18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

TARİHİN ARKA ODASI'NDA ASLINDA NE KONUŞULUYOR?

Tarihi konulara küçük yaşlardan itibaren merak sarmış, konuyla ilgili dergileri sürekli almış ve biriktirmiştim. Bugün kütüphanemde 1950’li yıllardan bu yana çıkan tarihi dergilerinin koleksiyonları bulunmaktadır. Aradan yıllar geçti, tarih ile iç içe olan arkeoloji eğitimi aldıktan sonra çeşitli tarih dergilerinde yazmaya başladım. Trakya Üniversitesi Tarih Bölümünde beş yıl tarih dersleri verdim. Bunları yazmamın amacı öğünmek değil, kendimi tarihçi olarak görmediğimi belirtmektir. Oysa bakıyorum tarih, filoloji, arkeoloji eğitimi almamış kişiler kendilerini tarihçi sanıp öylesine ahkâm kesiyorlar ki, şaşmamak elde değil… Tarihçi olabilmek için öncelikle doktora yapıp akademik kariyer yapmak gerekir. Ben Arapça, Osmanlıca biliyorum o kitapları karıştırıyorum demek de yeterli değildir.

Bazı televizyonları izliyorum; tarihi konuların çoğu tam olarak araştırılmadan izleyiciye sunuluyor. Tarihi konuları objektif olarak işlemek öyle kolay değildir; tarihçinin engin bilgisi, yabancı dili ve her şeyden önce kaynaklara yakın olması gerekir. Bunları yaparken de hamasetten uzaklaşmalıdır. Bazıları eline geçirdiği üç beş arşiv belgesi veya günümüzde önemini yitirmiş eski yazmalarla bu işi yürütmeye çalışıyorlar, ancak bunun da yeterli olduğunu sanmıyorum. Kısacası birkaç eski yazma ile tarihe ışık tutacağını sanmak biraz safdilliktir. Bunlar olmayınca da, kaba tabirle bir yerde lastik patlıyor!..

Benim çocukluk yıllarımda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin tarihi konuları dile getiren radyo konuşmaları vardı. Onun konuşmalarında milliyetçi duygularla tarihi zaferlerimiz anlatılırdı. Yakın tarihlerde ise yine bazı televizyon kanallarında cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiş rahmetli Cemal Kutay’ın, Prof. İlber Ortaylı’nın ise Osmanlının belirli kesitlerini anlatımları zevkle izlenir ve bilgi dağarcığımız zenginleşirdi.

Tarihi halka indiren gerçek bir tarihçi de rahmetli Reşat Ekrem Koçu’ydu… Vefa lisesinde hocam olan Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisinde ve onun isteği doğrultusunda Tercüman’da yazmaya başlamıştım. Hocam, Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmesi sırasında oradan ayrılarak tarih öğretmenliğine ve yazarlığa başlamıştı. Kısacası tarihi halka sevdirmeye çalışan değerli ve gerçek bir tarihçiydi.

Ruhu şad olsun… Bugünkü tarihçileri görseydi ne derdi ne yapardı bilemem.

Sözü fazla uzattım ama şimdi asıl konuma döneceğim. Habertürk’ün “Tarihin Arka Odası” diye bir programı var; başlangıçta tarihe olan ilgimden ötürü izlemeye başlamıştım. Sonra sunucuların ve konukların mahalle kahvesine dönüşen sohbetleri, mail gönderenlere, izleyicilere yapılan hakaretlerden, onları aşağılamasından, adeta gölge boksu yapılmasından sıkılmış ve bundan böyle izlemekten vazgeçmiştim. Bazen de programa davet edilenlerin yazdıkları eleştirilmeye ve yazılarındaki yanlışlıkların ortaya çıkarılmaya çalışılması da garibime gitmişti. Eğer programına bir kişiyi davet etmişsen, öncelikle o kişiye saygılı olunmalı diye düşünüyorum.

Tarihçi olduğu söylenen sunucunun yanında programda sürekli olarak bir doçent ve bir de Pelin Batu var. Sunucu sürekli olarak eski yazmaları, son Osmanlı hanedanıyla bağlantılarını ortaya koyuyor, doçent ise, o ne derse onu tasdik ediyor. Batu’ya da hemen hiç konuşma hakkı verilmiyor...

Geçtiğimiz hafta konuk olarak dergâhlar ve Mevlevi kültürü üzerinde derin bilgisi olan Nezih Uzel’in konuşmacı olarak davet edildiğini öğrenince önceden almış olduğum kararımı bozarak programı izledim.

