Hazırlıksız yakalandığı Şemdinli'de 'birlik ve beraberlik' sergileyen iktidar bloğu, hazırlıklı olduğu Ergenekon'da bölündü ve kendi arasında da bir çatışmayı sürdürüyor. Şemdinli'de Kürtlerin karşısında yekpare duranlar, Ergenekon'da kavga ediyorlar
Kasım 2005’te Şemdinli’de suçüstü yakalanan çavuşları yargılayamayan “sivil yargı” ne oldu da bugün Ergenekon’da, aralarında generallerin, albayların da yer aldığı subayları yargılayabiliyor? Şemdinli’den iki yıl sonra, Haziran 2007’de başlayan Ergenekon Davası’nın soruşturmaları ve dalgalar halinde gelişen tutuklamaları önlenemediği gibi, son olarak “irtica belgesi” altında imzası olduğu söylenen, Genelkurmay’ın eski psikolojik harp dairesi başkanı Albay Çiçek, Hasdal Cezaevi’nin parmaklıkları arkasından güçlükle dışarı alındı. 2005’te çavuşun kurtulması için dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın, “Tanırım, iyi çocuktur” demesi yeterli olmuş, bu sözlere kayıtsız kalmayan savcı Ferhat Sarıkaya’ya olmuştu olan... Oysa 2009’da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un kefil olduğu albay, MGK toplantısının olduğu gün tutuklanıyor, ertesi gün salıverilse bile olan Başbuğ’un karizmasına oluyor... 2005’ten 2009’a ne değişti? Çavuşunu vermeyenler generallerini, albaylarını nasıl veriyor?
Kuzey Irak... Sözde vatandaş...
Soğuk Savaş döneminde “Doğu Bloğu” karşısında bir “cephe ülkesi” olan ve ABD’den sonra NATO’nun en büyük ordusunu besleyen Türkiye’nin istikrarı her şeyden önemliydi. Devletin de kurucusu olan askerin vesayetindeki oligarşik sistemin kendine özgü bir tuhaflıkla oluşturduğu, ürettiği siyasi ve ideolojik her şey topluma kabul ettirildi. Ama Soğuk Savaş biteli artık 20 yıl oluyor ve başka türlüsünün mümkün olmadığı sanılan birçok şey dünyanın önüne çıkınca, dünyada geçerli olanlarla karşılaştırıldığında trajikomik kalıyor. Örneğin, bütün dünyanın “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanıdığı hükümete “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” demek yetmedi “Kürdistan” ve “Kürdistan Bölgesel Hükümeti” dememek için “Kuzey Irak” diye bir ülke icat edilmesi gerekti. Kürtlerin aklını karıştırmamak ve bu kelimelere meşruiyet kazandırmamak için başvurulan bu alaturkalık daha ne kadar sürebilir? “Sözde Ermeni soykırımı” lafında olduğu gibi, birçok meseleyi “sözde” kılıfı içerisine sokarak yüzleşmekten kaçınmak daha ne kadar sürebilir? “Sözde değil özde laik...” ya da “sözde değil özde Atatürkçü...” Bu “sözde” işi o kadar vahim bir noktaya vardı ki, bugünlerde “demokratlığı” çok övülen Hilmi Özkök, Mersin’de bir bayrak provokasyonuna bulaştırılan Kürt çocukları için “sözde vatandaş” demeye kadar gitmişti.
Kısacası askerin mührünü taşıyan bu köhne yapı bir şekilde çözülmek ve yeniden kurulmak zorunda; bu işin de İslami hareketin içinden zuhur eden AKP’ye kalması, askerin içeri tıktığı Erdoğan’ın şimdi askeri kışlasına doğru itelemesi tarihin bir ironisidir. Aslında sosyal-demokrat bir hükümet bu süreçte daha az sarsıntıya yol açardı. Ama “kürselleşme süreci” sosyal demokrasi de dahil olmak üzere solun tümünü önüne katıp “tarihin sonu”nu ilan edince en azından Türkiye için böyle bir seçenek gelişemedi. Ulus-devlete sahip çıkarak küreselleşmeye direneceğini ve solculuk yapmaya devam edeceğini zannedenlerin ne hale geleceğini görmek isteyenler artık Türkiye’ye bakacak...
