16
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

KADİR HAS KİMDİR ANILARI,HAYATI…

Kadir Has, 20 Eylül 1921'de Kayseri'de doğdu. Kayseri'nin köklü ve tanınmış Has Ağa ailesinden, merhum Nuri Has'ın oğluydu. Babası Nuri Has ile birlikte Cumhuriyet'in ilk yıllarında Kayseri'den Adana'ya göç etti. O tarihde henüz 4 yaşında olan Kadir Has, ilkokulu Adana'da okudu. Ardından Adana Ticaret Lisesi'ni bitirdi. İş hayatına erken atıldı. Kayseri eşrafından Mehmet Germirliği'nin kızı Rezzan hanımla evlendi. 1947 yılında Akbank yönetim kurulunda görev aldı. 1960 yılında Adana'dan İstanbul'a gitti.

1964 yılında Coca Cola'nın Türkiye'deki ilk üretimini gerçekleştirdi. Mercedes Benz'i 1968 yılında Türkiye'ye getirdi. Otomarsan firmasının yönetim kurulu başkanlığını 25 yıl sürdürdü. 1990 yıllarında Kadir Has, eşi Rezzan hanımla birlikte Kadir Has Vakfı'nı kurdu.

Ülkenin dört bir yanına yaptırdığı kalıcı eserlerinin maddi değeri 500 milyon doları geçti. Kayseri'ye yaptığı hizmetlerle gönüllerde taht kuran Kadir Has, 2004 yılında ‘Yılın Ahisi’ seçildi. Son olarak Kayseri'de 35 bin kişilik Kadir Has Stadı yapımını üstlenen, 7 bin 500 kişilik Spor Salonu, Kayseri'de Nuri Has Cami ve imam lojmanı, Kayseri Müftülüğü Diyanet Sitesi'nin bir katının inşaası, Nuri ve Zekiye Has İlköğretim Okulu, Kadir Has İlköğretim Okulu, Zekiye Has ilköğretim Okulu, Rezzan Has ilköğretim Okulu, Erciyes Üniversitesi'nde Kadir Has Merkez Kütüphanesi, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kadir Has Kültür Parkı, Erciyes Üniversitesi’nde Nuri- Zekiye Has Enstitüler binası, Mahmut Has Mediko Sosyal Merkezi, Erciyes eteklerinde Kadir Has Kent Ormanı ve bir çok hayır eseri yaptırdı.

Bir ay sonra Kayseri'ye gelmeyi planlayan Kadir Has, 4 ilköğretim okulunun temel atma törenine katılacaktı. Okullar için Kadir Has Vakfı'ndan, Kayseri'ye 2 milyon YTL gönderen Kadir Has, son olarak Kral TV’de Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki'nin konuk olduğu programa katılarak, Özhaseki2ye milletvekili adayı olmamasını, Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na devam etmesini önermişti.


Kadir Has'ın anıları

Kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden hayırsever işadamı Kadir Has'ın yaşamı birbirinden ilginç anılarla doluydu. Has, otobiyografisini "Vatan Borcu Ödüyorum" kitabında topladı. Kitabı gazeteci Hulusi Turgut kaleme aldı. Sabah Gazetesi'nde Mart 2002 tarihinde yazı dizisi olarak yayınlanan anılar Hası'ın kişiliği ve yaşamı hakkında bir çok ipucu barındırıyor.

'Üniversitemize mühür bile vurdular'

"40 yıl çalıştım. Çok güzel para kazandım. Yüksek vergi ödedim. Ama, madden zenginliğin yanı sıra, manevi zenginlik arıyordum. Ona ulaşabilmenin tek yolu vardı; hayır işlerine başlamak..."

GENÇLİK yıllarımda, rahmetli babam, memleketimiz Kayseri ile, yaşadığımız Adana şehirlerinde muhtelif hayır işleri yapıyordu. Kendisi, okul yüzü görmediği için, eğitime çok önem verdiğini sürekli anlatıyor; "Bir okul yaptırmak, bin kişiyi hapishaneye düşmekten kurtarır." diyordu. Bizler ise, bunu, masal gibi dinliyorduk. Babam, hayır işleri yaparken, zaman zaman bizleri çok şaşırtıyordu. Bir bakıyorsunuz, Kayseri'de "umumi tuvalet" yaptırıyor; bir bakıyorsunuz, "şehir içme suyu şebekesinin yenilenmesi" için bağışta bulunuyordu.

Hiç unutmuyorum; babam, Kayseri şehir merkezindeki çeşitli yerlere tuvalet yaptırma fikrini açtığı zaman, kendisine muhalefet etmiştim. Çünkü, o tarihte yaşım çok gençti, değer yargılarım da farklıydı. Tuvalet yaptırmanın anlamsız bir iş olacağını düşünüyordum. Hele hele, yapılacak olan tuvaletin duvarına, "Bu tuvalet, Nuri Has'ın bağışlarıyla yaptırılmıştır." şeklinde bir tabelânın asılmasını ise, aslâ tasvip etmiyordum.

Babam, gösterdiğim tepki üzerine, şunları söylemişti: "Oğlum, belki sana garip gelecek ama; tuvalet yaptırmak, çok sevaptır. Bunun önemini, bugün kavrayamamış olabilirsin.


BABAMIN YAPTIĞI HAYIR İŞLERİ
Çünkü, konuşmandan anlıyorum ki; 'Umumi tuvalete ne gerek var' diyorsun. Sen onu, bana değil de, sokakta, tuvalet ihtiyacı çekene sor."
Rahmetli babam, 30'lu yıllarda, yani bundan yaklaşık 60-70 yıl önce Adana'da "Zekiye - Nuri Has İlkokulu"nu inşa ettirmiş. Bu arada, ortaklarıyla beraber, bir de "Milli Mensucat İlkokulu" adıyla bir başka eğitim kurumunu, Adana şehrinde Milli Eğitim'in hizmetine vermiş.

Babamın, Kayseri'ye bağışları ise, 40'lı yıllarda başlamış. Önce, "Şadırvanlı Çeşme" ile, "Nuri Has Camii"ni yaptırmış; ardından da "Seyyid Burhanettin Türbesi"nin restorasyonu ile, şehir içme suyu şebekesinin inşasını ve umumi tuvaletlerin yapımını gerçekleştirmiş. 1958 yılında da "Nuri Zekiye Has İlkokulu"nu inşa ettirmiş.

İşte, böyle bir aile ortamında yetiştim. Sonuçta, ben de babamı model alıp, genç yaşta hayır işlerine başladım.

Uzun çalışma hayatım süresince, maddi zenginliğe ulaştım; yani, varlıkla ölçülen zenginliğe... Ama, bu arada, manevi zenginlik arıyordum. Ona ulaşabilmenin bence tek yolu vardı; o da, babamı örnek alıp, hayır işleri yapmak...

Bir gün eşim Rezan'a dedim ki; "Bak hanım, Allah'a şükürler olsun, hayatta, beklediğimiz madden refaha fazlasıyla ulaştık. Gönlümüzce yaşadık. Kimseye muhtaç olmadık. Yüz kızartıcı bir işin içinde bulunmadık. Bu yalancı dünyadan edindiğimiz serveti, artık milletimizle paylaşma zamanı geldi. Şimdi bir vakıf kuralım; bu serveti de, vakfa verelim. Vakıf, hayır işlerini sürdürsün. Çünkü bu işleri, bizden sonra yürütecek bir ferde sahip değiliz." Eşim, vakıf kurma teklifimi olumlu karşıladı. Bu konu için hukukçularımız çalışmaya başladı; ardından da "Kadir Has Vakfı" kuruldu. Artık, kafamız rahattı.

Bugün 80 yaşındayım. Geriye dönüp, şöyle bir baktığım zaman; hayatta yapmış olduğum en iyi işin, "hayır işi" olduğu sonucuna varıyorum. Ticari hayatta edindiğim serveti, hayır işlerine harcama durumuna geldiğim için, kendimi, târifi imkânsız bahtiyar bir insan olarak telâkki ediyorum. Ama, bu hâlimi tarif edecek kelime bulmakta, doğrusu zorlanıyorum.

Gerçekten, hayırseverliğin verdiği mutluluğu anlatmak çok güç. Çünkü, bunu anlamak için, hayırsever olmak lâzım. Bir ticaret erbabı olarak diyorum ki; "Çıkar gözetmeyen iyilik, en yüksek ve en güzel faizi getirir."

DEMİREL'DEN, DESTEK ALDIM
Bugün, sayıları 13'e ulaşan eğitim kurumlarında, hep "Kadir Has" imzası vardı. Eğitim alanında yaptığım hizmetleri, bir üniversite kurarak zirveye taşıyıp, noktalamak istiyordum. Bu amaçla, her zamanki gibi, yine akıl hocamız Sayın Demirel'e başvurdum. Kendisinden şu cevabı aldım: "Kadir Bey, bu fikrini çok beğendim. Üniversite kurmak, bugüne kadar yaptığınız hayır işlerinin en önemlisi olacaktır. Yaptığın hayır işleri, belki bir gün unutulabilir. Ama üniversite kurarsan, tarihe geçersin."

Sayın Demirel, bu sözleriyle beni gerçekten yüreklendirdi. Teşvik edici sözlerini şöyle tamamladı: "Ben de, sizin isminizin ebedileşmesini istiyorum. Kurmayı düşündüğünüz üniversiteyi, elbirliğiyle yapacağız."

Süleyman Bey'den aldığım bu destekle kolları sıvayıp, üniversiteyi kurmaya karar verdim.

Rahmetli babamı örnek alarak, 1980'li yıllarda yoğun bir biçimde başlattığım kalıcı hayır işlerini, 1992'de, Kadir Has Üniversitesi'nin resmen kuruluşu ile taçlandırdım.

Üniversite, kağıt üzerinde kurulmuştu. Ama, binaya ihtiyaç vardı. İstanbul'un Selim paşa Belediyesi, bu iş için bir arsa tahsis etti.
Milyonlarca dolar bağışlayarak, binaları yapmaya başladık. Arazi tahsisini yapan Belediye, bir süre sonra Üniversitemizin kapısına mühür vurdu. Bu binalar aslında, tapu kayıtlarında Belediye'nin malı olarak görünüyordu. Selim paşa Belediye Başkanı, bir bürokratik eksiklik nedeniyle, bir Cumhuriyet Üniversitesi'ni, gözünü kırpmadan mühürleyebiliyordu. Bu manzara karşısında, 'Bağış yapmakla, acaba hata mı ettim' diyordum...