Nezih Uzel, 1960 yıllardan beri tanığım gerçek bir dosttur. O yıllarda Dünya Gazetesinin muhabiriydi. Mevlevi kültürü yönünden de engin bilgisi vardı.

İstanbul’da önemli bir Mevlevi dergâhı olan Kulekapısı Mevlevihanesi’nde kurulan (Galata Mevlevihane’si) Divan Edebiyatı Müzesinin ilk yöneticisi olduğumdan Mevlevi kültürü ile yakından ilgilenmiştim. Selman Dede (Selman Tüzün), Ahmet Bican Efendi gibi postnişinlerin yanı sıra Küdümzenbaşı Şakir Çetiner, Mevlana’nın soyundan, mahkeme kararıyla tescilli Celaleddin Çelebi'yi orada tanımış ve onlardan feyz almıştım. Mevlevihane’de Nezih Uzel ile yeniden karşılaşma olanağını da bulmuştum. O yıllarda bazıları İstanbul Festivali kapsamında Divan Edebiyatı Müzesi’nde Mevlevi ayinleri, gösteri adı altında yapılmaya başlanmıştı.

Habertürk’teki programda Nezih Uzel’in bu konudaki engin kültüründen yararlanılacağını sanmıştım. Nezih Uzel hayatta kalan Mevleviliği gerçekten bilen, ney üfleyen sayılı kişilerden biriydi. Konu Mevlevilik olunca da Uzel iyi bir konuk seçimiydi. Mevlana’dan, Mesnevi’den, Mevlevihanelerden, Mevlevihanelerin diğer dergâhlardan ayrıcalığından, mimarisinden ve kültüre katkısının anlatacağını sanmıştım. Bu arada Anadolu ve İstanbul Mevlevihanelerinin nasıl kurulup, nasıl işlevlerini sürdürdüğünü ve Osmanlının son dönemlerinde dergâhların yozlaşmasını ve hepsinden öte de son yıllarda kazanç, çıkar uğuruna gösteri adı altında ne duruma düşürüldüğünü bir kez daha onun ağzından duymak istemiştim.

Ne yazık ki,yanılmışım!...

Nezih, tam olarak konuşma olanağını bulamadı, bilgisinden tam olarak yararlanılmadı. Bilgiçlik taslayanlar sözünü kestiler ve bu arada büyük gaflar da yaptılar… Ünlü bestekâr Zekâi Dede’nin çile çekmediğini, bu yüzden Mevlevi sayılamayacağını söylediler. Bu sözler Zekâi Dede’nin torunlarını hop oturttu hop kaldırdı. Zekâi Dede’nin çile çekmiş bir dede olduğunu, çile çekmeyenin ise oğlu Mevlevi muhiplerden Ahmet Irsoy olduğunu, program sonrası torunlarından hayatta olanlar söylediler. Merak ettim; Zekâi Dede gibi ünlü bir bestekâra bu yanlış nasıl yapıldı diye…

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi ismiyle 1970’li yıllarda bir ansiklopedi yayınlanmış… Zekai Dede maddesini kimin yazdığı da belli değil, bu yanlış orada yapılmış… Bizde adettir, biri bir yanlış yapar, adı araştırmacıya çıkanlar da mal bulmuş mağribi gibi o yanlışı alır ve kullanır. Bunun pek çok örnekleri vardır.

Dönelim söz konusu “Tarihin Arka Odası” konulu programa: Konuyu birden dine, inanca kaydırdılar; Türkiye’de neden filozof yetişmediğine, Kur’an hükümlerinin tartışılamayacağına, başörtüsüne, İslamiyet’te reform olup olamayacağına taşıdılar. Bu arada Nezih’in sıkıldığı ve “benim bu programda ne işim var” diye düşündüğü açıkça yüzünden okunuyordu. Bir şeyler söylemek isterken, çok bilgili sunucu (!) önündeki dizüstü bilgisayarında izleyicilerden gelen maillere bakıyor ve bazılarına yanıt vermeye çalışıyordu. Kısacası programdan kopup gitmişti... Programa gelen binlerce mailden (!) söz ediyordu. Büyük olasılıkla da kendi tabiriyle üfürüyordu!...

Televizyon programlarını sunanlardan izleyiciler, biraz ciddiyet ister ve mahalle kahvesindeki gibi konuşmaların, birbirlerine sataşmaların ekranlarda yeri olmamalıdır. Tirajı- komik olaylar da yaşanmadı değil; bir izleyici sunucuya “sen her şeyi bilir misin ” diye sataşmış… O da mal bulmuş mağribi gibi bu sözün üzerine atılarak “evet ben bilirim” diyerek programın akışını değiştirmişti!..

