18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Said-i Nursi

Nedir bu Türk insanının eski düşüncelere tutkusu ?

Neden insanlarımız kendilerini yenilemekte zorluk çekerler ?

Özellikle ülke yönetiminde sorumluluk alan kişiler için ürkütücü bir hal !

İnsanların içinde bulundukları ortam nedeni ile yönlendirilebilmeleri bir gerçek.

Ama; aynı insanoğlu, eğer biraz araştırmacı veya biraz gözlemci ise,
yönlendirilmiş olduğunun farkına varır varmaz, en azından “yanılmışım” der.

Milli Eğitim Bakanımız Sayın Hüseyin Çelik, bulunduğu ortamdan olsa gerek ki;
1995 yılındaki “Bediüzzaman Sempozyumu”nda; Kürtçülük de yaptığı tescil edilmiş olan
Said-i Nursi’yi öven konuşmalar yapar.

Sene 2002’de Milli Eğitim Bakanı olarak ülke yönetiminde önemli bir mevkiye gelen
Sayın Çelik, bulunduğu ortamdan o kadar çok etkilenmiş ki, o günkü düşüncelerini
hala devam ettirdiği açıkça görülmektedir.

Sayın Çelik bu düşüncelerinden dolayı olsa ki; YÖK’e savaş açmıştır.

İmam hatip okulları mezunlarının üniversitelere girip, buraları da “inşallahlı, maşallahlı” bilimin
yapıldığı, prof yerine HZ. harflerinin kullanıldığı insanların bulunduğu bir yer haline getirmek için
jet taslaklar hazırlamaktadır.

Dilimize girmiş bütün kelimelerin ( özellikle Arapça olanların ) Türkçe kabul edilmesinin
gerektiğini ifade etmektedir.

Sayın Çelik, siz isteseniz de istemeseniz de evrim kanunları ve yaşam kuralları değişmektedir.

Sayın Çelik siz kökten dinci rehberlerinizin arzularına uyarak; Türkiye’ yi yeniden tarikatlar,
tekkeler, zaviyeler ve meczuplar ülkesi yapsanız da bu kurullar çalışacaktır.

İran devriminden sonra ülkesinden kaçan bir profesör; İran’ın eski haline gelebilmesi için
50 sene geçmesi lazım demişti .

Yarısı geçti.

İran’daki gelişmeleri bütün dünya ilgi ile izliyor.

Yazık olmasın ülkemizin 50 yılına. Yazık olmasın Türk insanına .

Evrimin kanunları, yaşamın tüm kurulları çalışıyor.




Remzi Erbaş
Yayın Tarihi : 3 Ekim 2003 Cuma 00:00:03
Güncelleme :3 Ekim 2003 Cuma 13:56:44


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Recep Yeşiloğlu IP: 195.87.83.xxx Tarih : 11.11.2003 17:34:50
Türkiye'nin bir vatandaşı ve düşünce ve vicdan özgürlüğüne sahip dünyadaki herhangi bir birey olarak fikirlerimi belirtebileceğimi düşündüm. Tabii böyle bir ortam yaratabildiğiniz için size de (Kenthaber.com) teşekkür ederim. Yorumum doğrudan bu makaleyle değil, makaleyle ilgili yapılan bir yorumla ilgili... Ne Türkiye'nin ne de dünyanın hiçbir şekilde uygarlığın gelişiminde "geriye" gitmesini ben de istemiyorum. Tabii bazı ÖNYARGILARIMIZın da farkında olmamız lazım. Said-i Nursi ve Nurculuğa fazla merakım ve de düşmanlığım yok. Ferit AYDIN Bey tarafından yazılan yorumda, Türkiye'nin bazı mistik ideolojilerden ve akımlardan sakınması gerektiği belirtilerek bunlar arasında "Alevilik, Bahailik" vb... de belirtilmiş. Birincisi, dünyaya birçok mistik ideoloji gelmiş geçmiş ve hala mevcuttur. İslam Dini'nin kendisi de bir çeşit mistik öğretidir. Mevlana'nın öğrettiği İslam tamamen dinin sevgi ve mistisizm yönüdür, başka bir şey değil. Budizm, Hinduizm, Zerdüştlük bence bütün dinlerde mistisizm vardır. Yani her mistik ideoloji "zararlı" bir şey demek değildir. Aksine hepsi insanlara yararlı şeyler de vermiş olabilirler. Zararlı olan şey mistik ideolojinin "İNSNACIL OLMAYAN, YIKICI" sonuçlar doğurmasıdır. Dolayısıyla Alevilik ne zamandan beridir "mistik ve zararlı bir ideoloji" oluyor? Ayrıca BAHAİLİK de "din kavgaya sebep oluyorsa dinsizlik daha iyidir" fikrini savunan, Tanrı'nın ve O'nun tüm dinlerinin bir olduğunu, insanlığın da bir olduğunu belirten bir inançtır. Dünyanın tüm ülkeleri ve adalarında her ırktan ve kökenden Bahailer vardır. Bu konuda websiteleri (www.bahai.org bunlardan birisi, tüm arama motorlarından da bulunabilir. Kendi emailim de bu konuya açıktır) ve kitaplardan da bilgi alınabilir. Ayrıca Kur'an'da geçen ve insanı gerçeğe araştırmaya iten çok güzel bir ayet mevcuttur: Hucurat Suresi'nin 6'ncı ayetinde "Fasıkın (sapmış, yoldan çıkmış) biri bile size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, olmaya ki bir millete zarar veresiniz" denmektedir. Dolayısıyla ne olduğunu anlamadan bir inancı ya da bir toplumu bir kefeye koymak insanları birbirinden uzaklaştıracak önyargılara yol açabilir. Türkiye'de yaşanmış bir hikaye !!: Bir ortaokulda bir öğrenci sınıf arkadaşlarına der ki: " Filanca -B sınıfında bir Alevi çocuk var!" Bunu duyar duymaz sınıftaki çocukların hepsi paldır küldür bu sınıfın olduğu kata koşarlar ve sınıfa girerler.Amaç bu "Alevi" çocuğu görmektir; nasıl bir varlıktır bu Alevi? Tipi, yaratılışı farklı mıdır? Kendileri gibi insan mıdır?... Benim için bu komik ama derinden düşündürücü olay, Türkiye'de (ya da belki de dünyada) yaşayan insanların anadan,babadan, hocadan, toplumdan duydukları araştırılmamış inanışlarla ne kadar önyargılı hale gelebildiklerinin yeterli bir örneğidir. Başta sevgili ülkemiz ve sonra tüm dünya için barış ve kardeşlik dolu, "yıkıcı olmayan, yapıcı" ve barışçıl bir gelecek dileğiyle, Recep YEŞİLOĞLU, Ankara

