomisi zarar görürmüş falan gibi laflarla insanların kafalarını karıştırmayın. Parası olmayan bu vatan evlatlarının tek sahip oldukları gururlarını, Ayaklar altına almayın. İnönü' nün dediği gibi ( yeni bir dünya kurulur ve Türkiye yerini bulur) Onursuz yaşamaktansa ölürüm daha iyi!!!!!