Mercedes'de de 'Has' imzası var
DÜNYA devi Coca Cola'nın hikâyesini anlatmaya çalışmıştım. O teşebbüsümle daima gurur duyuyorum. Ama gelinen sonuç ne olursa olsun, bu işten kendi rızamla ayrılıp, hisselerimi, kardeşim Kemal'e devrettim. Coca Cola ile evliliğimizi bitirdikten sonra, yeni arayışlara giriştim. Çok kısa bir süre sonra, iş arkadaşlarım, Mercedes'in Türkiye'ye gelmek istediğini söylediler. Ben de, "Bu neyin nesidir Bir araştırın bakalım." tâlimatı verdim.

MERCEDES PİYANGOSU
Bu işi bilen kişilere ve dostlarıma danıştım. Onlardan şu cevabı aldım: "Şimdi duracak sıra mı Derhal koş. Ne yap yap, bu işi al. Sana, büyük bir piyango vurmuş."

Dostlarımdan gelen bu tavsiyelerin hepsi aklıma yatıyordu. Bana bir piyango vurmak üzere olduğunun farkındaydım. Ama, kendimi emniyete alma ihtiyacı hissediyordum. Doğrusu, böyle bir teşebbüse giriştikten sonra, "Ya işlerim kötü gider de, iflas edersem" endişesi taşıyordum.
Zihnen hazırlığımı tamamlamıştım. Şimdi bir tek iş vardı; o da, Mercedes firmasına resmen müracaat etmek. Elime kağıdı kalemi aldım, Almanların Mercedes firmasına dilekçemi yazdım.

"Bekleyen derviş, muradına ermiş." derler ya; Batı Almanya'dan beklediğim müjdeli haber geldi. Beni, Stuttgart şehrinde toplantıya davet ettiler. Büyük bir sevinçle, davete icabet etmek için yola çıktım. Beraberimde, çalışma arkadaşlarım vardı. Bizleri, havaalanında karşılayıp, şirket merkezine götürdüler. Hemen müzakerelere başladık.

Stuttgart'a giderken çok iyi hazırlık yapmıştım. Mercedes yetkilileri, karşılarında beni ve dosyamı görünce, kararlarını güven duygusu içinde açıkladılar. Evet, Türkiye'de, Mercedes otobüs fabrikasının kurulması faaliyetinde her türlü yetki ile donatılıyordum.

FABRİKAYI KURDUK
Almanlarla, kısa sürede kaynaştık. Çok iyi dost olduk. Onlara, Coca Cola maceramı anlattım. Mercedes'in Yönetim Kurulu Başkanı, beni dikkatle dinledikten sonra, "Herr. Has, Coca Cola'yı devrettiğinize hiç üzülmeyin. Emin olun ki; bu işte Coca Cola'dan çok daha fazla para kazanacaksınız. Çünkü, onu şişe şişe satıyordunuz. Onbinlerce şişeden kazanacağınız parayı, bir otobüsten kazanmanız mümkün." diyordu.

1968'de, Almanlardan vizeyi alıp, Mercedes'in, Otomarsan Fabrikası'nı İstanbul'da hayata geçirdik.
Eski MİT'çi ortak olunca Coca Cola'yı satın aldık

"EVLENDİKTEN hemen sonra, iş hayatına atıldım. Adana'da yaşarken, Amerikalıların içtiği 'Coca Cola' ile tanıştım. 1950'de, bu meşrubatın Türkiye'de üretilmesi için başvuruda bulundum. Olumsuz cevap aldım."

"ESKİ MİT başkanlarından General Behçet Türkmen'le, 1964'te ortak şirket kurduk. Behçet Paşa, Amerikalılardan, Coca Cola'nın Türkiye'de üretim iznini aldı. Halkımız, yerli Coca Cola ile 16 Eylül 1964'te tanıştı."
Yaşamımı Adana'da sürdürürken, yani gençlik yıllarımda "Coca Cola" ile tanışmıştım. Çok sevdiğim, keyifle içtiğim bu meşrubatı, zamanla evime şişe şişe istif etmeye başladım. Adana'nın İncirlik semtindeki asker havaalanı, o yıllarda Amerikalıların yönetimi altındaydı.

Bu nedenle, Adana'da pek çok Amerikalı asker ve sivil personel görev yapıyordu. Kaçakçı pazarlarında, İncirlik'ten çıkarılan Amerikan eşyaları satılıyor, yine Amerikalıların İncirlik Tesisleri'nde, PX adındaki alışveriş merkezlerine girmek için insanlar torpil arıyordu. Adana'nın kaçakçı pazarlarında satılan Amerikan eşyaları da, bu merkezlerden çıkarılırdı. İşte, bizim tanıştığımız, tadına doyamadığımız Coca Cola'nın kaynağı da orasıydı.


Amerika Birleşik Devletleri'ne ilk defa 1950 yılında gittim. Orada da, karşıma hep Coca Cola çıkıyordu. Ayıp değil ya, bu içeceği çok seviyordum. İşte o seyahatte dostlarıma, "Coca Cola'yı acaba Türkiye'ye getirebilir miyiz" diye sordum. Tebessümle karşılayıp, imkânsız olduğunu imâ ettiler.

Amerika seyahatim sırasında, Coca Cola ile birlikte "McDonald's"ın da varlığından haberdar oldum. Bu sandviç dükkanlarının, hemen her köşe başını işgâl ettiğini gördüm. Seyahatim sırasında, hem ziyaret, hem ticaret yapmak istiyordum. Doğrusu, elimin boş dönmesini içime sindiremeyecektim. Ama, her isteğime çevremden olumsuz cevaplar geliyordu. Acaba, hiç olmayacak işlerin peşine mi düşmüştüm Coca Cola için, "O bir dünya şirketi." diyorlar, McDonald's için ise, başka bahâneler uyduruyorlardı. Yani, Coca Cola'nın büyüklüğü sebebi ile, o şirketten temsilcilik alamayacağım vurgulanıyordu.

İstanbul'a taşındıktan sonra, sık sık Batı ülkelerine gitmeye başladım. Hem geziyor, hem de yeni iş imkânları arıyordum. O gençlik yıllarımda, biraz da sevgiden olacak, "Acaba bu Copa Cola'yı, Türkiye'de imâl edemezmiyimş" diye başlayan düşüncemi unutmuş değildim. Bunun peşini bırakmayacaktım.

Demokrat Parti döneminin Milli Emniyet (MİT) Başkanı General Behçet Türkmen'i, bir vesile ile tanımıştım. 27 Mayıs 1960 İhtilâli'nden sonra, her şey altüst olmuş, Behçet Paşa da emekliye ayrılıp, İstanbul'a yerleşmişti.

Bu Coca Cola işini, bir gün, Behçet Paşa'ya açtım. Kendisi, çok iyi İngilizce biliyordu. Dünyanın her yerinde dostları vardı. Amerika'da ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde asker ataşelik yapmış olan Behçet Türkmen Paşa, her gittiği yerde sağlam dostluklar edinmişti. Paşa, işte bu dost çevresini seferber edip, Coca Cola'yı Türkiye'ye getirebilmemiz için, çalışmalara başladı.


Emekli büyükelçi İlter Türkmen'in babası olan Behçet Türkmen, Amerika'daki dostları ile yaptığı yazışmalardan sonra, Coca Cola'yı Türkiye'ye getirebileceğimizin işaretini verdi. Bu, benim için çok büyük bir fırsat ve imkândı.

İşin başında, Coca Cola üretimi için kurmuş olduğumuz limited şirketin % 95 hissesi, eniştem Tâlip Aksoy ile bana ait idi. Behçet Türkmen Paşa da, % 5'lik ortaklık payına sahipti. Bu arada, Tâlip'le bana ait olan hissenin % 35'ini kardeşim Kemal'e verdik. Daha sonra Tâlip, kalan hissesini de Kemal'e devredecekti.


1950'DE PEŞİNE DÜŞMÜŞTÜM
İZNİ, BEHÇET PAŞA KOPARDI

Coca Cola'nın Türkiye'de üretilmesi için, gerekli izni hükûmetten aldık. Artık düğmeye basıp, üretime geçme zamanı gelmişti. 16 Eylül 1964 tarihinde de, Türk halkını, kendi ülkesinde üretilen Coca Cola ile tanıştırdık.

Üretime geçmeden önce, İstanbul'un en büyük reklâm ajanslarından, Eli Acıman'ın sahibi olduğu Manajans'a yoğun bir reklâm kampanyası yaptırdık. Gazetelerde yayınlanan reklâmlarda, Coca Cola kapaklarının içinde 400 bin liralık çeşitli ikramiyeler olduğunu ilân edip, şişe kapaklarının içine, çok sayıda buzdolabı, radyo, plâk ve yüz binlerce şişe bedava Coca Cola isimleri yazdırmıştık. Kapaklardan, bu isimleri bulan talihliler, sürpriz bir şekilde ikramiye kazanacaklardı. Şişesi 60 kuruştan satılacak olan Coca Cola reklâm kampanyasının adına da, "Gizli Define" demiştik.

38 YIL ÖNCE PROMOSYON YAPTIK
Üretimin yapılacağı gece, bayram çocukları gibi sevinçli idik. Fabrikada, makinaların başında bekliyor, Coca Cola'nın şişelere dolduruluşunu, şişelerin bantlarda dolaşmasını, ardından da kasalara istif edilmesini heyecanla izliyorduk. Her kasada, 12 şişe Coca Cola vardı. Kasalar daha sonra kamyonlara yüklenip, tüketim noktalarına doğru, hızla yola çıkarılıyordu.

Üretimin başlamasından hemen sonra sevindirici haberler gelmeye başladı. Makinaların düğmesine basalı henüz 2 saat olmuştu. Kasa kasa Coca Cola taşıyan kamyonlar, yüklerini boşalttıktan sonra, yeni mal almak için hızla fabrikaya dönüyordu. Umduğumuzu, fazlasıyla bulmuştuk. Dört ortak, çok sevinçli idik. Fabrika personeli, bu sevinci bizlerle birlikte yaşıyordu. Evet, Coca Cola tutmuştu. Türk insanı, Coca Cola'yı sevmişti. Coca Cola, bizleri de sevindirmişti.