Ferit AYDIN IP: 195.174.106.xxx Tarih : 22.10.2003 13:19:50
MESELENİN ÖZÜ İşin içyüzünü sorarsanız, bu tür kavgaların ve fikir çatışmalarının temelinde toplumun kimlik bunalımı yatmaktadır. Aslında, öncelikle bu sorunu tartışılmalıyız. Türkiye halklarının kimlik sorununu masaya yatırmalıyız. Çünkü kimlik arayışı içinde olan toplumumuz sürekli şekilde kendisine sorun üretmektedir. Türkiye, günümüzde tarikatçılık, lâikçilik, hortumculuk, ırkçılık ve putçuluk gibi dev sorunlarla boğuşmaktadır. Bu çatışma ortamında ahlâk tamamen çökmüştür. Bu yüzden de insanlar birilerine çatmak için adeta bahane aramakta ve bunu da marifet saymaktadırlar. Ülkemizde insanların çoğu üç önemli değeri yitirmişlerdir. şeffaflık, dürüstlük ve içtenlik… Tatminsizliğin ve tabiatıyla düşmanlıkların ve kavgaların gerçek nedeni ve kaynağı budur. Bu yüzden insanlar hidayetten, aydın bir dünya görüşünden ve mutluluktan yoksun kalmışlardır. Yalnızca gerçeklere inanmanın ve doğrulara ulaşma yolunun evrensel bir tek adı vardır: «HİDAYET». Bütün gerçek başarılar buna bağlıdır. Bu yolun insanlara açılabilmesi ise güzel ahlâkın temelini oluşturan üç faziletin yaygınlaştırılmasıyla ancak mümkün olabilir; şeffaflık, dürüstlük ve içtenlik… Bizi birey ve toplum olarak mutluluğa, barışa ve sevgiye götürecek bu üç faziletin yaygınlaşması için her birimiz elinden geleni yapmalıdır. Çünkü saygı ve sevginin temel kaynağı bunlardır. Şeffaflığın, dürüstlüğün ve içtenliğin bulunmadığı bir ortamda saygı ve sevgi de olmaz. Manzaraya bakılırsa, günümüzde saygı ve sevgi çağrıları, kulakların perdelerini yırtacak kadar frekansını yükseltmiş bulunmaktadır. Buna rağmen hemen hiçbir olumlu sonuç alınamamakta, hoşgörüsüzlük alabildiğine sürüp gitmektedir. Bunun nedeni çok açıktır; birbirinden ürken, birbirinden korkan, birbirine güvenmeyen insanlar «her ihtimale karşı» diye bir savunma sistemi üretirler. Böyle kimselerden oluşan bir toplumda ise insanları karşılıklı sevgi ve saygıya çağırmak hiçbir sonuç vermez. İşte bu nedenledir ki son 30 yıldır yoğun bir şekilde yapılan saygı ve sevgi çağrıları hiçbir işe yaramamıştır. Hatta halk bu çağrıları artık kanıksamış, onu anlamsız bir çığırtkanlık olarak algılamaya başlamıştır. Şeffaflık, dürüstlük ve içtenlik, hiç kuşkusuz bir dizi erdemden oluşan üstün ahlâk altyapısı üzerinde ancak vücut bulabilir. Hemen herkesin ün ve çıkar peşinde koşan birer zevk ve nefis esiri olduğu bir toplumda şeffaflıktan, dürüstlükten ve içtenlikten söz etmek duygusallık olur. Önce kendimize şu iki soruyu yöneltmeliyiz: 1. Şeffaf, dürüst ve samimi insanlardan oluşan bir toplum içinde yaşamak ve bu suretle güçlü bir hayat güvencesine kavuşmak istiyor muyuz? 2. Bu üç erdeme bizzat kendimiz sahip miyiz? Evet önce bu sorulara gerçekçi yanıtlar bulmalıyız. Eğer peşin fikirli, içten pazarlıklı, her an bir hile düşünen ve karşımızdaki insanlara güvenmeyen biri isek, başkasının şeffaf, dürüst ve samimi olmasını nasıl ve ne hakla isteyebiliriz; ya da onlar bizim şerrimize karşı kendilerini nasıl koruyabileceklerdir?! Görülüyor ki önce kendimizden işe başlamalıyız. Ama hemen eklemek gerekir ki dürüst olmak gerçekten kolay iş değildir. Çünkü dürüst kimse, karşısındaki insanın ne düşündüğüne aldırış etmeden sonuç ne olursa olsun doğruluktan ayrılmayandır. Gelin işte böyle olalım. Tutun ki bütün insanlar sahtekârdır, çıkarcıdır, hilebaz ve şerirdir; şuna inanınız ki onlar sizin dürüst olduğunuza eğer kanaat getirirlerse tutumlarını olumlu yönde hemen değiştirirler. Bunun istisnası çok azdır. İnsanların çoğu ahlâksız olabilir; ama canavar olamazlar. Eğer insanların hepsinin ahlâksız olduğuna inanıyorsanız bile gelin önce siz tutumunuzu değiştiriniz. Açık sözlü ve açık yürekli olunuz; daima doğruyu söyleyiniz ve yalnızca gerçeklere inanınız; çevrenizde ne kadar sevildiğinizi, ne kadar örnek alındığınızı ve sayenizde insanların kısa zaman içinde ne kadar olumlu yönde değiştiğini göreceksiniz. Toplum olarak içinde bocaladığımız sorunların kaynağı, hiç kuşkusuz ahlâksızlıktır. Sözde dürüstlük çağrısında bulunan insanların neden kimseyi doğru yola çekemediklerinin sırrı da işte buradadır. Çünkü bu insanların kendileri de ahlâksızdır. Nitekim büyük ölçüde bu yüzdendir ki toplumumuz ıslah olamamakta, hatta ıslah olmayı adeta reddetmektedir. Ahlâk çöküntüsü, son yıllarda bütün dünyada, özellikle Türkiye’de ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. Bu yüzden insanlık adeta sonunu hazırlamakla meşguldür. İnsanoğlu, uygarlıkta ulaştığı baş döndürücü başarılarıyla dünyayı cennete dönüştüreceği yerde tam tersine korkunç bir cehennem kurma hazırlığı içindedir. Bunun temel nedeni ahlâksızlıktır. Ahlâksızlığı körükleyen önemli nedenler vardır. Özellikle bu nokta üzerinde durmak gerekir. Bu nedenleri saptamak, onları ortadan kaldırmak ve toplumu ıslah etmek amacıyla çok yönlü çabalar harcamak için eğitimciler, bilim adamları sosyologlar ve tüm aydınlar büyük bir sorumluluk taşımaktadırlar. Üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta da şudur: Ahlâksızlığı körükleyen nedenler, birbirini doğuran tehlikeli iki akım ve anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bu tehlikeli iki akımdan birincisi mistik ve ideolojik felsefelerdir; ikincisi ise bu felsefelerin körüklediği çıkarcılık ve çeşitli psikolojik komplekslerdir. Evet hiç kuşku duymamak gerekir ki bencilliğin, çıkarcılığın ve ünlenme hastalığının temel kaynakları işte bunlardır. İnsanları karşıt kamplara bölen, onları birbirine düşüren, savaşların patlak vermesine ve kanların oluk gibi akmasına yol açan nedenler bunlardır. Yani