18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

CENGİZ ÇANDAR VE DÜŞÜNCE TUTSAKLIĞI...

Bu tahammül ötesi yaz sıcaklarında kendimi edebî konulara vererek gevşemek istediğimi söylemiştim. “Evet-Hayır” dalaşına bile karışmak niyetinde değildim. Ancak, bana yakınlık gösteren okurlarım her istikametteki ekstremist görüşlere antipatim olduğunu bilirler. Yaman bir kökten-dincilik, kökten-ulusalcılık karşıtı olduğum gibi, insanî gelişmenin tarihsel kaynaklarını ıskalayan kökten-liberallere de tahammül edemiyorum.

Başlığa bakıp da Cengiz Çandar isimli, gerçekten çok birikimli bir aydın yazarımıza haşin bir muhalefetim olduğu sanılmasın. Ben “hoşgörü”yü temsil ettiği iddiasındaki kökten liberallerin genel bir malûliyetine değinmek istiyorum. Bunun için, genelde, haksızlığa karşı aktif savaşımları, Filistin direnişine katkısı ile enerjik yapısını, insan hakları konusundaki, genelde, dengeli analizlerini çok takdir ettiğim bu değerli aydın yazarımızın bir makalesini hareket noktası yapacağım.

Radikal gazetesinin 28.Ağustos.2010 tarihli sayısındaki “28.Şubat’tan günümüze ‘devlet’te Fethullahçılık tehlikesi” adlı makalesinde Cengiz Çandar: Emniyet istihbaratının efsane ismi Hanefî Avcı’nın, Emniyetteki Fethullah Hoca kadrolaşmasını konu edinen kitabına da atıfla “Postmodern Darbe” adı ile anılan askerî müdahalenin kâbus günleri yaşattığından söz etmekte, ülkede dinî cemaat yapılanmasının ürkütücü bir şey olmadığı, bir hukuk devletinde “tehdit” ve “tehlike” anlayışının geçerliği olmaması gerektiğinden dem vurmaktadır.

Evvelâ ben, kent içinde özel araba ile dolaşmayan, yürüyen ya da kamu araçları ile gezen sade bir yurttaş olarak 28.Şubat (1997) öncesi genel toplumsal atmosfer hakkında gözlemlerimi nakledeyim. Çoğunuz inanmayacaksınız ama, gönüllü din polislerinin (yaşıma başıma bakmadan) elimdeki torbayı ya da çantayı (belden aşağı tuttuğum için) içinde ekmek ya da Arabî harflerle yazılmış metinler var mı diye denetlemelerine maruz kaldım. Ankara’yı bir ziyaretimde, bir gereksinimimi almak için yorgun argın girdiğim 100. Yıl Çarşısında çok büyük bir grup çarşı esnafının, bir gövde gösterisi halinde koridorları silme öğlen namazını eda etmek üzere doldurduğunu gördüm. Karşıma çıkan genç bana tehditkâr bakışlarla: “Görmüyor musun, namaz kılıyorlar!” demişti. İstanbul-Ankara arası özel araba ile seyahatlerimizde, Bolu civarında, kamp olduğu anlaşılan bir açık yerleşimden üzerimize, yumruklarını sallayarak gelen bir grup genç koşuyor, “Şeriat” propagandası yaparlardı. Soner Yalçın’ın: “Siz kimi kandırıyorsunuz” isimli eserinde de değinildiği üzere, dinci grupların, özellikle (bugün çoğunun devlet kadrolarında yağlı postlar kaptığını bildiğimiz) Nakşibendîlerin silahlı eğitim yaptıkları kamplar kurdukları hayâl ürünü olgular değildir. 12 Eylûl.1980 öncesi (23 Ağustos’ta), Kayseri, Yahyalıdaki Akıncılar Kampında Jandarma ile çatışma yapıldığı, “İslâm Devletinin kurulacağı, Şeriatın hâkim kılınacağı” sloganlarını taşıyan pankartların ele geçirildiği bilinmektedir.

28.Şubat, o zamanki Başbakan Erbakan’ın, Kaddafî’nin ağır sözleri karşısında ülkesinin onurunu koruyamaması, tarikat önderleri ve şeyhlerle alt takke ver külâh olması; Kayserinin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepenin, Parti İl Divan toplantısında laikliği açık şekilde reddettiğini deklare ve Müslümanların içlerindeki kini, hırsı, nefreti eksik etmemelerini telkin etmesi; Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldızın, özgürlüklerin ve liberal anlayışın en büyük hasmı olan İran Devleti Büyükelçisinin huzuru ile provokatif “Cihad Gecesi” düzenlenmesi, bu arada gazete muhabirlerine saldırılması, evvelâ Şeriat idealine karşı özgürlüğün nimetini öğrenen kadınlarımızı tahrik etmiş, 11.Şubatta “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” düzenlenmişti.

Zamanın Yargıtay Başsavcısı Sayın Vural Savaşın açtığı dava “Refah Partisinin kapatılması” ile sonuçlandı ve evrensel kabûl görerek, Başkanı Batıya tân etmekde (sövüp saymakta) iken Batıdan medet arama durumuna gelen RP’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) yaptığı itiraz da: “Devletin yasal düzenlemelerinin, yasal ya da anayasal kuruluşlarının değiştirilmesi istenirken, bu amaçla kullanılacak yöntemlerin her açıdan yasal ve demokratik olma zorunluluğu ve yapılacak değişikliğin de bizzat temel demokratik ilkelerle bağdaşır durumda olması gerektiği” gerekçesi ile 31.Temmuz.2001’de reddedildi.

