Her şeyin göz önünde yaşandığı, “özel”in pek de kalmadığı günümüz gibi olmasa da eski dönemlerde de “meşhurlar” merak edilenlerdi. İşte döneminin ünlü gazetecisi Hikmet Feridun Es de bu gerçekten yola çıkarak, devrine damgasını vurmuş isimlerin bilinmeyen yönlerini, en yakınında olanlar, eşleri, çocukları, arkadaşlarından öğrenmiş. Sonuçta, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Hacı Arif Bey’e, Hamdi Bey’den Marko Paşa’ya birçok ismin hiç bilinmeyen yönlerini yansıtan, 587 sayfalık “Tanımadığımız Meşhurlar” adlı kitap ortaya çıkmış.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan kitabı okurken zaman zaman şaşırmamak mümkün değil. İşte Es’in kaleminden, bir anlamda yeniden keşfedilen isimlerden bazıları...
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hastalık hastasıydı, en büyük zevki örgüydü
Kimsenin sokakta ellerini eldivensiz olarak görmediği usta romancı, öldüğünde eşyası arasından 100’den fazla eldiven çıkmıştır. Birçokları bunu onun aşırı şıklığına verse de onun bu sırrı, onunla birlikte uzun yıllar yaşamış yeğeni Muzaffer şöyle anlatıyor: “Hayatta en korktuğu ve dikkat ettiği şey mikroptu. Evde iyi tanımadığı misafirler gelirse kendi odasının kapısını bile eliyle tutmazdı.” Yani eldiven merakı şık görünmek sevdasından değil, mikrop ve hastalık bulaşması korkusundandı.
Hüseyin Rahmi, son derece iyi örgü örmesini bilirdi. Hem de şiş ile değil, eski usulde tığ ile. Nakış modellerinden şekiller çıkarır, Avrupa’dan örgü modelleri getirtirdi. Gayet iyi yastık işlerdi. Mesela bir romana başlar, sayfalarca yazar, çok yorulurdu. Masadan kalkar, bir köşeye çekilir, tığını eline alır örmeye başlardı. Bütün eserlerini böyle dinlenerek bitirmişti.
Ayrıca üstat değme ev kadınlarına parmak ısırtacak derecede derin bir surette yemekten anlıyordu. Reçel yapmakta ise üstüne yoktu. Büyük edebiyat adamının muvaffak olduğu şeylerden biri de dondurmaydı. Bilhassa limonlu ve çilekli dondurmayı iyi yapardı.
Tevfik Fikret
Nezaketinde de hakaretinde de riyasızdı
Emsalsiz derecede nazik olan şair, karşısındakine hakaret etmek istediği zaman bunu perdelemeye hiç lüzum görmüyordu. Zira o nezaketinde de hakaretinde de riyasızdı. Mesela evine zamanın en meşhur şairlerinden biri gelirdi. Fikret misafiri kabul etmek istemezdi. Pencereden uzanıp ziyaretçiye seslenir “Tevfik Bey evde yok efendim.” Ve pencereyi hızla kapatırdı.
Fikret, gömleklerinin şekillerini kendi eliyle çizer ve bunları tarif üzerine eşi Nazire Hanım aynen dikerdi. Kadınları umacıya döndüren eski çarşaflara isyan etmişti. Kendisi bir kadın çarşafı icat etti. Pek küçük bir pelerin, arkadan uzun bir iğne ile tutturuluyor, bu iğneyi çıkarttınız mı çarşaf bir an içinde şık bir kostüm tayyör oluveriyordu. İlk defa Nazime Hanım’ın giydiği bu çarşaf, o zaman İstanbul’un kibar muhitlerinde derhal moda olmuştu.
En tiksindiği şey küfürdü. Oğlu Haluk küfür işitmesin, ahlakı bozulmasın diye sahilde oturdukları yalıdan çıkıp Hisar’ın dibinde bir köşke taşındı.
Sol tarafında kimseyi yürütmezdi
Arkadaşlarını sol tarafında yürütmezdi. Bu ne bir işitme arızası ne de bir nezaket meselesiydi. Ama arkadaşlarını daima sağda yürütürdü. Sebebini sorduklarında, kalbinin üstünü işaret ederek “Orada Nazime (eşi) var” derdi. 48 yaşında ölen Fikret tam manasıyla pehlivan yapılı bir insandı. Pazusunun üstünde ince demir çubukları kıvırdığını, parmakları arasında taş kırdığını yakınları görmüştü.