kısaca kavga dediğimiz büyük ahlâksızlığın temelinde daima mistik ve ideolojik ihtilaflar vardır. Ondan sonra da bencillik, çıkarcılık ve ünlenme kompleksi vardır. Bu kavgalar ve uzlaşmazlıklar sürdüğü müddetçe de insanlar birbirine karşı dürüst davranamazlar. Dolayısıyla dürüstlüğün, şeffaflığın ve içtenliğin önündeki temel engelleri böylece saptamış bulunuyoruz. Bu önemli tespitten sonra yapılması gereken bir uyarıyı –yeri gelmişken- ihmal etmemeliyiz ki o da şudur: Mistik ve ideolojik felsefelere karşı çok dikkatli olmalıyız. Onları birer gönül ve vicdan meselesi olarak asla görmemeliyiz. Siyonizmden Haçlılığa, Bahailikten Nurculuğa, Kadyanilikten Nakşibendiliğe, Hanefizmden Aleviliğe, misyonerlikten Moonculuğa, Panteizmden Satanizme ve Milli Türk Dini’ne kadar bir yığın tehlikeli akımın insanlığı ne büyük felaketlere sürükleyebileceğini her an düşünmeliyiz. Bu akımları araştırıp onların iç yüzünü ve karanlık amaçlarını ortalığa sermeliyiz. Rüştüne henüz ermemiş olan sürülerin bu tuzaklara düşmesine, bu akımlar yüzünden canavarlaşmış olan ahlaksızlığa kurban gitmelerine karşı ancak işte bu şekilde direnebiliriz; şeffaflığın, dürüstlüğün ve içtenliğin yeniden yeşermesine de bu suretle hizmet edebiliriz. Hiçbir zaman kuşku duymayınız ki hileler süslüdür. Hiçbir hile, tehlikeli olduğunu önceden ilân etmez. Onun için hile aynen sahte bir hilye (süs eşyası, takı) gibidir. Hileye başvurulan yerde ise şeffaflık, dürüstlük ve içtenlikten söz edilemez. En tehlikeli hileler ise mistik ve ideolojik düşüncelerden beslenir. Dolayısıyla en büyük hilebazlar daima mistik akımlara öncülük etmiş olan- tarikat şeyhleri ve ideolojik felsefelerle haşır neşir olan politikacılar arasından sivrilmişlerdir. Günümüzde bir ilâhiyat profesörünün ekranlardan yıllardır insanlara sözde ahlâk dersi verirken birden bire siyasi partilerden birine kuyruk olması, bu gerçeğin yüzlerce önemli kanıtlarından biridir. Ne yazık ki toplumun büyük bir kısmı, bu adamın hem Nakşibendi Tarikatına, hem aynı zamanda Moon Tarikatına bağlı olduğundan habersizdir! Dürüstlük meşalesini, her yandığında söndürmeye çalışan mistisizm (yani tasavvuf), kuluçkaya yattığı binlerce yıl öncesinden şimdiye dek sayılamayacak kadar din, mezhep, tarikat ve yer altı örgütü üretmiştir. İdeoloji de aynı sonuçları vermiştir. Bu akımlar da insanları karşıt kamplara bölmüş, birlik ve beraberliklerini bozmuş, şeffaflığın, dürüstlüğün ve içtenliğin kökünü kazımıştır. İnsanlık tarihini baştan günümüze kadar kızıl kanlara boyayan temel sebepler, işte bu iki şeydir. Onun için sağduyulu insanlar (özelikle ilim adamları) mistisizm kavramını çok yönlü ve çok boyutlu olarak irdelemeli; ondan peydahlanmış olan –örneğin- Siyonizm, Masonluk, Bektaşilik, Dürzülük, İsmaililik, Nusayrilik, Kadyanilik, Bahailik, Yezidilik, Satanizm, Nakşibendilik, Nurculuk Aczmendilik ve Moon Tarikatı gibi akımların karanlık yüzünü ortaya çıkarmalıdırlar. Keza günümüzde birer din niteliğini kazanmış bulunan ideolojik akımların da karanlık amaçları ortaya çıkarılmalıdır. Örneğin darvinizm, pozitivizm, sosyalızm, kapıtalizm, liberalizm, post-modernizm, hümanizm, globalizm, feminizm, laikçilik ve Türk köktenputçuluğu gibi tehlikeli akımların korkunç amaçları deşifre edilmeli, insanlık bu konuda el ele çalışmalıdır. Hiç kuşku duymamak gerekir ki bugün dünyayı cehenneme çevirmek isteyen süper güce sahip odaklar, amaçlarını gerçekleştirmek için işte bu akım ve örgütleri kullanmaktadırlar. Ve yine hiç kuşku duymamak gerekir ki bugün dünyayı ve insanlığı tehdit eden tehlikelerin kaynağı, yukarıdan beri üzerinde durulan tasavvuf ve ideolojidir. Özellikle Türkiye bu iki felsefeden türeyen yüzlerce yer altı ve yerüstü örgütlerin savaş alanı haline gelmiştir. Şeffaflığın, dürüstlüğün ve içtenliğin kökünü kurutan, ahlaksızlığı bu ülkede canavarlaştıran mistik ve ideolojik tehlikelere karşı toplum eğer çok acil bir şekilde örgütlenip direnmezse önümüzdeki 30 yıl içinde Ülkemizde tahmin edilemeyecek kargaşalara ve yıkımlara çocuklarımız tanık olacaklardır. Belki de onların çoğu bu yıkımlara kurban gideceklerdir. Bu bir kehanet değildir. Görünen köye kılavuz istemez. Bu gerçeği örtmeye çalışanlar, ne kadar çaba harcasalar bile tehlikenin bütün emareleri meydandadır. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse mistisizme ve ideolojiye karşı savaşmak hiç de kolay değildir. Çünkü bu iki felsefeye kapılmış olan kitleler çok büyük güce (devlet gücüne) sahiptirler. Dolayısıyla onlara karşı gelmek, daima devlete karşı gelmek gibi yorumlanacak ve en ağır biçimde cezalandırılacaktır!!! Mistik örgütler süikastlerle, ideolojik örgütler ise gerek sığ devleti, gerekse derin devleti devreye sokarak karşıtlarını tasfiye etmeye çalışacaklardır. İşte bu korku iledir ki bugün Türkiye’de binlerce ilim adamı ve aydın kişi, ne tarikatların, ne de Türk köktenputçuluğunun tehlikeleri ve karanlık amaçları hakkında bir tek kelime bile söyleme cesaretini gösterememektedirler. Ne varki sorunlar susmakla çözümlenemez. Bu gemiyi delmeye çalışan milyonlarca tarikatçının ve lâikçi-köktenputçunun en azından hızını kesmek için eğer bir avuç evrensel düşünen aydın insanlar harekete geçmeyecek olurlarsa hepimizin yakın gelecekte batacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır! Böylece bu topraklarda şeffaflıktan, dürüstlükten ve içtenlikten de artık hiç kimse söz edemeyecektir. Bu sonuçtan ise sadece Selanik Yahudileri kârlı çıkacaklardır. Ferit Aydın (Hazinoğlu) Araştırmacı – Yazar (Asıl adım Feriduddin AYDIN’dır. Muhitimde Ferit Aydın olarak çağrılır ve tanınırım