Bu bakımdan 28.Şubat ülkenin bir deli gömleğinden kurtuluşudur. 28.Şubat yobaz kesimine bile özgür düşüncenin ve
Laikliğin muhassenatını (güzelliklerini) hissettirip liberalizme sarılmalarına yol açmıştır. AKP böylece, RP içindeki tövbekârlardan kurulmuştur.

Ordudaki bütün komutanların mutlaka doğru şey yaptıklarını iddia edecek değilim; fakat “Laikliğin” korunması için başka
da bir gücümüz yoktur. Hoşgörü’yü rafine beyinler anlayabilip, oluştururlar; bu da bir süreç meselesidir. Avrupa’da gettolarda yaşatılıp, ezilen Yahudilerin haklarını, bugün Yahudilerle ittifak kuran Hrıstiyan cemaatler vermemişlerdir; topu ile tüfeği ile Napoleon vermiştir.

Evet, insanları gizli niyetleri olduğu iddiası ile uluorta itham etmeye hakkımız yoktur. Bu anlayışta olan rahmetli Ecevit’in lûtufkâr sözlerine mazhar olmuş Fethullah Hocanın (hangi saikle olduğunu bilmem) Nursî sevdasından vazgeçip, dinler arası hoşgörü yolundaki ılımlı söylemlerine ve Abant toplantılarına ihtiyatlı bir hoşgörü ile baktığıma dair yazılarım olmuştu. Ancak, Sayın Hanefî Avcı’nın iddialarının da yabana atılacak yanı olmadığını, Emniyetten (muvazzaf ya da ayrılmış) bazı arkadaşlarımızın tanıklıklarından ve fahrî trafik müfettişliğim münasebeti ile temas ettiğim bazı emniyet birimlerindeki gözlemlerimizden fark ediyoruz.

Bu yazımı yazarken, kolaylık olsun diye Cengiz Çandar’ın andığım makalesinin kupürünü çıkarmıştım. Kupürün tam arka tarafında Sayın Halûkı Şahin’in “12 Eylûl Hokkabazlığı” başlıklı makalesi vardı (Radikal gazetesini bunun için severim. Her çeşit görüşün yayınlandığı bir forumdur). Burada da referandumu 12.Eylûl. yıl dönümüne rastlatarak, bunun duygusal etkisinin rantını yeme işleniyordu. Gerçekden hiç etik bir davranış değil. Benim Deniz Baykala hiç sempatim yoktur. Fakat, henüz CHP Genel Başkanı iken harbî birşey yapmış, Erdoğan’a hiç referanduma gerek kalmaması için, başda 12.Eylûl mirasını silmek amacıyla ek. 15. madde olmak üzere, mutabakata varılacak bir çok maddeyi Meclisden geçirmeyi, “yargı erk”i ile oynamayı referanduma bırakmayı önermişti. 12.Eylûl Anayasacıları gibi toptancı, paketçi Başbakanımızın buna muhalefet ettiğini unutup şimdi 12.Eylûl kurbanlarına gözyaşı dökmesini nasıl iyi niyetle yorumlayabilirsiniz ki? İşte, (ilk deneyimsizlik sonucu ihdas edilen doğal senatörlük dışında) en demokratik anayasanın oluşuma dolaylı katkısı olan rahmetli Menderes’den beri iktidarlarımız bu yolda; Mecliste orantısız bir çoğunluk, icraatta sorumsuz, engellenemeyecek, denetime tahammülü olmayan bir iktidar ve ulusumuzun kaderi demagoji…

Liberallerimizin anlayamadıkları “Derin Devlet”in sadece Ordu içinde olmadığı; şu anda “cemaat” denilen bir derin devletin de mevcut bulunduğudur. Bu cemaatin, zaman olup Mısırdaki ılımlı Müslüman kardeşler (İhvan) cemaatinin içinden çıkmış Zevahirî gibi “Kaide”ye, “Taliban”a hayat veren teröristlerin çıkmayacağını kim garanti edebilir? İran İslam Cumhuriyeti gibi oluşumları kim önleyebilir? Daha tehlikeli bir derin devlet oluşturabilecek cemaatin, tüm sivil hakları ortadan kaldıracak sivil bir diktatörlüğe omuz vereceğini düşünerek, liberal aydınlarımızı gaflete düşmemeye davet ediyorum. Bu bakımdan, erkler arasındaki dengeye hasar verecek bir anayasaya, Cengiz Çandar’ın görüşü hilâfına, HAYIR.
 

Teoman Törün - Kenthaber
Yayın Tarihi : 28 Ağustos 2010 Cumartesi 19:34:55
Güncelleme :28 Ağustos 2010 Cumartesi 20:04:42


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Dr. S. IP: 88.231.70.xxx Tarih : 29.08.2010 18:25:01

Sayın Teoman Törün; "- O, benim arkadaşımdı" diyen AKP'li Sayın Güven ile Öcalan arasında ne gibi ilişkiler ve bağlılıklar olabileceği açıklanabilinir mi ? 68 KUŞAĞI olarak en içten hürmetlerimi belirtirim.