Görücü usûlüyle evliliğin resmidir

1941yılında, Boğaziçi Lisesi'ndeki öğrenimimi tamamladıktan sonra, İstanbul anılarımı bu güzelim şehirde bırakıp, Adana'ya, "Baba Ocağı"na dönmüştüm.

İstanbul'dan ayrılışımın altıncı ayında, Mahmut ağabeyimden önemli bir haber aldım. Ağabeyim, beni karşısına çekip, "Kadir, babam, senin evlenmeni istiyor. Kayseri'de, çok iyi bir ailenin kızı varmış. Kendisi, bu aileyi tanıyormuş. Düşün, taşın. Önümüzdeki günlerde Kayseri'ye gidip, kız tarafı ile konuşacağız." dedi.

Ağabeyimin söylediklerini, ölçüp tartmadan buna karşı çıktım. Kendisi, beni dikkatlice dinledikten sonra, şunları söyledi:

- "Kadir, babam bu konuda kararlı. Hiç itiraza gerek yok. Kayseri'ye gideceğiz, o aileyi ziyaret edeceğiz. Babamdaki bilgilere göre, kız İstanbul'da, Kanlıca'da doğup büyümüş. Aile çok iyi imiş. Göreceğin gelin adayı, Kayseri'nin ünlü ailelerinden Ali Kâmil Germirli'nin torunu, Mehmet Germirli'nin kızı imiş."

Emir büyük yerden gelmişti. Babamızın arzusu üzerine Kayseri'ye gidip, gelin adayını görecektik. Ama ilk gelen haberlerde, göreceğimiz kızın henüz 14 yaşında olduğu söyleniyordu. Önce şaşırmıştım, sonra İstanbul'da öğrencilik yıllarımda işittiğim şu güzel cümle hâtırıma geldi: "Kadınla, müziğin yaşı olmaz."

1941 yılının son günlerinde, kız görmek için, ani bir kararla ailece Adana'dan Kayseri'ye gittik.

Şimdi sizlere, 40'lı yıllardan ilginç bir sahne nakletmek istiyorum. Bu, "görücü usûlü" ile kız beğenme sahnesi. Bu sahnenin, şüphesiz başrol oyuncularından birisiyim. Rol arkadaşım da, müstakbel hayat arkadaşım Rezan Germirli. Bu oyunda, rol alan öteki sanatçılar ise, Adana'dan gelen annem, babam ve aile büyüklerimle, kız tarafının aile fertleri.

Görücü giderken, kız evinde nasıl bir davranış içerisinde bulunmam gerektiğini de bilmiyordum. İstanbul'da, o yılların ünlü terzisi İzzet Ünver'e diktirdiğim şık kıyafetlerden birisi üzerimdeydi. Saatler geçtikçe, sabrım da tükeniyordu. Aile büyüklerim, kız evinde nasıl hareket edeceğimi anlattılar. Kızı iyice süzmemi, yani inceden inceye tetkik etmemi istediler. Çünkü, bu ilk ziyarette belki de hemen söz kesme teşebbüsünde bulunabileceklerini ifade ettiler. Bana da, sıkı sıkı şu tembihatta bulundular:

KIZ GÖRMENİN İNCELİKLERİ

- "Kadir, kızı beğenirsen, hareketlerinle bu durumunu belli et."

İlk defa damat adayı olmanın heyecanı içerisinde, Germirli Mehmet Beyler'in evine gittik. Bizi, geniş bir salona aldılar. Büyükler başköşeye, küçükler ise kapı önüne doğru yerleşti. Kalbim küt küt atıyordu. 14 yaşındaki gelin adayı Rezan geldi. Büyüklerin ellerinden öptü, küçüklerle tokalaştı.

Kayseri'deki âdet gereği, "kız evi"nde bizlere çok aşırı ikrâmda bulunuldu. İkrâm servisini Rezan'la birlikte kız kardeşleri yapıyordu. Rahmetli annem, gelin adayını kaynana gözüyle süzüyor, rahmetli babam da, Germirli Ailesi'nin erkekleri ile koyu bir sohbete dalıyordu. Rezan, bizlere hizmet ettikten sonra, karşımıza geçip oturuyor, ama mahcubiyet içerisinde, başını hep önüne eğiyordu. Yani Rezan'ın, beni tetkik etme özgürlüğü dahi yoktu.

Görücü evindeki kadınlar ve erkekler, hem sohbet ediyor, hem de göz ucuyla benim hareketlerimi izliyordu. Belki acemilikten, belki heyecandan, sert hareketler yapıyor, başımı ansızın yukarı doğru kaldırıyor, daha sonra aşağıya düşürüyordum. Bir an baktım, o koca salondakiler benimle birlikte başlarını bir yukarı, bir aşağı hareket ettiriyordu. Benim hareketimin amacı, Rezan'ı tepeden tırnağa incelemekti. Ben o hareketleri yaparken, aile büyükleri ise, şifre çözer gibi, benim hareketlerimden bir anlam çıkarmaya çalışıyorlardı.

Her iki ailenin büyükleri de, heyecan içinde sonucu beklemeye koyuldu. Kararımı vermiştim. Bu, şüphesiz "evet" şeklinde bir karardı. Zaten, bu kararımı hemen hareketlerime yansıtmıştım. Ciddi tavrım kayboldu. Tebessüm etmeye başladım. Sözün özü: Rezan'ı beğenmiştim.

Rahmetli babam, tez canlı idi. Benden olumlu cevabı aldıktan sonra, bu işi hemen bağlamak istiyordu. Bu arada, Rezan'dan ve Germirli Ailesi'nden de olumlu cevap geldi. Daha önce de açıkladığım gibi Rezan, henüz 14 yaşında idi. Ama, o yaştaki bir gencin nikâh masasına oturması, "Medeni Kanun"a aykırı bulunuyordu.

Mutluluk yolunda, önümüze çıkan engeli nasıl aştık Onu da, şimdi Rezan'dan dinleyelim: "Ailelerimiz, nişanımızın, nikâhımızın ve düğünümüzün Adana'da yapılması konusunda anlaştılar. Ancak, nikâh için bir büyük engel vardı. Henüz 14 yaşında idim. Medeni Kanun'a göre, resmnikâhımın kıyılması mümkün değildi. Tabii, o günün şartlarında bunların hiçbirisini bilmiyordum; ama bir gün babam, elimden tuttu, beni bir yerlere götürdü. Gittiğimiz yer, mahkeme binasıymış. Daha dün gibi hatırlıyorum; üstümde kukuletalı mavi bir palto vardı. Babamın yanında durdum. Babam, hâkimle bir şeyler konuşuyordu. Sonra, mahkeme binasından çıktık.

Aradan yıllar geçti, aklım herşeye ermeye başladı. Bu mahkeme faslını, rahmetli babama sordum. O da gerçekleri anlattı. Hâkim huzuruna çıktığım gün 14 yaşındaydım; ama, nikâh defterine imza atmak için 18 yaşında olmak gerekiyormuş. Hâkime durum anlatılmış. O da anlayışla karşılamış ama, babama şu sözleri de söylemiş: 'Mehmet Bey, yazık, çok yazık. Bu çocuğu niçin erken evlendiriyorsunuz' Evet, bu maceradan sonra Nikâhımız 14 Nisan 1942 tarihinde Adana'da kıyıldı."

AKBANK'taki ihtilâf Sabancılar'a yaradı

ADANA'DA, Kayserililer'in öncülüğünde gelişen sanayi, ticaret hayatına da canlılık getirdi. 1945 yılında, II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, herkes rahat nefes almaya başladı. Ardından, 1946 yılında çok partili rejime geçildi, bu arada "Demokrat Parti" kuruldu.

Ümitler, yeniden yeşermişti. "Marshall Plânı" çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri'nden, Türkiye'ye yardım kararı çıkmış, piyasa rahatlamıştı. O tarihlerde, para piyasasını "İş Bankası" yönlendiriyordu. Babam ve ortakları, iş hayatında oldukları için, bankalara büyük komisyon veriyorlardı.

Piyasadaki hareketlilik, MillMensucat'ın dört ortağı ve Hacı Ömer Sabancı'yı yeni arayışlara şevketti. MillMensucat'ın ortakları Nuh Naci Yazgan, Nuri Has, Mustafa Özgür ve Seyit Tekin, yanlarına Adanalı Ahmet ve Bekir Sapmaz'ı alarak, bir banka kur- maya karar verdiler. Devletten gerekli izin sağlandı, bankaya da "Akbank" adı verildi.

12 Aralık 1947 tarihinde, Türk finans sektöründe yerini alan Akbank'ın asıl adı, "Adana-Kayseri Bankası"dır. Ancak, her iki şehrin isimlerindeki baş harfler, Akbank'ın adını oluşturmaktadır.

Akbank'ın kuruluşu sırasında, ortakların hisse oranları ise şöyle idi: Nuri Has: % 15, Hacı Ömer Sabancı: % 15, Nuh Naci Yazgan: % 15, Mustafa Özgür: % 15, Ahmet ve Bekir Sapmaz: % 15, Seyit Tekin: % 5.
Kurucu ortaklar, hisselerin %80'ini paylaştıktan sonra, Adanalı işadamları için %10, İstanbullu işadamları için de yine %10'luk kota ayırdılar.

Dolayısıyla, bu %20'lik hissenin Adanalı ve İstanbullu "seçkin ve itibarlı" işadamlarına satılmasına karar verdiler. Kayserili, Adanalı ve İstanbullu 83 işadamı, bankanın kurucu ortakları heyetinde yer aldı.

Akbank, 1950-1962 yılları arasında kurucu ortaklar tarafından yönetildi. Bu süre içerisinde, Seyit Tekin'in oğlu İbrahim Tekin, Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Ben de, uzunca bir zaman Sakıp Sabancı ile birlikte Yönetim Kurulu Üyeliği görevinde bulundum.

1962 yılına gelindiğinde, Akbank ortakları arasında zaman zaman başgösteren yönetim anlaşmazlığı, iyice su yüzüne çıktı. Bir güven bunalımı yaşandı. Ortaklar, iki kutba ayrıldı. Bir tarafta Sabancı Ailesi, diğer tarafta da kardeşim Kemal'le birlikte hareket eden Ahmet Sapmaz kıyasıya rekabete giriştiler.