Salih Sefa KOÇ IP: 62.248.16.xxx Tarih : 13.10.2003 02:34:07
Efendim öncelikle her fikrin bir değeri olduğu düşüncesiyle bu yorumu yazan kardeşime saygılarımı sunuyorum.Fakat yazınından da açıkca anlaşıldığı üzere sayın arkadaşım burada Türk Kürt mücadelesi ve Atatürk'ün getirdiği ilke ve inkılaplara aykırılık üzerine yorum yapmıştır.Bütünüyle doğru olmasada kıymete değer bir yorumdur,kanaatimce.O konumdaki bir insanın birtakım ideolojik hesaplar uğruna birşeyler yapmaya kalkışıpta laik Türkiye Cumhuriyeti'ne yeni bir devlet anlayışı getireceğine dair çok kolay yorum yapılmıştır.Halbuki burada sözü edilen kürtlerde bizim vatandaşımızdır imam-hatiplilerde.Laiklik,eşitlik ve hür düşünce anlayışının düzgün bir gelişme içerisinde olduğu bu günümüzde böylesi bir yorumu kesinlikle tastif etmiyorum.İnsanımız dünyasında önemli bir niteliğe sahip ÖSS sınavında da her alanda olması gerektiği gibi bir eşitlik sağlanmalı ve bu kriterler ile eleme yapılması;seçkin insanların her alandan ülkede söz sahibi olması sağlanmalıdır.Devlet düzenine dair değişiklik vb. hükümler Anaysamızca sabittir zaten.Bu konuda yanlış ve kısır düşüncelerle bu güzelim vatanı seçkin devletler sviyesine ulaştırmanın önüne herhangi bir şekilde set çekilmemelidir.Şimdiye kadar insanımız birbiri ile uğraşmaktan bir arpa boyu yol alamamıştır.Örneğin gün olmuş Türk İnsanı alevi-sunni çatışmasıda gün olmuş sağcı solcu çatışmasında vs.Şimdilerde ise görülüyor ki Türk milleti dininin gereklerini yerine getiren vatandaşlarını yobazlık ve gericilikle suçlar olmuş,aşırı dinciler-laik Türkler olarak bir çatışma gerilim ortamı oluşturulmaya başlanmıştır.Umuyorum ki insanımız bu sefer uyanacak ve ne yaptığını bilmez bir takım kişilerin bir takım densizlerin oluşturmaya çalıştığı bu kaosa düşmez...