27 Nisan ve 12 Mart muhtıraları
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan yeni koşulların ağır aksak ilerlemesinin yanı sıra iki yıl önce Türkiye’de çok önemli bir şey daha oldu: 27 Nisan 2007’de “sözde değil özde laik...” bir başkomutan istediğini söyleyen ordu bir geceyarısı muhtırasıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve siyasete müdahale etti. Eski faşist veya eski solculardan oluşan “çakma liberaller”in bu muhtıranın hemen ertesindeki yazılarına gözatılırsa hükümetin çekilmesini ve bir “milli birlik hükümeti” kurulmasını nasıl hararetle tavsiye ettikleri görülür. Aslında 12 Mart dönemi gibi bir sürece kapı açabilecek bu muhtıraya Erbakan’ın talebeleri pabuç bırakmadı. Yani ordu bu kez “hükümeti görevden alamadı”. Bir hafta sonra Erdoğan ile Büyükanıt arasında gerçekleşen ve ikisinin de mezara kadar saklayacaklarını ilan ettiği “Dolmabahçe Mutabakatı”, AKP ile ordu arasındaki ilişkileri yeni bir düzeye taşıdı. Nitekim ondan sonra hükümet ile ordu arasındaki sorunlar açıktan, toplumun göreceği tarzda değil, kapalı kapılar ardında ele alınıyor.
Öte yandan AKP 22 Temmuz 2007 seçimlerinde oylarını yüzde 47’ye çıkarınca, 27 Nisan muhtırasını savuşturmuş oldu. Muhtıranın açıkça hedefi olan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, 12 Mart döneminde darbeci orgeneral Faruk Gürler’in değil de Fahri Korutürk’ün seçilmesi ile karşılaştırılabilir. Etrafı tanklarla kuşatılan TBMM Mart 1973’te Gürler’i değil de Korutürk’ü seçtiğinde bir özgürlük rüzgârı esecek ve 12 Mart döneminin sonu gelecekti. Abdullah Gül seçildiğinde ne oldu; hangi rüzgâr esti? Türbana özgürlük rüzgârı esti! Güçlendiğini düşünen AKP’nin kadınlara “kapanma hakkı”nı genişletmeye kalkışması onun ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü olduğunu da ortaya koyuyordu. Ardından iktidar partisi için açılan kapatma davası ise hem artık AKP ile esasen nasıl mücadele edileceğini gösteriyor hem de AKP’ye “ayar” veriyordu.
Sonuçta 27 Nisan gazisi Büyükanıt’ın benimsediği yeni tutum, ardından gelen Başbuğ tarafından da sürdürülüyor. Bu, AKP ile asker arasında bir uzlaşma olduğu izlenimi verse de “mutabakat”a varan bir ilişkinin, anlayış birliğinin olduğu anlamına gelmiyor. Ordu ayrı bir iktidar odağı olmaya devam ederken “rejimin vasisi” konumunu sürdürmenin yollarını da aramaktan vazgeçmiyor.
Şemdinli ve Ergenekon davaları...
AKP’nin temsil ettiği iktidar bloğu ile askerin etrafında mevzilenen bir diğer iktidar bloğu arasındaki mücadele daha sonuçlanmış değil; ve bu mücadelenin alabileceği biçimler konusunda bir sınırlama öngörmek, örneğin şiddete başvurulmaz, darbe olmaz demek, kolay değildir. Zira iktidar mücadelesinin sınırı yoktur, yeri geldiğinde her türlü yola başvurulur.
Bu bağlamda Kasım 2005’te halkın bir bombalama sırasında suçüstü yaptığı Şemdinli davasıyla, herhalde “Dolmabahçe Mutabakatı” ile Haziran 2007’de düğmesine basılan Ergenekon davası farklı sınıfları karşı karşıya getiriyor, farklı çatışma eksenlerinin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Şemdinli davası Kürt sorunuyla bağlantılı idi; iktidar bloğunun yekpare davranmasına yol açacak tarzda bir çatışma eksenini ifade ediyor, kendiliğinden ezenlerle ezilenler arasındaki mücadelenin bir parçası haline geliyordu. Bu davayı yürüten savcının kişisel niyet ve düşüncesinin ötesinde iş kurcalandıkça, üzerine gidildikçe çeyrek yüz yıllık “düşük yoğunluklu savaş”ın kirli çamaşırları ortalığa dökülebilirdi. Belki de bu kirli çamaşırların arasındaki çorapların kafasına örüleceğinden, saatli bombanın elinde patlayacağından ürken AKP’nin bu davaya yaklaşımı farklı oldu. Bugün davanın sanığı çavuş serbestçe dolaşırken davanın savcısı meslekten ihraç edilmekle kalmadı, avukatlık yapması bile engellendi, hukuk dünyasından adı kazındı.