İşin tadı kaçmıştı. Mutlaka bir orta yol bulunması gerekiyordu. İki tarafı yatıştıracak bir üçüncü kişiye ihtiyaç vardı. Bu kişiyi bulmuştum.

Tarafları, ancak ünlü bankacı, İş Bankası'nın eski Yönetim Kurulu Başkanı Ahmed Dallı birarada tutabilirdi. Ortaklar arasındaki gerginlik, beraberinde rekabeti de getirmişti. Bir grup, sermaye artırımına gitmek istiyor, diğer grup ise buna engel oluyordu. 1962 yılında vefât eden babam, Akbank hisselerini sağlığında iken, evlâtları arasında taksim etmişti. Babamdan bize intikal eden bu hisseler nedeni ile benimle birlikte kardeşim Kemal ve eniştemiz Tâlip Aksoy da, hissedarlar arasında bulunuyordu.

İşte böylesine gergin ortamda, bir yandan Sabancılar, bir yandan da kardeşim rahmetli Kemal ile merhum Ahmet Sapmaz, piyasadan Akbank'ın hisse senetlerini toplamaya başladılar. Bu iki grup, bankayı ele geçirmek için kıyasıya çarpışıyordu. Ama bu rekabetten, sadece müessese yıpranıyordu.

Akbank'taki iktidar mücadelesi sırasında doğal olarak, kardeşim Kemal ve Ahmet Sapmaz'la aynı grupta yer aldım. Ancak, piyasadan iddialı şekilde hisse toplamayı hiç düşünmedim. Böyle bir teşebbüse girmem halinde, bankadan kredi çekmem gerekecekti. Çünkü, elimde yeterli miktarda nakit para yoktu. Bu durum da, belki beni ilerde borç krizine dü- şürebilirdi. Akbank'ın, gelecekte muvaffak olup olamayacağını da kestiremiyordum.

AKBANK'IN BÜYÜK ORTAKLARI, ANLAŞAMIYOR

Fakat, buna rağmen o günün şartlarında ucuz bulduğum bazı hisseleri satın almıştım. Hacı Ömer Ağa'nın oğlu Erol Sabancı ise, fiyatına bakmadan, Akbank hissesi toplamaya başladı. Türkiye'nin her tarafına adamlarını sevkedip, büyük-küçük ne varsa, bütün hisselerin satın alınması tâlimatını verdi.

Benim asıl amacım, bankanın büyümesi ve kalkınması idi. İhtilâfın sürmesini istemiyordum. Onun için, merhum Ahmed Dallı'nın profesyonel bir yönetici olarak işin başına geçmesini arzu ediyordum. Ortaklardan bir kısmı, merhum Dallı'nın, Sabancılar'a yakın bir kişi olduğunu söylüyordu. Ama ben, Ahmed Bey'in hiçbir tarafı tutmayacak dürüstlükte olduğunu biliyordum.

Dallı ile ilgili teklifimi, ortaklarımıza açtım. Ayrıca, o tarihte Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yapan İbrahim Tekin'in de iznine başvurdum. Tekin, görevini Ahmed Dallı'ya seve seve verebileceğini bana ifade etmişti. Ancak, kardeşim Kemal ile, hissedarlardan Ahmet Sapmaz bu konuda beni uyararak şunları söylemişlerdi:

- "Aman Kadir Bey, dikkatli ol. İbrahim Tekin'e bu teklifi yaparsan, aksi tesir yaratabilir. Yönetim Kurulu Başkanlığı'ndan uzaklaştırılması durumunda, Sabancılar'la birlikte hareket edebilir."

İbrahim Tekin, bu konuları kendisiyle görüşürken bana karşı çok dürüst bir görüntü sergiliyor, Ahmed Dallı'nın getirilmesinden büyük memnuniyet duyacağını ifade ediyordu. Bundan dolayı, herhangi bir sürprizle karşılaşmayacağımızı düşünüyordum.

1962 yılının sanırım Haziran ayında, Akbank'ın Genel Kurul Toplantısı'nı yaptık. Toplantı açılırken Sakıp Sabancı, ellerindeki hissenin %50'yi geçtiğini söyledi. Bizler, beklenmedik bir sürprizle karşılaşmıştık. Çünkü, o güne kadar Sabancılar'ın elindeki hisselerin henüz %50'ye ulaşmadığını zannediyorduk.

Sakıp Bey'in bu sürpriz açıklamasından sonra, işin aslını öğrendik. Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Tekin'in, hisselerini, bir gün önce Sabancılar'a sattığı ortaya çıktı. Kendisi de zaten o günkü toplantıya gelmedi. Tekin'in, Yönetim Kurulu Başkanlığı'ndan ayrılması için başlattığımız hareket, kendisinde rahatsızlık yaratmış. Hemen, bu kızgınlıkla gidip, hisselerini Sabancılar'a satmış.

Sabancı Ailesi, Akbank'a 1962 yılının ortalarında hâkim oldu. Yeni patronlar, banka yönetimindeki mevcut görevlilere dokunmadı. Sadece Erol Sabancı, Yönetim Kurulu Üyesi oldu. Bana da rahmetli babamdan %5.5'luk bir hisse intikâl etmişti.

Kardeşim Kemal Has ve Ahmet Sapmaz'la birlikte yürüttüğümüz, Akbank yarışını kaybetmiştik. Merhum kardeşim Kemal de, daha sonra elindeki hisseleri Sabancı Ailesi'ne sattı. Bu arada, merhum Ahmet Sapmaz ise, bu bankanın hisselerini, borçlarına karşılık yine Sabancılar'a devretti.
Ortaklar arasındaki ihtilâfı sona erdirmek amacıyla Yönetim Kurulu Başkanlığı'na teklif ettiğim merhum Ahmed Dallı, Genel Kurul'da bu göreve seçildi.

Ahmed Dallı döneminde, Akbank büyük bir kalkınma hamlesine girişti. Yurt çapında şubeleri yaygınlaştı. Ahmed Dallı ile çok iyi bir dostluk ilişkim vardı. Yönetim Kurulu Toplantıları'na beni almadan gitmezdi. Merhum Dallı, 1969 seçimlerinde, Adalet Partisi'nden önce milletvekili seçildi, ardından da Ticaret Bakanlığı'na atandı.

Dallı, bankadan ayrıldıktan sonra, Akbank Yönetim Kurulu Başkanlığı'na İş Bankası'nın eski yöneticilerinden Bülent Yazıcı getirildi. Bu arada, Demokrat Parti iktidarının başbakan yardımcılarından merhum MedenBerk de Genel Müdürlük görevini üstlendi.

12 Mart 1971 Muhtırası döneminde Ticaret Bakanlığı, daha sonra da Başbakanlık yapmış olan Merkez Bankası eski Başkanı merhum Naim Talû ise, 70'li ve 80'li yıllarda, uzun süre Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapacaktı.

Akbank, yıllardan beri Erol Sabancı'nın dirayetli yönetimi altında finans sektörüne hizmet veriyor. Bu arada, benim ortaklığım da sürüyor. Erol Sabancı, Türkiye'nin, dünyaya açılan bu bankasını her geçen gün daha başarılı, daha yararlı ve daha modern hale getirmek için çaba harcıyor.
Sabancı Ailesi'nin bugün elde ettikleri büyük başarının sırrı, baba Hacı Ömer Sabancı'nın vefâtından sonra, kardeşler arasında sağlanan birlik, beraberlik, dayanışma ve güven duygusunda saklıdır. Tabii bu birliğin sağlanmasını temin eden de, büyük ağabey Sakıp Sabancı'dır. Kendisi, çok iyi bir orkestra şefidir.

AKBANK YARIŞINI KAYBETTİK ÜNLÜLER BANKA YÖNETİMİNDE

Hatay bizim olmasa hiç para saçar mıyım
14 MAYIS 1950 tarihinde, Türkiye tam demokrasiye geçmiş, Demokrat Parti de, ezici bir çoğunlukla iktidar olmuştu. Yeni iktidarla birlikte, ülke şantiyeye döndü. Bu arada, sanayileşme hamlesi başlatıldı. Babam Nuri Has, Adana'daki yatırımlardan sonra, yeni teşebbüsler peşine düştü. Tabii, MillMensucat Fabrikası'ndaki başarısı, onun için çok iyi bir imtihan olmuştu. Tüccar kimliğinin yanı sıra, iyi bir sanayici olarak da kendini kabul ettirmişti.

Babam, yeni yatırımları için çevre ve piyasa etüdüne girişmişti. O yıllarda, Antakya yöresinde işçi ücretleri çok düşüktü. Ayrıca, o bölgede yetiştirilen pamuk elyafı ise, Adana pamuğundan daha kaliteli idi. Babam, bu avantajları göz önüne alarak, Antakya'da Akiş İplik Fabrikası'nı kurmaya karar verdi.

Türkiye'nin 3. Cumhurbaşkanı merhum Celâl Bayar, bir yurt seyahati sırasında Hatay'ı ziyaret ediyor, bu arada, şehir merkezi Antakya'daki Akiş İplik Fabrikası'nı da geziyordu. Bayar, babama, bu fabrikayı niçin kurduğunu sorarken, şu anlamlı sözleri de söylüyordu:

- "Bak Nuri Bey, Suriyeliler devamlı şekilde Hatay'ı istiyor. Sen ise, gelip burada fabrika kuruyor, büyük yatırım yapıyorsun. Bunun sebebini bana anlatır mısın"

Rahmetli babam, Cumhurbaşkanımız Bayar'a şu cevabı vermişti:

- "Muhterem Reisicumhurum, bu topraklar bizim olmasa, gelip para saçar mıymış Artık, bu toprakların bize ait olduğunu, yaptığım yatırımla Suriyelilere göstermek istiyorum. Burada yaşayan vatandaşlarımız da, benim yatırımımdan sonra, iyice inandılar ki; artık burası Türk toprağı. Burada, Türklerin fabrikaları dahi var."

'1930'lu yıllarda 'flört'ün adı bile yoktu

Bizim gençliğimizde, elektronik medya yoktu, ama yıldırım aşklar vardı. Flörtün adı yoktu, ama karasevdânın kendisi vardı. Sıkılma vardı, utanma vardı, gizlenme vardı; zarafet, sevgi ve saygı vardı.

KADİR HAS'TAN
Maddi zenginliği, manevi zenginlikle süslerseniz, hayattan büyük zevk alırsınız. Doğduğu topraklarla ödeşmeyi, tüm zengin vatandaşlarımıza tavsiye ederim.
Kendi ayakları üzerinde duramayan kişi, hayat mücadelesini kazanamaz.