ali kaygısız IP: 193.255.96.xxx Tarih : 3.11.2003 10:14:58
Yazara sadece ve sadece Said Nursi'yi iyi okumasını rica ederim. Yazılan yazı taslağı çok sayıda hata içermektedir. Bazı saf zihinleri bulandırma ihtimaline karşı, bu yalan ve tezvirat dolu bilgi kırıntılarına mukabil, şimdilik kısa kısa açıklamalar getirmekle yetinelim. Diyorlar ki: "Said Nursi'nin gerçek amacı, Türklüğü tahrif ederek ayrı bir Kürt devleti kurmak olarak biliniyor." Cevap: Tamamen iftiradır ve yüzde yüz yalan-yanlış bilgilere dayanıyor. Zira Bediüzzaman, çok yerde olduğu gibi, Mektûbat isimli eserinde de (s. 397-403), bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milletini, her milletten çok sevdiğini ve hakikî Türkler'e pek ciddî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğunu söylüyor. Hatta, Birinci Şuâ'nın (Şuâlar) sonunda, eserlerini Türkçe olarak telif etmesinin dahi Kur'ân'ın takdirinde ve tahsininde olduğunu beyan ediyor. Kaldı ki, 1920'de Mevlânzâde Rifat gibi diğer bazı Kürt Teali Cemiyeti mensuplarından gelen "Kürt devletini kurma" teklifini anında reddetmiş ve "Kürdistan'ı kurmak değil, Osmanlı'yı ihya etmek" gerektiği dersini vermiştir. (Bilinmeyen Taraflarıyla B. Said Nursî, s. 217.) Diyorlar ki: "31 Mart ayaklanmasına katılmış; irticaî hareketi desteklemiştir." Cevap: Bu yalanı temcit pilavı gibi ortaya atanlar, o ayaklanma sebebiyle kurulan ve sayısız zanlıyı darağacına gönderen dönemin Sıkıyönetim Mahkemesinin, Bediüzzaman hakkında beraat kararı verdiğini niçin görmezden geliyorlar? Kaldı ki, 31 Mart'ın ihtilâlciler tarafından tertiplenmiş bir provokasyon olduğu, tarafsız tarihçilerce teslim edilmektedir. Diyorlar ki: "Millî Mücadele döneminde Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasında yer aldı." Cevap: El-insaf yahu. Kürt Teali Cemiyeti kurucularının tamamı, daha Cumhuriyet kurulmadan "aranan sakıncalılar" listesine dahil edildiklerinden, birçoğu yurt dışına kaçtı. Geri kalanlar da, Şeyh Said hadisesi sebebiyle yakalanıp idam edildiler. Said Nursî hakkında ise, o dehşet günlerinde bile böylesi bir iddia ortaya atılmadı. Kaldı ki, Bediüzzaman'ın "Hareket-i Millîye" lehinde çalıştığı, İstanbul'da İngiliz işgaline karşı kahramanlıklar sergilediği, bu sebeple Ankara hükümetinin takdirini kazanarak Meclis'e davet edildiği ve Meclis'te kendisine resmî "Hoşâmedi" yapıldığı gerçeği, bugün hemen herkesçe biliniyor. Deniliyor ki: "Said Nursî, Atatürk'ün başlattığı toprak reformunu yarıda bıraktırarak, bölgesinin şeyhlerin elinde kalmasında büyük pay sahibi olmuş." Cevap: Böylesi gülünç, böylesi tuhaf bir iddiaya bakıp hayret etmemek elde değil. Said Nursî, hiç mahkemeye sevk edilmeden, yani tamamen ihtiyatî tedbir olarak, 1925 yılında Van'dan alınarak Batı Anadolu'ya sürgün gönderildi. Bu tarihten vefât ettiği 1960 yılına kadar da, sürekli şekilde sürgün, hapis ve mecburî ikamet hayatı yaşadı. Üstelik, ömrünün son 35 yılında gidip memleketini görmüş bile değil. Bu şartlar altında, onun toprak reformuna müdahalesi söz konusu dahi olabilir mi? Diğer iddia ve iftiraları da bunlara kıyasen, cevabını mütalaa edebilirsiniz. * * * Evet, Bediüzzaman, hayatının hiçbir devresinde Kürtçülük yapmamış, irticaî ayaklanma diye adlandırılan hareketlere katılmamış, silâhlı eylemleri hiçbir surette kabul veya tasvip etmemiştir. İstiklâl Mahkemeleriyle diğer ağır ceza mahkemelerinin, Bediüzzaman hakkında bu konularda hiçbir suç unsuru bulamaması, güneş gibi âşikar olan bu gerçeğin birer delili, ispatı değil midir? Birileri Bediüzzaman'ı Yanlış Tanıyor Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir.Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı A'zam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istikâmetle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün islam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman. Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir. İstihbârât teşkilâtımızın bu zat ve eserleri ile alakalı raporlarını; silahlı kuvvetlerimize dağıtılan bölücü faaliyetlerle alakalı bilgilendirici eserlerin konuyla ilgili bölümlerini; 12 Eylül Hareketinden sonra YÖK eliyle bütün üniversitelerimize dağıtılan bölücü örgütler kitabının ilgili başlığını ve de bunların tesirinde fikrini geliştirmiş ilim adamlarımızın sohbetlerini okur yahut mütâla'a ederseniz, Bedîüzzaman'ı sevmemeyi bir ibâdet ve millî vazife telakki edersiniz. Gerçekten ben de mezkûr yerlerde anlatılan Bedîüzzaman'ı asla sevemem. Halbuki nasıl senelerce, dünyaya adâlet tevzi eden ecdadımızı bize barbar ve kızıl sultanlar diye takdim etmişler, öyle de İslam düşmanları, şahsiyetinden ve eserlerinden çok korktukları Bedîüzzaman ve eserlerini de öyle yanlış ve kötü tanıtmışlardır. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı hakikatını unutmuşlardır. Ne acıdır ki, son on yıldan önceye kadar güvenlik kuvvetlerimiz de bu menfî propagandanın tesiri altında kalmıştır. Vatanı için hayatını ortaya koyan bu büyük dahiyi, bir vatan hâini gibi değerlendirmişlerdir. Meseleyi uzatmamak için sadece bu menfî vasıflardan birisi üzerinde duracağım. Geriye kalanları da, sizin idrâklerinize havale ediyorum. Ne zaman Bedîüzzaman ve onun eserlerinden bahsetseniz, siz, ister Türk olan, ister Arap olun ve isterse de Osmanlı Hânedânından olun, kürtçü damgasını yersiniz. Halbuki dünyada Kürtçülük ve Risâle-i Nur kadar birbirine zıt iki kelime bulunmadığı gibi, Türkiye'deki bölücü kürtçü hâdiselere karşı, Risâle-i Nur'dan daha mükemmel bir panzehir asla bulunamaz. Mevzuyu isterseniz biraz açalım ve bazı müsahhas misaller verelim: Birincisi: Bir kısım araştırmacılar, Bedîüzzaman'ın Cumhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdî ünvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918'de tesis edilen Kürt Te’âli Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek üzere, aynı cemiyetle beraber çalıştığını ileri sürdükleri Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti kurucuları arasında Bedîüzzaman'ın da bulunmasını, fevkalade bir demagoji ile serrişte ediyorlar. Bu iddiaları hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır. Evvela, Osmanlı devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple müslüman olmak şartıyla, millet farkı son 20-30 yıl bir tarafa bırakılırsa, ehemmiyet arzetmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyâleti yahut Bilâd-ı Ekrâd denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdî lakabının verilmesi, o zatın tanınması için kullanılan resmî bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdî lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zamanki Cumhuriyet kurulup bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bedîüzzaman bunu Said-i Nursî şeklinde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyip eski eserlerindeki Kürdistan veya bilâd-ı ekrâd ifadelerini dahi vilâyât-ı şarkıyye şeklinde değiştirdiğini neşredilen eserleri ve talebelerinin şahâdetleri isbat etmektedir. Sâniyen, Kürt Te’âli Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti arasında organik bir bağ yoktur ve maksadları da aynı değildir. Tarık Zafer Tunaya, bu cemiyetin kuruluşunu 1919'da demişse de, neşrettiği belgenin tarih ve kaynağını kaydetmemiştir. Ancak belgeyi, öylesine işlemiştir ki, mütalala edenler, Bedîüzzaman'ı Kürt Te’âli Cemiyeti üyesi zannederler. Halbuki ikisi arasında hiç bir alaka yoktur. Bedîüzzaman, İstanbul'a ilk defa geldiği 1907'lerden beri, şarkta bir dar'ülfünûn açılmasını müdâfa'a ettiği zaten bilinmektedir. Hatta Sultan Reşad'dan bu gaye ile belli bir tahsisat da almıştır. Her ne kadar Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyetinin ne zaman, hangi gayelerle ve hangi kurucularla tesis edildiği de tam belli değilse de, belli olsa ve Bedîüzzaman da bu cemiyetin kurucuları arasında bulunsa bile, bunda garipsenecek bir cihet yoktur. Zira Bedîüzzaman, şarkta maarifin geliştirilmesi ve bir üniversite açılması için başından beri gayret göstermektedir. Bu cemiyet, Erzurum yahut Bayburt Kültür ve Eğitim Vakfı gibidir. Sâlisen, Kürt Teâli Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdülkadir'den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden halletmektedir: "Allah u Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim'de "Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı ilahî karşısında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i islamın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zamanki islam âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım kürtçü) kimsenin peşinden gitmem". İkincisi: Bedîüzzaman'la alakalı yanlış tesbit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maalesef gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tesbit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine de yer etmuş durumdadır. Şeyh Said'in Bedîüzzaman gibi bir dahiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük âlimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyurun, Şeyh Said'e olan cevabını beraber okuyalım: "Türk Milleti, asırlardan beri islamiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer’an câiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşâd etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akîm kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir". ''Bediüzzaman, asrın başında hastalığı cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak tespit etmiştir. Bugün de Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da temel mesele budur. Bölücüler, insanımızın cehaletinden, bölgenin geri kalmışlığından yararlanıyorlar. Bu noktalardan hareketle insanların ırki duygularını tahrik ediyorlar. Doğu meselesinin çözümü de İslam kardeşliğindedir. Ne yazık ki bu işte de geç kalınmıştır. Eğer Cumhuriyetin başında Bediüzzaman resmi makamlarca dinlenseydi bugün ülkenin durumu şüphe yok ki böyle olmazdı. 'Kavak eken sopa biçer' , 'Rüzgâr eken fırtına biçer' atasözleri ülkemizin durumunu çok iyi ortaya koymaktadır. Maneviyattan yoksun olarak yetiştirilen Doğululuların Kürtçü, Batılıların da Türkçü olmamalarını beklemek iyimserlik olur.''