Marko Paşa
“Derdini Marko Paşa’ya anlat”
Şöhreti nesilden nesile aktarılan Marko Paşa’yı herkes Yahudi zannederdi, ama Yahudi değildi. Böyle zannedilmesinin iki nedeni vardı; biri Kuzguncuk’ta oturmasıydı. O vakitler Kuzguncuk tamamıyle Yahudi semtiydi. İkinci sebep de “Marko” ismiydi. Ama Marko Paşa Rum’du.
1882’de operatör Cemil Paşa, Gülhane Tıbbiyesi’nde talebe, Marko Paşa ise orada Mektep Nazırı idi. Cemil Topuzlu’dan, “Derdini Marko Paşa’ya anlat” cümlesinin nasıl çıktığını dinledim: “O zamanlar Tıbbiye mektebinde her sınıfta talebeden bir mümessil vardı. Muavin ismi ile talebe arasından bir onbaşı seçilirdi. Onbaşı her şeyle meşgul olurdu. Mektep nazırımız Marko Paşa idi. Ben de onbaşıydım. Bir gün arkadaşlarım “Yemekler fena çıkıyor. Git derdimizi Marko Paşa’ya anlat” dediler. Odasına gittim. Anlattım... Dinler gibi görünüyordu. Sözlerim bitince başını kaldırdı, “İyi oğlum anladım, amma ne söylüyorsunuz?” dedi. Şaşırmıştım. Üç kere anlattım aynı cevabı aldım. Sonradan öğrendim ki Marko Paşa’nın adeti budur. Karşısındakini dinler, “Anladım amma ne söylüyorsun” cevabını verirdi. Marko Paşa’ya dert anlatmak hakikaten pek mühim bir muvaffakiyetti. İşte “Derdini Marko Paşa’ya anlat” cümlesi buradan çıkmıştır. Bu sözü İstanbullulara öğreten tıbbiyelilerdir.”
Osman Hamdi Bey
Tabloları için en sevdiği modeli oğluydu
Tablolarında canlandıracağı şahısların giyinişlerini, oturuşlarını, el hareketlerini, bakışlarını önce bir kağıda yazardı. Tabloda modeline vereceği pozu kendi yapardı. Ve bilhassa o kılığa girer, pozu alır, resmi çektirirdi. Hamdi Bey hemen hemen bütün ailesini, tanıştığı resme gelir, simaları model seçerdi. Beğendiği modellerden biri de oğlu Ethem’di. Liverpool Müzesi’nde “Okuyan adam” tablosu için de model olarak onu almıştı. En iyi modellerinden biri de bizzat kendisidir.
Çocuk denecek yaşta Paris’e gitmişti. Çiçeğe çok düşkündü. Paris’e gelen bir dostundan “memleket mahsülünden bir tutam tohum getirmesini” istedi. Arkadaşı asma kabağı tohumu getirdi. Pencerenin önüne diktiği asma kabağı, süratle uzayıp öteki pencereye doğru ilerledi. Komşular bu acayip bitki karşısında ne yapacaklarını şaşırdı. Asma kabağının aşağı düşüp bir kaza çıkaracağını belirtip apartman kapıcısına, polise başvurdular. Mesele Hamdi Bey’e tebliğ edildi. Kabak da olgunlaşmıştı. Bir sabah Hamdi Bey sebzeyi koparıp aldı. Kapıcı kadını çağırdı. Ona yemeği nasıl pişireceğini tarif etti ve mahalleliye dağıttırdı. Yiyenler lezzetine tutulup bunu nereden tedarik edeceklerini sordular.
Hacı Arif Bey
Her şarkısı için bir mücevher hediye edilirdi
Zamanın en zarif adamıydı. Sarayda harem kapılarının ardına kadar kendine açıldığı tek erkekti: Kadınlara musuki dersi veriyordu. İkinci eşi Zülfü Nigar, haremin en ince kızı idi. Lâkin genç kadın, evlendikten sonra verem oldu. Arif Bey kendisinden uzaklaşan sevgili varlık için “Olmaz ilaç sine-i sadpareme/Çare bulunmaz bilirim yareme” şarkısını yaptı. Padişah Abdülaziz, Arif Bey’in bestelediği şarkılardan hoşuna giden her şarkı için bir elmas verirdi. Para düşkünü olmadığı halde bir gün musiki faslında kendisinden istenen bir şarkı için “Bu şarkılar altınla tartılırdı. Bu istenen eser de ancak bir altın kase gelirse söylenir” dedi. Abdülhamid “Söylesin” deyince “Olmaz” dedi ve o gece hapsedildi. Uzun günler hapiste kaldı.