Kadir Has, İstanbul'daki lise yıllarını aristokratlar gibi yaşadı.

Elbiselerini, Türkiye'nin en ünlü terzisi İzzet Ünver'e diktirirdi; ayakkabılarını da, Beyoğlu'ndaki ünlü Mahmut Usta'ya ısmarlardı. Kadir Has, fırsat buldukça Beyoğlu'na çıkar, şık elbiseleri içinde arkadaşlarıyla volta atardı.

"Bizim kuşak, 'blue jean' nedir bilmezdi. 'Coca Cola' ile de henüz tanışmamıştı. Ama erkekler, takım elbise giyip, ayna gibi parlayan ayakkabılarla kız okullarının önünde volta atmaya bayılırdı."

ADANA Ticaret Lisesi orta kısmındaki başarısızlık rüzgârı, beni bir anda İstanbul Boğazı'na attı. Bebek'teki tarihi Boğaziçi Lisesi'nin 7. sınıfına kaydoldum. Öğrenimimi artık, paralı yatılı öğrenci olarak sürdürecektim. Henüz 16 yaşında idim. O günkü düşünceme göre, babamın baskısından kurtulup, özgürlüğümü elde etmiştim. Bu arada, İstanbul'un Bebek semtinde öğrencilik yapma lüksünü de yaşayacaktım.

O yıllarda, "flört" kelimesi henüz sözlüklerde yer almıyor, kızlı-erkekli gençler, birbirlerini süzmekten öteye gidemiyordu. Her- şey çok mesafeli idi. Ama, becerikli olan, bir süre sonra mektup faslına başlıyordu. 30'lu yılların aşk mektupları, bugünkü internetin fonksiyonunu yerine getiriyordu.

Bizim gençliğimizde elektronik medya yoktu, ama yıldırım aşklar vardı. Bizim gençliğimizde, flörtün adı yoktu, ama kara sevdânın kendisi vardı. Bizim gençliğimizde, sıkılma vardı, utanma vardı, gizlenme vardı, zarafet vardı, sevgi vardı, saygı vardı.

Bütün bunları, günümüzün hayat tarzını eleştirmek için söylemiyorum. O günün şartları öyle idi, bugünün şartları ise böyle.

Öğrencilik yıllarımın en güzel dönemi, Boğaziçi Lisesi'nde geçti. Bu okulu, tüm öğrenciler çok sevdik; okul da bizi sevdi. Boğaziçi Lisesi, bende çok derin izler bıraktı. Fevkalâde güzel yıllar geçirdik orada. Zaten, insanların hayatındaki en önemli dönem, şüphesiz öğrencilik yıllarıdır. Kime sorsanız, ya askerlik, ya da öğrencilik yıllarının unutulmaz hatıralarını anlatır.

Bütün güzellikleri, Boğaziçi Lisesi'nde tattım. Bütün haşarılıkları, Boğaziçi Lisesi'nde yaptım. Diyebilirim ki; dünyanın kaç bucak olduğunu, Boğaziçi Lisesi'nde öğrendim. Orası, benim hem evimdi, hem de okulum. Hatta, hayat üniversitem.

İstanbul'un güzelliğini orada yaşadım. Boğaziçi'nin sihrini, orada hissettim. Arkadaşın hasını, orada gördüm. Sosyal hayatı da orada öğrendim. Ergenlik çağımı orada yaşadım. Delikanlılığımı orada sergiledim. Çünkü orası benim, güzelliklerle dolu okulumdu.

30'lu yılların İstanbul gençliği genellikle "plâtonik" bir aşk yaşıyordu. Bu, birbirini seven, birbirine gönül veren tüm gençler için böyle idi. Yani, el ele tutuşup, göz göze gelmek, hayâldi. İşte bu yüzden gençler, hayâl gücünü devreye sokardı. Plâtonik aşk, çok yüce bir duygu idi. Mâsumdu. Tamamen sevgi ve saygı temeli üzerine kurulmuştu. Çıkar, söz konusu değildi. Hep özveri ve özlem vardı.

Plâtonik aşk, bizim kuşağı şair yapmıştı. Eline kalemi alan, şiirler döktürürdü. "Nereden Sevdim O Zâlim Kadını", bizim dönemimizin anlamlı şarkılarından biri idi. "Akasyalar Açarken", "Makber", "Kimseye Etmem Şikâyet" şarkıları, plâtonik aşk yaşamış ünlü şairlerin güfteleriyle yaratılmış şaheserlerdi.

Bizim kuşak, "blue jean" nedir bilmezdi. "Coca Cola" ile de henüz tanışmamıştı. Ama erkekler, takım elbise giyip, ayna gibi parlayan ayakkabılarla kız okullarının önünde volta atmaya bayılırdı. Tabii briyantinli saçlar ise, her birimizi Hollywood artisti yapardı. Bizim kuşağın bayanları, pantolonu sadece erkeklerin üzerinde görmeye alışıktı. Bir bayanın pantolon giymesi, belki de kıyamet alâmeti olarak değerlendirilirdi. Erkeğin kıyafeti ayrı, kadının kıyafeti apayrı idi. Bu iki cins arasında ortak bir kıyafet ise, aslâ düşünülemezdi.

Boğaziçi Lisesi'nin en iyi giyinen, bu arada en çok para harcayan öğrencisi olmuştum. Bu delikanlılık çağında, elbise, palto ve par-

BOĞAZİÇİ LİSESİ'Nİ UNUTAMAM BİZİM KUŞAK, ŞAİR OLDU

Pardösülerimi Cumhurbaşkanı İsmet Paşa'nın terzisi İzzet Ünver'e diktirirdim. Bugün gibi hatırlıyorum, ilk elbisem için terziye 65 lira ödemiştim. Okulumun bir yıllık ücreti ise, 350 lira idi. İzzet Bey, daha sonraki yıllarda rahmetli Başbakan Adnan Menderes'in terzisi olarak da isim yapacaktı.

Öğrencilik yıllarımda, Türkiye'de henüz konfeksiyon elbise, gömlek ve hazır ayakkabı imalâtı yoktu. Bunlar, hep ısmarlama yaptırılırdı. Ben de, yine o tarihlerde, piyasada çifti 3 lira olan ısmarlama ayakkabıyı, Beyoğlu'ndaki ünlü Mahmut Usta'ya 10 liraya yaptırırdım. İş bununla da kalsa, 40'lı yıllarda moda olan fötr şapka merakı, beni de sarmıştı. Henüz 20 yaşında iken, yine büyük paralar verip, çeşit çeşit "melon" tipi fötr şapkalar alırdım.

Kıyafetlerimi, okuldaki dolabımda titizlikle muhafaza ederdim. Cumartesi günleri, okulda benim gibi yatılı kalan öğrenciler, "Kadir bugün acaba nasıl bir kıyafet giyecek" diye merak içerisinde çıkışımı bekler, giysilerimi hayranlıkla seyrederlerdi. Okulumuzdaki yatılı kızlar ise, pencerelere toplanır, kuş bakışı beni gözetlerlerdi. Bir anda, sanki Boğaziçi Lisesi'nin mankeni olmuştum. Buna, "moda öncüsü" de diyebilirsiniz.

Yine hafta sonlarında, fırsat buldukça, Beyoğlu'na çıkıp, ünlü Abdullah Efendi Lokantası'nda aristokratlar gibi yemek yerdim. Garsonlara, peşinen bol bahşiş verdiğim için, lokantanın en güzel masası bana tahsis edilirdi. Genç bir insanın, yaşını başını almış kişiler arasında yemek yemesi, çok dikkat çekerdi. Ama, hem kıyafetim, hem de davranışlarım bu ünlü lokantanın atmosferine uygun düşerdi. Kısacası, güzel giyinir, güzel lokantalarda yemek yer, sinemalarda güzel filmler seyreder, güzel maçları aslâ kaçırmaz, velhâsıl İstanbul'un güzelliklerini doya doya yaşardım.


ARİSTOKRATLAR GİBİYDİM...
Adana'daki başarısızlıktan sonra, İstanbul'da mutlaka başarılı olma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunuyordum. Ancak, bu romantik kentin yaşantısı, hakkıyla öğrencilik yapmamızı engelliyordu. Derslerde, zorlan- maya başlamıştım. Açığımı, çoğu öğrenci gibi kopya ile kapatmaya çalışıyordum.

Sınıfımı problemsiz geçebilmek için, okul yönetim kurulu üyesi, yani sınıf başkanı ol- maya karar verdim. Bu sayede, derslerden iyi not alma ihtimali de artacaktı. İsterseniz bu tavrımı, Kayseri zekâsı olarak da değerlendirebilirsiniz.

Tüm sınıf başkanlarından oluşan bir yönetim kurulu vardı. Oranın başkanlığını ise, son sınıfın başkanlarından birisi yapardı. Önce, sınıf başkanı seçildim. Kısa sürede, faydasını da gördüm. 11. sınıfa gelince, okul başkanı olmayı kafama koydum. O yıllarda, Türkiye'de henüz çok partili demokratik hayata geçilmemişti. Ülke yönetiminde tek parti vardı. O da, Cumhuriyet Halk Partisi idi.

Boğaziçi Lisesi'ne, Türkiye'den önce gelen demokrasi, bizi kıran kırana bir seçim kampanyasının içine itti. Başkan seçilebilmek için, bugün pek revaçta olan Amerikanvari bir seçim kampanyası yürüttüm. O dönemin ünlü gazetecilerinden Sedat Simavi'nin oğlu Haldun Simavi, seçimde beni destekledi. Babasının matbaasında, çok etkili posterler bastırdı.

Çetin bir seçim mücadelesinden sonra, okul başkanı oldum. Seçimde, kızlardan oy alamamıştım. Çünkü kızlar, beni biraz sert mizaçlı buluyorlardı. Erkekler sayesinde ipi göğüsledim. Kızların adayı Tarsus'lu Can Eliyeşil ise, seçimi kaybetti.