Işıl Fatma KEDİK IP: 217.131.5.xxx Tarih : 5.08.2004 14:42:52
Öncelikle bir önceki yazının aid olduğu arkadaşıma katıldığımı belirtmek isterim.Başlığı açan arkadaşım araştırmacı yazar ama araştırma hakkında 'sadece isim araştırması' yaptığı apaçık belli yazısında.Ben bir sene Nurcuların arasında yatılı okudum,hem de siyah ağırlıklı zincirli mincirli kıyafetlerimle.Bir tanesi olsun gelip bana 'çıkar bunları,yasak' demedi,karışmadı.Zorla namaz kılmamı istemedi,başımı örtmem için ikna yollarına girişmedi.Yaşamın yalanlığını keşfetmiş olarak sevmezken ben,onlar bana o büyük varlığın kudretini gösterdi.Kaldı ki onlar beni bile aralarına kabul edebilecek kadar asilken,ben bir başı açık müslüman olarak niye onların giyim tarzını kabul edemiyorum?Ben diye kastettiğim aslında ben değilim,böyle düşünenler,onları etrafında istemeyenler.Haklının hakkını vermek lazım.Sonuçta hepimiz insanız,bizi insanlığımızdan alan başımıza kondurduğumuz bir bez parçası mı yoksa kafasında bez parçası olanları dışlamamız mı?Bunu düşünmek gerek.Onlar kendi inandığı değerlere sizin de inanmanız için sizi zorlamazken, siz neden üniversiteye girerken şart koşup zorluyorsunuz?Baskıcı diplomasi dedikleri bu olsa gerek. Bir başka konu;Bahai dini.Ben inanıyorum onların değerlerine ama onların peygamberlerine değil.Sonuçta Kur'anda HZ.Muhammetten sonra gelecek tek bir peygamber olduğu yazıyor ve o da İsa.Ku'anda yazandan başkasına inanmam ben.Ve ayrıca 'İnanan ve inanmayan birçok sahte peygamber...' olacağı da geçmekteyken içinde...Bahailere yakın davranışlar içerisinde yaşıyorum ben fakat onları daha dün tanıdım.Yani onları bilmezken onlar gibi davrananlardanım.Zaten onların dediği gibi olmak için illaki Bahai olmak gerekmiyor,onların söyledikleriyle Kur'anda geçenler hemen hemen aynı.Belki de tek fark,Kur'anda onlarınki kadar açık bir anlatım şekli kullanılmamış olması.İnsan kalbiyle bulur gerçeği istediğinde,Kur'anı klavuz edindiğinde.

