Ortada gerekçesi ne olursa olsun vahim bir durum var. Bunu ne ‘ayaklanmaya tepki’yi öne çıkaran bir ulusal güvenlik söylemi ile ne de ‘soykırım yapmaya niyet’ şeklinde özetlemek yeterince açıklayıcı.
Türkiye 2008’in son günlerine girerken, tarihsel önemde bir imza kampanyasını tartışıyor. Bildiğiniz üzere bir grup kamusal entelektüel “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” şeklinde bir metin hazırladı ve bu metne birkaç gün içinde binlerce insan imza attı, atmaya devam ediyor.
Her şeyden önce bir insan olarak ben, 1915’te yapılmış olan kırımdan, sonrasındaki inkârdan ve normalleştirme yolu ile yapılan işi akla uydurma çabalarından utanıyordum. Ulusal aidiyetleri fazla önemseyen birisi değilim. Ancak bana üyelik vermiş, yani vatandaşı olduğum bu topraklarda işlenen ve beni utandıran her türlü suça tepki vermem, son derece normal ve daha da ötesi etken vatandaşlığın bir gereğidir. Aileleri talan edilmiş, yuvalarından sürülmüş, insanın insana yapabileceği en kötü muameleye maruz kalmış insanlardan -bugün birçoğu artık yaşamıyor bile olsa- özür dilemek olsa olsa insanlık onuruna katkıda bulunur.
Farklı kişiler, farklı bireysel gerekçeler ve bazen çekincelerle bu metne imza attılar ya da atmadılar. Ancak işte cin şişeden çıktı ve Türkiye’de er veya geç yüzleşmemiz gereken bu konu ile yüzleşmeye başladık. Bu durum 2008’in en önemli gelişmelerinden biridir.
Elbette ki bizi utandıran başka suçlar da işlendi ve işleniyor bu topraklarda. Onlardan da utanıyoruz, buna kimsenin şüphesi olmamalı. İnsanın insana yaptığı her türlü kötülük, insan olanları utandırıyor. Ancak, Osmanlı Ermenilerine uygulanan toplu katliamlar bugün kimi sosyal bilimcilerce Nazilerin yaptığı soykırıma benzer bir kategoride değerlendiriliyor. Yani boyutları her anlamda büyük bir kırım var karşımızda. Konu ile ilgili yapılan en küçük boyutlu bir araştırma bile, karşımıza yüzlerce anı çıkarıyor. Bu anıların içinde iz sürerken gözyaşı dökmemek olanaksız. Evet, bazı Türkiyeliler bu topraklar üzerinde yapılanların artık sadece ulusal kimliği sağlamlaştırmaya hizmet edenlerini değil, hepsini bilmek istiyorlar. AB üyeliğine aday bir ülkenin yurttaşları gibi düşünmeye cesaret ederek, sadece uluslara değil, insanlığa da önem vererek.
Normalleştirme
İşlenen suçları, yapılan kötülükleri normalleştirmek, onları işlemek kadar kötü bir eylem. Çünkü böylece, kötülük akla uyduruluyor. Türkiye’de bugün en yaygın olan yaklaşım “o günün koşulları bunu gerektirmiş, Ermeniler savaş halinde olduğumuz Ruslar ile işbirliği yaptıkları için, ‘güvenlik’ adına tehcir edilmişler ve tehcir sırasında da çeşitli nedenlerle ölmüşler” gibi ifadeler ile savunmaya geçmeyi içeriyor. Başka bir ifade ile olan biteni ulusal güvenlik adına normalleştirmek çok yaygın. Almanya ve Nazi dönemine duyduğum ilgi dolayısı ile bildiğim en çarpıcı “normalleştirme” eylemleri Almanya’da 30 Haziran 1934 gecesi yapılan ve “Uzun Bıçaklar Gecesi” diye bilinen katliamdan sonra yapıldı.