Okul başkanlığı çok forslu idi. O forsu da sonuna kadar kullandım. Ama, kızlardan oy alamamanın ızdırabını uzun yıllar yaşadım.
Şimdi babam Nuri Has'ın yaşam prensiplerini hayata nasıl geçirdiğini, ilginç bir olayla anlatmak istiyorum. Adana'da, 20-30 yıl öncesine kadar şehir içi ulaşımı "fayton" dediğimiz lüks at arabalarıyla sağlanırdı. Babam da, işine faytonla gidip gelirdi. Tabii, daha sonra köşkümüzün kapısına son model otomobiller park edilecekti. Şimdi, o günlere dönüyorum:

Babamla birlikte bir iş dönüşü faytona binip, eve gelmiştik. Babamın işyeri ile evimizin arasındaki mesafe için taşıma ücreti, arabanın içinde, asılı duran tarifeye göre 40 kuruş idi. Kendisi, arabacıya 50 kuruş uzattı, arabacıdan paranın üstünü bekledi. Babam Nuri Ağa, o yıllarda Adana'da parmakla gösterilen üç-beş ünlü zengin arasında yer alıyor, arabacı da kendisini tanıyordu. Onun, para üstü beklemesini hayretle karşılamış olacak ki; şunları söyledi: "Ağa, paranın üzerini almasan olmazmış Sen, koskoca Nuri Ağa'sın. Zenginliğin şânında para üstü almak var mış"
Babam, faytoncunun bu beklenmedik tavrı karşısında kendisine şu cevabı vermişti: "Ben, senin paranı kesmiyorum. Tarifende ne yazıyorsa, onu veriyorum."

Faytoncu, tavrında bir değişiklik yapmayıp, babama lâf yetiştirmeye başladı. Babamın yanı sıra, bizleri de tanıdığı anlaşılıyordu. Faytoncu, sözlerini şöyle sürdürdü:

- "Nuri Ağa, büyük oğlun (Mahmut ağabeyimden bahsediyor) bize hep 1 lira veriyor. Sen ise, 10 kuruşun hesabını yapıyorsun."
Babam, işi büyütmeden evine girmek istiyordu ama, hiçbir lâfın altında kalmayı da kendisine yedirmezdi. Ayaküstü arabacıya, şunları söyledi:

- "Sana bol bahşiş veren Mahmut, milyoner Nuri Bey'in oğlu, ben ise, Kasap Mahmut Ağa'nın oğluyum."

KIZLARDAN, OY ALAMADIM
FAYTONCU İLE TARTIŞMA


Boğaziçi Lisesi'nin ünlüleri
İSTANBUL'UN ünlü Boğaziçi Lisesi'nde, edebiyat hocası Hıfzı Tevfik Gönensay, okul müdürlüğü yapıyordu. Yine, dönemin ünlü edebiyat hocalarından Nihâl Adsız ile Nihat Sami Banarlı, okulumuzda derslere geliyordu. Hani o ünlü "Bayrak" şiirinin şairi Arif Nihat Asya var ya; o da bizim öğretmenimizdi.

50'li yıllardan itibaren, İstanbul Üniversitesi'nin ünlü öğretim üyeleri arasına girecek olan sosyoloji hocası Ord. Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, felsefe derslerine girerdi. 1961 Anayasası'nı yapan kurul üyelerinden Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, okulumuzda sosyoloji hocası idi. Ünlü tarihçi Samih Nafiz Kansu tarih dersine, ünlü müzik adamı Muhittin Sadak ise müzik derslerine girerdi.

Okulumuzdaki öğrencilere gelince; Boğaziçi Lisesi'nin öğretmenleri kadar, onlar da ünlü idi. Veya, hayata atılınca üne kavuşacaktı. İşte bunlardan birkaçı: Futbolcu Cihat Arman, büyükelçi Şefik Fenmen, işadamı Can ve Sâdık Eliyeşil, Prof. Dr. Demir Başar, gazeteci Haldun Simavi, gazeteci Muzaffer Aşkın, gazeteci Emin Galip Sandalcı, TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca ve Bayrampaşa eski Belediye Başkanı Muzaffer Öztekin.
Kayserililer, zenginliği Çukurova'da yakaladı

Kayseri'nin erkekleri, 1. Dünya Savaşı'ndan sonra, ekmek parası kazanmak için Adana seferlerine başladı.

Adanalılar, ticareti aynı dönemde Kayserililerden öğrendi. Adana'nın yeni sâkinleri, sonra fabrikatör oldu

ÜNLÜ bir düşünür, "Dünyaya geldiğiniz gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarsınız." demiş. Evet, anılarımda, yaşamaya başladığım yılların hikâyesini anlatırken; aynı zamanda tükettiğim ömrün muhasebesini de yapacağım. Kederimi ve mutluluğumu, bir ölçüde ortaya koyacağım. Bakalı m, bu yalancı dünyadan ne almış, ne vermişim. Bugüne kadar şu koca dünyadan aldıklarını yanında götürenleri ne gören olmuş, ne de duyan. Bilinen o ki, hayırlı bir şekilde âhirete göçenler, beraberlerinde sadece beş metrelik kaput bezi götürebilmiş. Biz de bunun bilincinde olduğumuz için, ailece çalıştık, çabaladı k, kazandık. Allah'a şükürler olsun, bu arada çok iyi günler gördüm.

Hayatın gerçeklerini aslâ göz ardı etmeyi düşünmediğim için, bu dünyadan edindiğim hatırı sayılır nimetleri, yine bu dünyanı n ihtiyaç sahiplerine vermek için karar kıldım. Babamın başlattığı hayırseverliği, bugüne kadar sürdürdüm; ömrüm yettikçe de sürdüreceğim. Devletimizin resim kayıtlarına göre, 1921 yılının 10 Eylül günü Kayseri'de dünyaya gelmişim. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin henüz kurulmadığı, ama Milli Mücadele'nin bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönemde. İşte o gün, bugün, vatan bildiğimiz bu kutsal topraklarda huzur ve mutluluk içinde yaşıyoruz.

DOKTORSUZ, EBESİZ DOĞMUŞUM
1921 yılında, rahmetli annem Zekiye Hanım, ikinci çocuğuna hâmile kalmış. Kayseri'de kavurucu yaz sıcağının hükmünü kaybettiği bir gün, doğum sancısı çekmeye başlamış. Tabii o tarihte doktor ve ebe olmadığı için, komşular telâş içinde, doğumdan anlayan bir hanım aramaya başlamış. Kısacası, konu-komşunun yardımıyla dünyaya gelmişim.

Rahmetli babamın adı "Nuri Has". Kendisi, köklü bir Kayseri ailesine mensup. Baba tarafımın geliri zayıfmış. Annem Zekiye Has ise, çok zengin bir ailenin kızıymış. Aslında annem de, babam da "Hacı Ağazâdeler Sülâlesi"nden; yani, bugün Kayseri'de, "Hasağalar" diye anılan aileden geliyor. Babam, amcasının torunuyla hayatını birleştirmiş.

Cumhuriyet'in ilânından sonra, "Soyadı Kanunu" çıkınca, "Hacı Ağazâdeler Sülâlesi"ne mensup aileler, "Hasoğlu" soyadını almış. Kanun çıkmadan önce, bir ara "Olgun" soyadını kullanırdık. Ancak, kanunla birlikte soyadımız, kütüğe "Hasoğlu" diye yazıldı. Ama kamuoyunda soyadımız, "Has" olarak bilinir. Bilindiği gibi, Harp Yılları'nda Adana ve çevresi Fransız işgâli altında imiş. Dolayısıyla, Orta Anadolu'dan, Çukurova'ya ticaret için gidenlerin tekrar memlekete dönmesi mümkün olmayabilirmiş. Zaten, erkeklerin büyük çoğunluğu silah altına alındığından, evleri yaşlı erkekler bekliyormuş. Fakat, Cumhuriyet'in ilânıyla birlikte, hayat normale dönmeye başlamış. Orta Anadolu'nun insanları, ekmek için yollara düşmüş. O tarihlerde zenginlik, Adana ve çevresindeymiş. Kayseri erkekleri de, hayvan sırtında Çukurova'nın yolunu tutmuş.

20. asrın başlarında yokluk ve kıtlık kol geziyormuş. Ama, tasarrufa çok önem veren babam, annemin babası Hacı Ali Ağa ile çalıştığı yıllarda, çok güzel para kazanmış. Onu, çarçur etmemiş, biriktirmiş. Zamanla kendi işini kurmuş. İşte o yıllara "Kaç-kaç dönemi" denilirmiş. Herhalde bu sözle, "Buralardan kaç, zengin yerlere git." mesajı verilmek isteniyormuş. Kayseri erkekleri de, hem para kazanmak, hem de memleketlerinin ihtiyaç maddelerini temin etmek için Adana seferlerine başlamış. Gençliğinde kasap çıraklığı ile hayata atılan babam Nuri Ağa da, işte bu Çukurova kervanına katılmış. Adana'ya ulaşınca, önce ufak tefek halı ticaretine girişmiş, daha sonra ticaretin her çeşidini denemeye yönelmiş. 40'lı 50'li yıllarda ise, Türkiye'nin sayılı zenginleri arasına girmiş.

Adanalılar, ticareti Kayserililerden öğrenmiş. Kayserililer daha sonra sanayici olmuş. Adana'da zenginliği yakalayan Kayserililerden rahmetli babamı n yanı sıra Nuh Naci Yazgan, Mustafa Özgür ve Hacı Ömer Sabancı kısa zamanda büyük servete ulaşmış ve ekonomiyi canlandı rmak için hatırı sayılır yatırımlar yapmış. şimdi sırası gelmişken, ilkokul yıllarına ait bir güzel hâtıramı burada nakledeyim. Biz, Gazi İlkokulu'nun son sınıfında öğrenci idik. Yani, sene 1933. Atatürk, Adana'ya geldi. Biz öğrencileri, topluca şehrin en mûtena yerindeki Atatürk Parkı'na götürdüler. Hepimiz pırıl pırıl giyinmiştik. Daha dün gibi hatırlıyorum, çok heyecanlıydık. Atatürk, bizim bulunduğumuz yere geldi, hepimizi selâmladı, "Nasılsınız çocukları" diye sordu. Biz de "Sağol." çektik. Çok şık giyinmişti. O büyük insanı ilk ve son defa orada gördüm.

Henüz 11 yaşındaydım. İlkokulu zorlanmadan bitirmiştim ama, kitaplara ve okumaya karşı fazla bir ilgim yoktu. Serde Kayserililik var ya; bir an önce iş hayatına atılıp, zengin olmak istiyordum. Fakat bu düşüncemi, babama açmam mümkün değildi. Çünkü, kendisi okuma-yazma bilmemenin acı ve sıkıntısını çekiyor, bunu her vesile ile bizlere hissettiriyordu.