Beklenilmeyen tepki Pelin Batu’dan geldi. Şimdiye kadar saksı gibi, konu mankeni gibi duruyor, konuşturulmuyorsa ne işi var orada diyenlere karşı beklenmedik çıkış gösterdi. Sunucu ile yanında onun her dediğini tamamlayan doçente yanıtı zor sorular yöneltmeye başladı. Boğaziçi Üniversitesi tarih bölümü mezunu olan Batu’nun böyle programda ne işi var diye ben de çoğu kez düşünmüştüm.

Batu, konuyu dini konulara getirdi, ardından, neden kadından semazen olmasına karşısınız, dinde devrim neden yapılmaz diye sorular yöneltmeye başladı. Bu arada da aldığı eğitimden kaynaklanarak Yunan mitolojisini ortaya attı. Hem sunucu ve hem de doçentin sözleri sanki birer cehalet örneğiydi. Mitolojiyi esatir olarak yorumladılar, dinde reform olamaz, Kuran hükümleri tartışılamaz diye kestirip attılar.

Acaba gerçek hayatta öyle mi düşünüyorlar? Yoksa Batu’nun sözlerine yanıt mı veremediler; bilinmez…

Cehalet belirmeye başlamıştı…

Engin tarih bilgisi olduğunu ve ben her şeyi bilirim diyenler dinler öncesi Yunan mitolojisinin bir bakıma o toplumlarını dini olduğunu, Roma’nın da bunu kabul ettiğini bilmekten uzak olmaları her şeyden önce de mitolojiyi küçümsemeleri çok tuhaftı. Kuşkusuz, arkeoloji bilgisi olmayanlar için doğal bir davranıştı. Osmanlı’nın çöküşünde padişahım çok yaşa geleneği içerisinde yetişen, dini hükümler tartışılamaz diyerek dinsel baskılar kuranlar imparatorluğun çöküşüne neden olmuşlardı. Bir akademisyenin felsefenin ana noktasını oluşturan neden ve niçin sorularıyla dini konuların sorgulanamayacağını söylemesi belki de eğitimimizin ayıbıydı. İnsanı düşünmeye yönelten felsefe, mantık ve sosyoloji gibi derslerin eğitimden kaldırılması, böyle insanların yetişmesine neden olduğunu da bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Bu arada doçentin, üç kuruşluk Arapçası olan profesörlerin günümüzde dini konularda ahkâm kestiklerini söylemesine şaşmamak elde değildi… Gerçekten Türkiye’de çok kolay öğretim üyeleri yetişiyordu ama yine de bir akademisyenin diğer akademisyenlere üçkuruşluk Arapçalarıyla ahkâm kesiyorlar demesi hiç de hoş değildi…

Böylece ciddiyetten uzaklaşılan, abuk sabuk sözlerle süren program sabahın erken saatlerine kadar devam etti. Bu arada da programa katılan Nezih Uzel’e hem ayıp hem de yazık oldu…

erdemyucel2002@hotmail.com

Erdem Yücel - Kenthaber
Yayın Tarihi : 3 Eylül 2010 Cuma 21:43:29


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
TARİH İLE OYNANILMAZ ve TARİH AFFETMEZ (Dr. S.) IP: 88.231.68.xxx Tarih : 4.09.2010 17:23:25

Kendilerine göre belirledikleri siyasî anlayışları ve saptırmaya çalıştıkları dinî inançlarıyla, "Çanakkale Savaşlarını" ve "Kurtuluş Savaşı"nı inkâr ederek ve de "Türkiye Tarihini" çarpıtarak, kendi emelleri doğrultusunda bu tarihleri yozlaştırarak kendilerine göre tarih yazmaya çalışan  ve bunu genç beyinlere empoze etmeyi amaçlayan bir zihniyeti, ve bunlara karşı - gene kendi çıkarları doğrultusunda - "uydurma tarih" yazmaya kalkışan "tarihçi bozuntuları"nı kınarım.


sinan erik IP: 178.245.234.xxx Tarih : 4.09.2010 21:58:02

Yerinde ve gerekli bir tespitte bulunmuşsunuz. Tarihin tarihe karıştıdığı bir program zira tarih salt bir kanaat yığınına getirilen bir kanaatmışcasına ekranlara getiriliyor --bir felsefi arkeoloji bile olabilirdi en azından.