Bu katliamda Nazileri iktidara taşımada son derece etkili olan ve SA adı ile bilinen bir paramiliter örgütün kökü kazındı, bu örgütün önde gelenleri öldürüldü. Hitler temelde kendisine rakip olarak gördüğü Ernst Roehm ile kozlarını paylaşmak uğruna, onun lideri olduğu bütün bir örgütü yok etti. Ancak ilginç olan 150-200 civarında insanın öldürüldüğü bu gecenin ertesinde yapılanlardır.
Gerek Cumhurbaşkanı Hindenburg, gerekse kabine, üyeleri yani hükümet ve ordu, olan biteni cinayet suçu olarak görmek bir yana, Hitler’i ve onun sadık askerleri olan SS üyelerini “vatan hainlerine” yönelik bu katliamı gerçekleştirdikleri için kutladılar. İşte o tarih, Almanya’da ulusun güvenliği adına cinayet işlemenin meşru bir eylem haline gelmesini simgeler. Bunun sonrasında hukuk devleti sona erdi. Faşist rejim esas bu olaydan sonra iktidarını sağlamlaştırdı. Bertolt Brecht’in Nazileri gansterlere benzetmesi boşuna değildir.
Türkiye’deki “normalleştirme söylemi” de 90 yıldır benzer bir şey yapıyor. Ermenilerin Osmanlı ordusunu arkadan vurdukları için tehcir edildiklerini öne sürüyor. Bugün böylesi bir ulusal güvenlik söylemi, tehcirin boyutlarını açıklamakta yetersiz kalıyor. Çünkü yapılan kırımın boyutu, böylesi bir güvenlik söylemi çerçevesinin içine sığmıyor. Nisan-Haziran 1915 arasındaki dönemde Anadolu’da doğu bölgelerinin dışında da giderek yaygınlaşan ve Trakya’yı da içeren bir tehcir ve kırım yaşandı.
Bu noktada yeni okuduğum ve gerçekten çok şey öğrendiğim bir makaleden söz etmek istiyorum. Makalenin yazarı Donald Bloxham, başlığı ise (benim Türkçeleştirdiğim hali ile) “19151-1916 Ermeni Soykırımı: Giderek Artan Radikalleşme ve Bir İmha Siyasetinin Gelişmesi” (Past and Present dergisi, no. 181, Kasım 2003). Evet, bazılarınız başlıkta “soykırım” dediği için bu makaleyle ilgili yazdıklarımı okumaktan vazgeçecektir belki, ama ben devam edeceğim. Prof. Bloxham’ın Oxford Üniversitesi’nde verdiği bir konferansı dinlemiş, bilgisinden ve konuya olan hakimiyetinden çok etkilenmiştim (Bloxham’ın bu makalesini dikkatime getiren değerli dostum Prof. Ayhan Aktar’a teşekkür ederim).
Bloxham, öncelikle tehciri mantıklı veya kaçınılmaz olarak sunmaya yarayan ulusal güvenlik söyleminin yetersizliğinden söz ediyor. Ancak aynı zamanda diasporadaki bazı Ermeni sosyal bilimcilerin katkıda bulunduğu ve temelde “soykırım yapmaya niyet” aramaya yönelik çalışmaları da, Ermenilerin tehcir dönemindeki yoğun milliyetçi örgütlenmelerini hafife aldığı gerekçesi ile de eleştiriyor.
Bloxham, -gerekçeleri ne olursa olsun- Ermenilerin bölgedeki etken faaliyetlerinin İttihat ve Terakki’nin politikalarının radikalleşmesine katkıda bulunduğunu düşünüyor. Ancak bunu söylemenin, imha politikasını akla uydurmak ya da ona meşru bir kılıf giydirmek olmadığını da ekliyor. Ortada gerekçesi ne olursa olsun akıllara durgunluk veren bir imha var. Bunu ne “ayaklanmaya tepki”yi öne çıkaran bir ulusal güvenlik söylemi ile ne de “soykırım yapmaya niyet” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım ile yeterince izah etmek mümkün. Bloxham’a göre burada önemli olan İttihat ve Terakki içinde giderek yükselen etnik dışlayıcılık politikalarıdır.