BABAMDAN, MEYDAN DAYAĞI
Babamın tüm yazışmalarını, işyerindeki Kâtip Efendi yerine getirirdi. O, çok güvenilir bir kişi idi. Kâtip Efendi'nin aynı zamanda muhasebecilik görevi de vardı. Düşünebiliyor musunuz; 20. asrın ortalarına doğru Adana'nın en zenginleri arasına dahil olan babamız Nuri Has, gazetesini dahi okuyamıyor, yanında çalıştırdığı Kâtip Efendi'yi adeta bilgisayar, hatta televizyon gibi kullanıyordu. Yani, Kâtip Efendi okursa, babam dünya haberlerini öğreniyordu. Babamın okur-yazar olmadığını pek kimse anlamazdı. Kendisi bir kâğıdı imzalayacağı zaman, "Parker" marka altın dolma kalemini cebinden çıkarır ve büyük bir dikkatle evrâkın üzerine üç çizik atardı. İşte bu, Nuri Has'ın imzası idi. Babam, aynı zamanda yelek cebinde ve masasının çekmecesinde birer mühür de bulundurur, duruma göre, kâh imza atar, kâh mühür basardı. İlkokulu bitirdikten sonra, 1933 yılının sonbaharında, gönülsüz bir şekilde Adana Ticaret Lisesi'nin orta kısmına kayıt oldum. Birinci sınıfı kör-topal geçtim. İkinci sınıfa gelince, tökezlemeye başladı m. İlk yarı yıl karnesini aldım. Manzara hiç de iyi değildi. Kırık notlarımı, babamdan sakladım. Ama bir süre sonra okulumuzu ziyaret eden babam, bu durumu öğrenmiş. O gün eve, barut fıçısı gibi gelmişti. Beni, önce sorguladı, sonra esaslı bir meydan dayağı çekti. Doğrusu hak etmiştim. Bu dayak faslından sonra, Adana'daki öğrenimimi noktalayıp, İstanbul'a gönderilmem gündeme geldi. Çünkü, benden önce Mahmut ağabeyim de İstanbul'daki Boğaziçi Lisesi'ne gitmişti.

YAHUDİLER, KAYSERİ'DE NİÇİN BARINAMIYOR
KAYSERİ'DE yerli halkın kökeni, Selçuklu Türkleri'ne kadar dayanıyor. Bu toprakların eski sâkinleri arasında, Selçuklulardan önce Rumlar ve Ermeniler de varmış. Ama, Yahudiler her nedense burada hiç barınamamış. Tarih kayıtlarında, Yahudilerin, Kayseri'yi mesken tuttuklarına dair tek satır yok. Ekmeğini ticaretten çıkaran Yahudi ile, aynı yolun yolcusu Kayserilinin aynı ortamda birlikte barınması herhalde mümkün olmamış. Bizim atalarımız, Orta Asya'dan Kayseri'ye halıcılığı getirmiş ama; pastırma ve sucuk imalâtını gayrimüslimlerden öğrenmiş. Asırlardan beri, bu üç madde Kayseri'nin "alâmet-i fârika"sı, yani sembolü olmuş. Memleketimizde halı dokuma işi, hem Türkler, hem de Ermeniler tarafından çok önemsenmiş. Geçen zaman içerisinde, yörede çok değerli halılar dokunmuş. Yerli halk, bunun ticaretini yaparak güzel para kazanmış. Evlerdeki genç kızlar ve kadınlar, halı dokuyarak aile bütçesine katkıda bulunmuş. Halı işliklerinde çalışan erkekler ise, evlerinin geçimini temin etmiş. Kısacası halı işi, Kayserilinin "ekmek teknesi" olmuş. Bizim ailemiz de, ekmeğini önce halıda aramış, sonra ticaret ve sanayiye yönelmiş.

Kadir Has'tan hayat dersleri
*Mutlu yaşamanın yollarını, fırsatı kaçırdıktan sonra ararsanız, yaya kalırsınız.

*Hayattan niçin korkuyorsunuz Bu tavrınız, gelmesini düşündüğünüz bir kötülüğü bekleme halidir. İyilikler düşünün, iyi yaşayın.

*Ticarhayatta, hesabınız-kitabınız düzgün olsun. Siz, siz olun; hayâli para ile yatırım yapmayın. Bir de şunu unutmayın: Faiz, tatil yapmaz.

Mete Has'tan dehşet anı

4 NİSAN 1971 pazar günü, Kadir amcamla evimize ulaştık. Kapıyı, eli silahlı 3 kişi açtı. Hemen ardından, üzerimi aradılar. 'Silahın nerede' dediler. Olmadığını söyledim. 'Biz, silah taşıdığını biliyoruz. Onun için bu aramayı yaptık' cevabını verdiler.

Kendilerini Dev Genç üyesi olarak tanıtan teröristler, bizden 400 bin lira fidye istiyorlardı. Bu rakam, o tarihlerde çok büyük bir servetti. Hemen tedarik edilmesi mümkün değildi. Ama, eli silahlılar, bu parayı almadan gitmek istemiyorlardı. Saatler ilerledikçe, ortam gerginleşiyordu. Eniştem Tâlip Bey'le, bana doğru bakıp, 'Hadi' dediler, o anda enişteme baktım; gözlerini önüne eğmiş, dudaklarını ısırıyordu.

Teröristler, birbirlerine 'Osman 1, Osman 2' şeklinde hitap ediyorlardı. Elinde sten tabanca olan 'Osman 1' kod adlı terörist, ayaklandı. Evden çıkmaya hazırlandı. Kendisini takip etmemizi söyledi. 'Osman 1'in peşinden yürümeye başladım. Benim ardımdan, eniştem geliyordu. Onun da arkasında 'Osman 2' kod adlı terörist vardı.

MEÇHULE DOĞRU GİDİYORUZ

Boynumuz bükük, evden çıktık. Kapıda duran lacivert Mercedes otomobilimle gitmeye karar verdiler. Arabam, o ana kadar hiç böylesine kara yüzlü, hatta Azrail kılıklı bir hayâlet gibi görünmemişti. Eniştemle, beni arkaya oturttular. 'Osman 1' direksiyona geçti; 'Osman 2' de yine arka koltukta yanımıza oturdu.

Evin dışında nöbette bekleyen 'Osman 3' ise, ön koltuğa yerleşti. Teröristler, birbirleriyle konuşurken, kod adları olan numaralarını söylüyorlardı.

Direksiyondaki terörist, arabayı nasıl çalıştıracağını sordu. Târif ettim. Hemen ardından, gözlerimize plaster yapıştırıp, üstüne de gözlük taktılar. Mercedes, büyük bir gürültüyle çalıştı. Yola koyulduk. Lastik seslerinden, yolun asfalt olduğunu anlayabiliyordum. Fakat, çok dönüp dolaştık. Hangi istikamete gittiğimizi kestiremiyordum.

Araba, bir meçhulde durdu. Bizi indirdiler. Kolumuza girip, birkaç adım yürüttüler. Birkaç basamak merdiven çıktıktan sonra, sağdaki bir kapıdan içeri girdik. Orada, gözlerimizi açtılar. Odada tek kişilik bir somya vardı. Yatağın üzerinde de bir battaniye seriliydi. Perdeler ise, sıkı sıkıya kapatılmıştı. Zaten, tüm eşyalar da bundan ibaretti.

Teröristler, karşımıza geçip dikildiler. Silahları, sürekli ellerindeydi. Aralarından, başkanları olduğunu zannettiğim birisi, 'İkiniz de yatağa oturun.' dedi. Sözlerini şöyle sürdürdü: 'Sakın bir yanlışlık yapmayın, kurşunu yersiniz.'

'Osman 2' kod adlı terörist de karşımıza oturup, kucağına sten tabancayı yerleştirdi. Gözünü kırpmadan bize bakıyordu. Hiç konuşmuyorduk.

Saatler böyle ilerlemeye başladı. Daha sonra, bir bavul getirip, ortaya yere koydular. 'İsterseniz, ayaklarınızı bunun üzerine uzatın.' dediler.
Sabaha karşı eniştemle birlikte biraz kestirmişiz. Gözümüzü açtığımız zaman, sabahın 7'si olmuştu. Kapalı perdelerin aralığından, soluk bir ışık görünüyordu.

Akşam üstü saat 17.00 civarında, yüzlerinin gülmekte olduğunu fark ettik. Biraz sonra, bize şunları söylediler: 'Bu dakikadan itibaren, artık misafirimizsiniz. Çünkü, fidye elimize ulaştı. Kadir Bey'in, 1 günlük kârına el koyduk.'

PARAYLA CANIMIZ KURTULDU

Bunun üzerine şu soruyu yönelttim: 'Eğer para gelmeseydi, bizi gerçekten öldürecek miydiniz' Karşımdaki genç cevap verdi: 'Evet. Ne yazık ki, öldürecektik. Çünkü, sizi vurmazsak; bir daha kimseden para alamayız. Bu para, bizim ideallerimiz için şart. Herkes, bu parayı, Rusya'dan aldığımızı sanıyor; halbuki biz, bu yolla temin ediyoruz.'
Teröristlere 'Peki, niyetiniz ne' diye soracak oldum. İçlerinden biri yüzünü astı ve sert bir dille, 'Soru sormak yok' dedi.

Vakit gece yarısı olmuştu. Bir gece önce söyledikleri komutu tekrarladılar: 'Haydi, gidiyoruz.'

Kurtulduktan sonra Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Oktay Etiman, Kamil Dede ile bayan terörist Rüçhan Manas tarafından kaçırıldığımızı öğrendik.



DOSTLARI KADİR HAS'I ANLATTI

Mesut Yılmaz (Eski Başbakan): Yakın dostumdu, büyük üzüntü duyuyorum. Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en hayırsever işadamıdır. Eminim bu hayırlar onu cennete taşır. Mekanı cennet olsun.

Erdal İnönü (Eski Başbakan): Çok değerli ve vatansever bir insandı. Hayatını eğitim ve hayır işlerine adamıştı.

Hulusi Turgut (Vatan borcumu ödüyorum adlı biyografi kitabının yazarı): Rahmetlinin babası Türkiye'nin ilk sanayicilerinden biridir. Türkiye'ye pek çok ilki getiren kişidir kendisi. 50 yıllık iş hayatından kazandığı birikimini hayır işlerine aktardı. Yaklaşık 600 milyon dolarlık servetini bağışladı.