Yine hazırlıksız yakalandığı Şemdinli’de “birlik ve beraberlik” sergileyen iktidar bloğu, hazırlıklı olduğu Ergenekon’da bölündü ve kendi arasında da bir çatışmayı sürdürüyor. Şemdinli’de Kürtlerin karşısında yekpare duranlar Ergenekon’da kavga ediyorlar. Gerçek ayrıntıda gizlidir: Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç edilirken Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’e Başbakan Erdoğan’ın balyozla camı kırılan zırhlı makam arabasının tahsis edildiğini yazdı gazeteler; birincisi aşağıdakilerle yukarıdakiler arasında bir meseleydi, ikincisi yukarıdakilerin kendi arasında bir mesele. Onun için birinci davanın savcısı memleketi terk etmek zorunda kalırken ikinci davanın savcısına başbakanın zırhlı Mercedes’i tahsis ediliyor.
Çavuşu aşağıdakiler istiyordu, paşaları isteyen ise yukarıdakiler!
MADEM YARGI ÇIKTI YARGILANSIN İNANALIM DEMOKRASİ OLDUĞUNUA BÜYÜK ALLAHIM SEN KÜRDÜ KORU
Türkiyedeki asalaklar bu ülkeden gitse anavatanları iran a zagros dağlarına o zaman Türk ülkesi ne kadar refah içerisinde olur,Türk vatanında yaşayıpta Türk milletinin vergilerini sömüren üretmeden tüketen hep isteyen hep isteyen bu zararlı canlılardan kurtulmalıyız onları geldikleri yere iran a göndermeliyiz,ha birde adı ahmet mehmet olarak değişen ermeni tohumlarını da bu ülkeden temizlemedikçe bize rahat yok. Ey vatanım bin kabeden daha kutsal olan Türkiyem ne kadar hainin nankörün var, senin gibi bir ülke varmıki dünyada hemi üstünde asalak gibi yaşasınlar nimetlerinden faydalansınlar ve o ülkeye ihanette sınır tanımasınlar Tanrım sen Şanlı Türk Ordusunu ve Kahraman Mehmetçigimizi her kademedeki vefakar Komutanlarımızı koru Tanrı Türk vatanını Türk ırkını daim etsin,Türk ün vatanında yaşayıpta nankörlük edeninde gözünü kör etsin Amin.
sanırım yazarın kafası bayağı karışık sapla samanı birbirine karıştırmış şemdinli davası başta barzani oradaki amerikan istikbaratı pkk lı ama akp den milletvekilleri ile akpnin kurmaylarının yaptığı bir deneme idi o denemede bir miktar başarılı oldular bu başarı onları cesaretlendirdi ki dolma bahçe mutabakatıyla asıl harekata geçtiler bu harekatı aslında şemdinli ile değil türk askerinin başına cuval geçirilmesi ile başladı bu cuval geçirme hadisesi türkiyedeki ayrılıkçı unsurları cesaretlendirmek içindi verilen mesaj eğer amerika yanınızda ise türk askerinin kafasına cuval dahi geçirebilirsiniz daha önce askerden allahtan korktuğu gibi korkan cemaatler artık aslan kesildiler ve başta fettulah hoca örgütlenmesi ve bu günkü iktidar ona yardım eden küçük oluşumlar hatta itirafçılarını bu hizmet için öne süren pkk dağda kalaşnikofla yapamadığını pkk eskisi ile yapmaya başladı hadise bu güne kadar geldi şimdi fettullah bu işe neden girdi diye soracaklar olursa fettullahın sitesine girip fettullahın sorulara verdiği cevapları okusun orada çok önemli bir ayrıntı var bu ayrıntıda fettullahın evlerine asker tarafından sahte evraklar deliller konmasından bahseder bu gün asker kökenlilere isnat edilen delillere benzer fettullah hem bunun hemde geçmişin intikamını askerden almak istiyor görünüşe görede alıyor kısaca çok lafa gerek yok askerin başına cuval geçirilmesinden ergenekon iddanamesine kadar gelinen süreçte dinincilerin başta amerika ,pkk ,hizbullah ,israil , barzani hatta bu günkü hükümetide yanlarına alarak iktidarlarını sabitlemek mücadelesi var bu sağlanırsa allah bilir sonra sıra neye gelir türkler tarih boyunca düşmanlarını gördükleri göğüs göğüse savaştıkları her mücadeleden galip çıktılar ama yine tarih boyunca görünmez bir ucu başka ülke de ve yine kendi içlerinde ki hainlerinde iştirak ettiği çoğu mücadeleyi de kaybettiler