Olan biteni ulusal güvenlik söylemi ile açıkladığınızda, 1915 Nisan’ının ikinci yarısında etkili olan Van’daki Ermeni ayaklanması öne çıkıyor. Oysa bu ayaklanmanın öncesinde de Ermenilerin tehcire maruz kaldığı biliniyor.
Bloxham bu noktada önemli bir benzetme yapıyor. Ermenilerin maruz kaldıkları eylemlere ulusal güvenlik söylemi temelinde yaklaşarak “soykırım” değildir demek, Nazilerin Yahudilere yaptıklarının ancak Polonya ve Rusya’nın istila edilmesinden sonra sistematik bir hal aldığı için soykırım olmadığını söylemek kadar anlamsızdır diyor. (Almanya ile ilgili bu görüş -ki ben buna Radikal İki’de 30.11.2008’de yayımladığım yazıda değinmiştim ‘Yahudilerin II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın düşmanları ile işbirliği yapan iç düşmanlar oldukları varsayımına dayanıyor). Oysa hepimiz biliyoruz ki Naziler daha II. Dünya Savaşı’ndan çok önce, 1933’te yeni iktidara geldiklerinde Yahudi karşıtı ifadeler kullanıyorlar ve kurmak istedikleri Almanya’da onları istemiyorlardı.
Bloxham’ın yazdıklarını okuyunca, özellikle Van ayaklanmasını detaylı olarak çalışmanın; öncesindeki Sarıkamış yenilgisinin ya da daha öncesinde Rusların gündeme getirdiği reform planının İttihat ve Terakki’nin etnik dışlayıcılık politikalarına olan etkisinin üzerinde durmanın önemli olduğu görünüyor. Bloxham’ın söylediği gibi, Ruslar ile olan savaş kimi milliyetçi Ermeniler için olmasa bile, sıradan Ermenilerin kendi konumları hakkında kaygı duymalarına neden olmuştu. İşte bu kaygı içindeki, sıradan Ermeniler tehcir edildiler, aileleri dağıtıldı, insanlık dramları yaşadılar.
Bütün bunlar buzdağının ucundan öte bir şeyi göstermiyor aslında. Ortada koca bir literatür var. Bu toplumun bu topraklarda geçmişte işlenmiş suçları, yapılmış hataları bilmesi gerekir. En azından onları bir daha yapmamak için. Bence bu özür bu konuyu kapatmak için değil açmak için dilenen bir özürdür. Bilmek, öğrenmek için, ilgiyi bu konuya çekmenin yolu özür dilemek ise eğer, özür dilemekten onur duymalıyız. Geçenlerde, bambaşka bir bağlamdaki yazısında Bülent Somay o kurşunla Hrant arasına atlamaktan söz ediyordu (Taraf, 19.12.2008). Okuyunca boğazım düğümlendi. Hrant’ı koruyamadık diye kimbilir kaçımız suçluluk duyduk. Bunu birçoğumuz (Cengiz Çandar gibi, bkz. Radikal, 17.12.2008) daha yeni yeni, özür dileyerek dile getirebiliyoruz. Özür dilemek sadece vicdan değil, bilgi kapılarını da açacak.
sayin ayse hanim yaziniza kesinlikle katilmiyor.ve ayriyeten sizi daha1992 de yapilan hocali katliyamini hatirlamanisi istiyorum.bugunun tarihinde bu yuz karartici insanlik sucunu isliyen ermenilerin ta kendileridir.bunlardan dost olmaz bunlar elinden gelse bizi de katleder ben hollandada yasayan gurbetci kardesin olarak bunlarla cok tartistim dusunceleri hep ayni bizleri cok dusmanca goruyorlar. ben acizhane kardesin olarak dusuncelerimi yazdim.size soruyorum .ermenistanda kactane turk yasiyor kac tane cami var kac tane koy var turklere ayit.halbuki bizim vatanimizda hepsi fazlasiyla var. gercegi soylemek gerekirse bu oyunlara gelmiyelim. allaha emanet ol. saygilarimla v. tetik