HASAN SELCUK SALUR IP: 85.96.249.xxx Tarih : 26.02.2005 10:34:40
Öncelikle, toplumun bütün insanlarına yazılar ve yayınlar hakkında yorum yapma hakkını verdiğiniz için teşkkür ederim. Araştırmacı olarak geçinen arkadaşımızın araştırmayla hiçbir alakası olmayan bir yazı dizisi hazırladığını kendisine hatırlatır ve dışardan bakarak kendine karşı yorum yapmasını rica ederim. Heralde bu düşünceleri yazarken biraz duygusal ve önyargılı davranmış. 3 sene önce beni aralarına davet ettiklerinde ben de aynı tepkileri göztermiştim. Ama kısa bi süre sonra aralarına katıldığım zaman hiçbir şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığını gördüm. Çok kibar davrandılar bütün görüşlerime saygı gösterdiler, yanlış bi düşünce olduğu zaman sadece yanlış düşünce olduğunu söyleyip son kararları yine bana, kendime bıraktılar. Kesinlikle benim hayatıma karışmadılar. O insanlar zaten kimsenin dinine, diyanetine karışmıyorlar. Hristiyanların Hristiyan olmalarına da saygı duyuyorlar, Müslümanların müslüman olmalarına da. Şimdi sorarım bütün insanlara; Sizce BÖYLE DÜŞÜNCELERİ HAYATINA YANSITIP OLDUĞU GİBİ DAVRANAN İNSANLAR MI GERİ KAFALIDIR YOKSA YAZARIMIZ GİBİ ÖNYARGILI DAVRANIP İNSANLAR HAKKINDA HİÇBİR ŞEY BİLMEMESİNE RAĞMEN YORUM YÜRÜTME HAKKINI KENDİNDE GÖREN İNSANLAR MI? Bu arada unutulmamalıdır ki GEÇMİŞİNE BAKMAYAN İLERİSİ İÇİN DOĞRU KARARLAR VEREMEZ. Umarım yazarımız ve yazarımız gibi düşünen insanlar İslam düşmanlığına birgün son verirler. Selam ve Sevgilerle