19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

TURİSTİK KİTAPLARA BAKSALAR UTANACAKLAR!

Son günlerde basında bir 'Ayasofya'nın gizemi' modasıdır aldı başını gidiyor. "Bu görüntüler ilk kez..." "Bu fotoğraflar sadece bizde..." gibi basının üzerine mal bulmuş mağribi gibi atladığı o görüntüler, bilgiler söylendiği gibi ilk kez mi gün ışığına çıkıyor? Ayasofya'nın aslında gizemi nereden geliyor? İşte uzun yıllar bu eşsiz eserin müdürlüğünü yapmış, adı neredeyse o haşmetli yapıyla özdeşleşmiş Kenthaber Yayın Koordinatörü Erdem Yücel sonunda konuyla ilgili suskunluğunu bozup, eline kalemi aldı ve bakın neler söyledi....

Ayasofya evrensel boyutlarda bir anıt…

Yüzyıllar boyunca doğaya, her türlü baskıya direnerek günümüze tüm görkemiyle gelmiş bir yapı…

Ayasofya Müzesi

Ayasofya hiçbir zaman gündemdeki yerini yitirmedi, gizemini korudu. Araştırmacıların gündeminden de hiç düşmedi. Son günlerde görsel ve yazılı basın yine ondan söz ediyor. Ayasofya’yı gündeme taşıyanların çoğu bu konudaki bilgisizliklerini de beraberinde getiriyor. Bazıları yeni bir şey bulmuşçasına gazetelerinde tam sayfa haber yaparak ahkâm kesiyorlar. Oysa yeni bir şeymiş gibi yazılıp çizilenler, yüzü açılan melek figürü dışında hepsi, çok önceden çeşitli makalelerde yer almış, bilimsel kongrelere bildiri olarak sunulmuş… Bizans Sanatı derslerini veren öğretim üyeleri ise Ayasofya konusu geldiğinde öğrencilerine, bazılarının yeni bir şeymiş gibi ortaya attıkları iddiaları (!) yıllardır anlatıyor… Yeni bir şeyler bulduk diyenler; bırakın bilimsel yazıları, Sultanahmet Meydanı’nda veya müze satış stantlarındaki turistik rehber kitaplarına bakma zahmetinde bulunsalar, yazdıklarının yeni olmadığını görecekler...

Bu tür yazılara başta ben olmak üzere konuyu bilenler kıs kıs gülüyor. Bakın bazı gazeteciler neler neler bulmuşlar; Bunlardan birisinde Ayasofya’nın kapısının H. İsa’dan önce 200 yılına ait olduğu yazılmış… Oysa bugünkü Ayasofya’nın üçüncü yapılışında İmparator Iustinianus’un (527-5659 bütün eyaletlere gönderdiği emirnamesinde memleketlerinde bulunan en iyi mimari parçalarının İstanbul’a gönderilmesini istemiş. Söz konusu kapı da o zaman Ephesos’tan gelmiştir.

Konuyla ilgili herkesin bildiği bir olay...

Ayasofya Şadırvanı
 

Ayasofya avlusundaki Sultan II. Mahmut Şadırvanının Osmanlı coğrafyasındaki en büyük şadırvan olarak nitelenmiş!.. Onun gibi pek çok şadırvanı Osmanlı mimarları değişik dönemlerde yapmışlar. Osmanlı mimarisini ve su kültürünü bilmemek ne acı…

Ayasofya’da beş Osmanlı padişahı gömülü bulunmaktadır. Müzenin türbeler bölümünden ölüm kültürü diye söz etmek de çok çirkin bir sözcük… Ayrıca bu bölümün restore edilerek ilk kez ziyarete açılacağından söz ediliyor. Oysa Ayasofya’nın türbeler bölümü iki kez, tevazuya gerek yok, benim tarafımdan ziyarete açılmış, yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisini çekmişti. Ancak konuyu kavrayamayan, Osmanlı sanatı ve tarihi konusunda yeterli bilgisi olmayan yöneticiler tarafından ben görevden ayrıldıktan sonra kapatılmıştı. En son ziyarete açan da 1990’lı yıllarda Kültür Bakanı Fikri Sağlar’dı. O günlerin yazılı ve görsel basını bu olayı detaylı biçimde topluma duyurmuştu. Hatta sağcı geçinen bir gazete, yazacak bir şey bulamamış, “Acaba Bakan ile Müze Müdürünün abdesti var mıydı?” diye bir soruyu ortaya atarak basınımızdaki kara-mizah örneklerinden birisini sergilemişti.

Kim açarsa açsın, Ayasofya’daki türbeler bölümü yeniden ziyarete açılırsa yerinde olacaktır. Ancak “Ölüm kültürü” yakıştırması, tekrar yineliyorum çok çirkin…

Ayasofya’nın zemin altında yapılan araştırmalar da yeni bir şey değil. Ayasofya’yı restore eden Rahmetli Y.Mimar Alpaslan Koyunlu, zemin altı sarnıçlarındaki suyun tehlikeli boyutlarda yükselip, ortaya ciddi bir nem sorunu çıkarması üzerine Boğaziçi Üniversitesi dağcılık grubundan yararlanmış, motopompların yardımıyla suyu boşaltmış, tıkanan kanalları açtırmıştı… Televizyon ekranlarında Ayasofya’nın zemin altındaki geçitler gösterilirken, bunların gizemlerinden söz edilmişti.