Murat Yalçıntaş (İTO Yönetim Kurulu Başkanı): Kadir Has, Türk iş hayatına, Türk sanayisine ve ekonomisine, eğitim dünyasına çok büyük katkılar yapmıştı. Hepimizin başı sağolsun

Nazım Alpman (Gazeteci): Hayırseverliğinin yanı sıra soğukkanlılığıyla da tanınırdı. 4 Nisan 1971'de yeğeni Mete Has, Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılınca kurtarmak için 400 bin lira fidye ödemişti. Yeğenini kurtarmak için atlattığı badireler az değildir. Allah'tan rahmet diliyorum

86 YILLIK ÇINAR

1921 Yılında Nuri ve Zekiye Hasoğlu'nun evladı olarak Kayseri'de doğdu. 1942 yılında Boğaziçi Lisesi'nden mezun oldu. Kayseri'nin tanınmış ailesi ve eşrafından olan Mehmet-Şehime Germirli'nin kızı Rezan Hasoğlu ile 1942 yılında evlendi. Babası Nuri HASOĞLU, yorulma bilmez çalışkanlığı, azmi ve dirayeti ile, Adana'da yoktan başlayıp kurduğu birçok fabrika ve ticari kuruluşlarla Ülkenin sayılı zenginleri ve AKBANK'ın kurucuları arasında yer aldı.

Başta otomotiv sanayine yönelik işler olmak üzere, dürüstlüğü, azmi ve güvenilir kişiliği ile, İstanbul'da yine sayılı ve varlıklı iş adamları arasında yer aldı. Mercedes Otobüs ve Kamyon Fabrikası'nı kurdu ve bu kuruluşun uzun yıllar Yönetim Kurulu Başkanlığı ve üyeliği görevini yürüttü.
Ülkemizde ilk olarak Coca-Cola Fabrikasını kurdu. Koç ailesi ile Bursa'da "Karsan" adıyla Peugeot marka Minibüs fabrikasının ortakları arasında yer aldı. Fransızların meşhur Michelin Lastikleri'nin Türkiye distrübütörlüğünü üstlendi. Ayrıca, benzeri çeşitli ticari kuruluşları gerçekleştirdi.

Kadir HASOĞLU, Sabancı Ailesi'nden sonra Akbank'ın en büyük kurucu hissesine sahiptir. Kadir HASOĞLU, dirayetli yönetimi sayesinde kurduğu ve geliştirdiği ticari kuruluşların hepsinde, hiçbir ihtilafa düşmeden büyük bir başarı sağladı ve her işten alnının akı ile çıktı.

EĞİTİM VE HAYIRLA ANILACAK

Kadir HASOĞLU'na, eğitime ve öğretime verdiği önemli katkılarla, gelecek nesillerin en iyi şart ve ortamlarda yetişmesi için gösterdiği çaba ve gayretlerden dolayı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Senatosu'nca 16 Nisan 1998 tarihli toplantısında alınan kararla 1 Haziran 1998 tarihinde Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Yönetimi-Planlaması ve Ekonomisi alanında Onursal Doktora Payesi, ayrıca Marmara Üniversitesi Senatosunca 8 Temmuz 1997 tarihli toplantısında alınan kararla 30 Haziran 1998 tarihinde Atatürk Eğitim Fakültesinin Türk Eğitimine yaptığı maddi ve manevi katkılardan dolayı kendisine Fahri Doktorluk Payesi verilmiştir.

Kadir HASOĞLU ve Rezan HASOĞLU, 1991 yılında kurdukları "Türk Eğitimine Özgü Kadir HAS Vakfı-HASVAK" ile başta eğitim ve sağlık olmak üzere, Ülke kalkınmasına yönelik çok önemli hayır işlerine yöneldikleri gibi ayrıca, vasiyetleri gereği tüm servetlerini adı geçen vakfa bağışladılar. Diğer bir deyimle, ülkesinden kazandıklarını yine Ülkesine vermenin en büyük onur ve vefa borcu olduğuna inanmaktadırlar. Kendi adı ile kurulmuş bulunan Kadir Has Üniversitesinin eğitimine başlayıp gelişmesini görmek en büyük tutkusudur.

Kaynak: Biyografi.net

KAYSERİ YASA BOĞULDU

Hayırsever işadamı 86 yaşındaki Kadir Has'ın, İstanbul'da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmesi memleketi Kayseri'de büyük üzüntü yarattı. Kadir Has'ın kalp krizi geçirip kaldırıldığı Amerikan Hastanesi'nde yaşamını yitirdiği haberini televizyonlardan öğrenen hemşerileri, büyük üzüntü yaşadı.

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı AKP'li Mehmet Özhaseki, “Doğduğu topraklara vefasını göstermek için özellikle son 10 yıldır yaptığı hayırlarla dualar alan, üniversite gençliğine, eğitime ve sporla kültürel hizmetlere yaptığı eserlerle damgasını vuran Kadir Has'ın ani ölümü bizi çok üzdü. Yaptığı eserlerle adı sonsuza kadar yaşayacak. Ülkemiz böyle hayırseverleri zor yetiştirir. Soyadı gibi ‘has’ bir insandı. Yattığı yer nur olsun” dedi.

Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cengiz Utaş da “Acımız sonsuz. Üniversite gençliği için bu kadar yatırım yapan, onlara ögrenim olanağı sağlayan değerli bir büyüğümüzü kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Ülkemize, Kayserimize, gençliğe ve ailesine başsağlığı diliyorum” diye konuştu.
Ajanslar
Yayın Tarihi : 23 Mart 2007 Cuma 11:42:44
Güncelleme :23 Mart 2007 Cuma 14:13:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
KENAN ARAL-SİNOP IP: 88.230.160.xxx Tarih : 27.03.2007 23:28:07
Cumhuriyet tarihinin en yardımsever ve hayırsever insanını kaybettik. Türk Ulusunun ve ailesinin başı sağolsun, Böyle özel ve güzel insanlar zor yetişir.Saygı duyulması gereken Kadir HAS'a ALLAHTAN RAHMET DİLİYORUM, MEKANI CENNET OLSUN Diğer zengin işadamlarımız Kadir ağabeyimizi örnek alsın.

alptuğata IP: 88.233.31.xxx Tarih : 29.03.2007 22:33:19
Alptuğata(Atacan Deliönü): KADİR HASIN MEKANI CENNET OLSUN ALLAHTAN RAHMMET DİLİYORUM NUR İÇİNDE YATSIN , NUH NACİ YAZGAN'DAN SONRA GELEN KAYSERİLİ HAYIRSEVER İŞ ADAMIMIZDI KADİR HAS. HEM YAZGAN , HEM HAS NUR İÇİNDE YATSIN.

veysel ballı IP: 88.244.120.xxx Tarih : 26.03.2007 17:24:10
slm ben bu yazıyı okudum ve çook güzel buldum ben bir rezan has öğrencisiyim kadir has'a Allah rehmet eylesin

ebru IP: 88.234.117.xxx Tarih : 31.07.2008 01:55:11

KADİR HAS Beye ALLAHtan rahmet diliyorum.Mekanı cennet olsun inşallah.Kendi firmalarının bir ürününü kullanıyordum onların ürünü olduğunu bilmeden diyordum ki hem kaliteli hem fiatı uygun bunu bize sağlayandan ALLAH razı olsun sonra fark ettimki KADİR HAS üretiyomuş yani bizlere kadar hayırları ulaşmış ALLAH kendisinden razı olsun.


öznur IP: 88.251.250.xxx Tarih : 10.11.2008 20:14:03

ben bir kayseliim kadr hası okdar cok ii tanımıodum bbm anlattı kayseriye cok qüsel hzmtler etmiş brde burda okudum allhtan rahmet dilerim memletime yaptıklrndan dolayıda cok tskr edrm =)


özcan sapmaz IP: 88.252.192.xxx Tarih : 14.02.2008 17:10:17

Yüce Allahım benim inandığım Allahım ülkesi ve Milleti için çalışan insanları;hayır sever insanları eksik etmesin.onların manevi zenginliğini yüceltsin.Kadir Has gibi insanlar kaldı mı acaba şimdi.


nursu sengul IP: 88.224.119.xxx Tarih : 29.10.2008 19:40:04

Katıldıgım bir kursta egitmenimin verdiği ödev kendimize örnek alınacak birini secmemizdi.Kişisel gelişim kitaplarını okumaya yogunluk verdiğim bu dönemde...İçime dogan kendime örnek olarak Kadir HAS I secmemdi.Hemen onun hayatını okumaya basladım.Eminim,onun görüşleriyle hayatıma yön vermeye calışmak daha kolay olacak. vefat haberleri sebebiyle kendisini ve hayatını ÖGRENEBİLDİĞİM saygın kişiliğe allahtan rahmet diliyorum.onun biyografisinin cıktısını alıp bütün arkadaslarıma okuyacagım.LÜTFEN ONUN GİBİ BASARILI İNSANLARIMIZI TÜRK GENÇLİĞİNE TANITALIM ONLARI KAYBETMEDEN ÖNCE saygılar...NURSU/ANKARA *Hayattan niçin korkuyorsunuz Bu tavrınız, gelmesini düşündüğünüz bir kötülüğü bekleme halidir. İyilikler düşünün, iyi yaşayın. KADİR HAS.


recep ödemiş IP: 88.251.254.xxx Tarih : 11.04.2008 21:46:15

kadir has gibi insanların hayatını okuyunca dükkanda daha bi özenerek çalışıyorum allah tüm müslümanları böyle iş adamı olmayı nasip etsin


ramazan özger IP: 88.238.155.xxx Tarih : 1.02.2009 14:03:29

merhum kadir has'a allahtan rahmet diliyorum allah kur'an ve iman dan ayırmasın mekanı cennet olsun. HAS AİLESİNE TEŞEKKÜR EDİYORUM (ben bir öğrenciyim şimdi çalıştığımdan dolayı eğitime ara vermekteyim ve KADİR HAS'a özenerek çalışıyorum


Halit Taner TURAN IP: 94.219.29.xxx Tarih : 21.02.2012 23:45:04

Allah Kayserili kullarina zeval vermesin, Onlari memleketimizin basindan eksik etmesin.