Ayasofya’nın ilk yapısı çelişkili olmakla beraber Constantinus (324-337) tarafından, şehrin kuruluşuyla birlikte “Megale Ekklesia” ismiyle bazilika planında yaptırılmış, bu yapı ayaklanma sonrası yıkılmış, Theodosius II (408-450) de onu yenilenmişti. Bugünkü Ayasofya, aynı yerde yapılan üçüncü yapıdır. Önceki yapıların üzerine yenisi toprak düzeltildikten sonra yapılmıştır. Böyle olunca da altta kalan yapıların kalıntıları ve bir takım dehlizlerin olması da son derece doğaldır. Sonraki yılarda Ayasofya üzerinde çalışanlar, onarımı yapanlar, bugünkü yapıyı zedelememek için altındaki mekânlarda herhangi bir çalışmaya girmemişlerdir.

Ayasofya Narteksinin Güney Girişindeki Mozaik
(Meryem'e Konstantinos'un İstanbul’u, lustinianos'un da Ayasofya'yı sunduğunu gösteren mozaik)

Ayasofya mimari yapısı kadar mozaikleriyle de ilgi uyandırmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde mozaiklerden bazılarına değinmiş; Lord Sandwich de onların eksik yerlerinin Türkler tarafından boya ile tamamlandığını kaydetmiştir. Josept Grelot 1762’de Ayasofya’da birçok mozaik gördüğünü ve üzerlerinin çok hafif biçimde örtüldüğünü, ancak ana hatlarının siluet halinde belli olduğunu kaydetmiştir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Baron de Tott başta olmak üzere İstanbul’a gelen gezginler resimlerin tümünün badana altında kaldığını belirtmişlerdir. Rus elçilik birasını yapımı için İstanbul’a davet edilen İtalyan İsviçre’sinden Gaspare Trajano Fossati ile kardeşi Guiseppe Fossati Sultan Abdülmecit’in izniyle Ayasofya’nın mozaiklerini de temizlemişlerdir. Fossati kardeşlerin temizleme çalışmaları 1849 yılına kadar sürmüş, bu arada mozaiklerin çizimleri de yapılmıştır. O yıllarda Ayasofya’nın onarımı için Alman hükümetinin İstanbul’a gönderdiği Mimar W.Salzenberg, Fossati kardeşlerin daha önceden kurmuş oldukları iskeleden yararlanarak mozaiklerin rölövelerini çıkarmış, desenlerini çizmiş ve bir albüm halinde yayınlamıştır. Ayasofya’da bu çalışmalar yapıldıktan sonra Sultan Abdülmecit yapılanları izlemiş, önce ortaya çıkarılan mozaiklerin hepsinin açıkta kalmasını istemiştir. Sonra da bazı tepkilerden çekinmiş olacak ki, onların ilerideki yıllarda yeniden kolayca açılabilmesi için üzerlerini hafif bir tabaka ile kapattırmıştır. Ayasofya’nın müze olarak ziyarete açılması kararlaştırıldıktan sonra Thomas Whittemore mozaiklerin üzerindeki sıva tabakalarını kaldırarak hepsini görünür hale getirmiştir.

IX. yüzyılda Ayasofya’da ana kubbeye geçişi sağlayan dört pandantifin üzerine birbirlerinin tam eşi olmamakla beraber dört melek figürü (Hexapteryga) yapılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra üzerleri kapatılmayan, kanat şeklindeki dört ayrı melek figürünün yüzleri oval madeni bir yıldız motifi ile örtülmüştür. Mozaik olarak yapılan bu figürler Bizans döneminde bozulmuş ve fresk olarak yenilenmiştir.

Ayasofya'da Kanatlı Melek Mozaiği.
 

Buradaki melek figürleri Hıristiyan inancına göre cennetin kapı bekçisi ve Bizans tahtının koruyucusu olan Serafim ile Kerubin’e aittir. Ancak bunların hangisinin Serafim, hangisinin Kerubin olduğu konusuna sanat tarihçileri kesin bir söz söyleyememişlerdir. Bu konuda söylenenler varsayım olmaktan öteye gidememiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın son onarım çalışmalarında buradaki oval yıldız şeklindeki kapak kaldırılmış ve altından meleğin yüzü çıkmıştır. Bu çalışma Bizans Sanatı yönünden son derece önemli bir olaydır.

Ayasofya’da günümüzde görülmeyen, 1710 yılında Loos çizimleri ile G.T. Fossati ve W.Salzenberg’in ortaya koyduğu ve çeşitli bilimsel yayınlarda söz edilen bir takım mozaiklerin daha bulunduğu sanılmaktadır. Büyük olasılıkla bunlar 1894 depreminde dökülmüşlerdir. Günümüzde, papaz odaları diye isimlendirilen, müzenin kilise eşyaları ve ikona deposunun duvarlarında ikinci sınıf bir işçilikle yapılmış, başta Deisis olmak üzere çeşitli kompozisyonlar daha bulunmaktadır. Ancak bu kompozisyonlar bugün için müzeyi gezenler tarafından görülememektedir.

Erdem Yücel - Kenthaber

Kenthaber
Yayın Tarihi : 11 Ağustos 2009 Salı 19:24:27
Güncelleme :11 Ağustos 2009 Salı 20:20:12


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?