Bir insan öldüğünde mahremiyeti ortadan kalkar mı? Özel hayatın gizliliği ilkesine uyma yükümlülüğünden kurtulur mu gazeteciler ve gazeteler ve televizyonlar? Bu soruları yönelten isim Mustafa Alp Bengi.
İşte Mehmet Gülbizi bizzat tanıyan Benginin konuya bütün detaylardan ve birinci elden getirdiği yaklaşım..
Mustafa Alp BENGİ
malpbengi@yahoo.co.uk
Bir insan öldüğünde mahremiyeti ortadan kalkar mı? Özel hayatın gizliliği ilkesine uyma yükümlülüğünden kurtulur mu gazeteciler ve gazeteler ve televizyonlar?
Türkiyede gazeteciler ve medya, özel hayatın mahremiyeti, kişi hakları, temel gazetecilik ilkeleri gibi düzenlemeleri ilk fırsatta kurtulunması gereken kısıtlamalar olarak görüyor. Leş kargaları gibi bekliyorlar ve o fırsat çıktığında üşüşüyorlar.
İranlı bir kız tarafından hunharca öldürülen fotoğrafçı Mehmet Gülbizle ilgili çıkan hikayeler tam da bu durumu yansıtıyor; özellikle Sabahın, Hürriyetin ve Kanal Dnin meseleyi ele alış biçimi.
Başı çeken, tabii ki, Savaş Aydı. Savaş Ay, iki gün arka arkaya bu cinayetin hikayesini yazdı. Pazartesi günü (7.2.2005) Sabahın birinci sayfasından Cinayeti yatak odasındaki fantezi kamerası çözdü başlığıyla verilen haber müsveddesinde iki şey gözümüze sokuluyor.
Bu iki şeyden ilki, haber müsveddesinin neredeyse üçte birini oluşturan giriş bölümündeki polis yalakalığı. İkincisi de, cinayet haberiyle ilgisi olmayan, iki kişi arasındaki mahrem ilişki; müstehcenlik.
Polis yalakalığında, cinayetle ilgilisi olmayan ayrıntılar var: İstanbul emniyet müdürünün Beyoğlu emniyet müdürüne En kısa zamanda bu işi aydınlatın diye talimat vermesi (Vermese aydınlatmayacaklar mı yani, işleri bu değil mi?), sonra Beyoğlu emniyet müdürünün en güvendiği amirlerini toplayıp Bu işi çözün diye talimat vermesi...
Polisin başarısını tartacak değilim, işlerini yaptılar ve kızı yakaladılar. Savaş Ayın anlatmadığı ya da bilmediği, aslında ilgilenmediği bir şey: Mehmet Gülbizin arkadaşları o kadar fazla bilgi, hatta delil ve hatta neredeyse adres verdiler ki, polisin kızı yakalayamaması başarı olurdu.
Ama biz Savaş Ayın başarısına ve fantezilerine dönelim... Tamamen hayali olan şu bilgileri nasıl usta bir gazeteci, hatta bir edebiyatçı gibi süslemiş, okuru olayın geçtiği atmosfere sokmuş bir bakalım: Aralarında kısa zamanda çılgın bir aşk başladı. (...) Sonra Acem ırkının bir timsali olabilecek düzeyde güzelliğe sahip Parisa Hollandalı bir gençle (boşanmış, iki çocuklu birinden bahsediyoruz, ne kadar genç, bilmiyorum ben de) tanıştı ve Mehmeti terketti ve Hollandalı gencin yanına yerleşti. Mehmet bunu haber alınca çok üzüldü, öfkeden deliye döndü. Tüm ısrarlarına rağmen kendisiyle görüşmek istemeyen Farisaya (Savaş Ay ısrarla Farisa diyor, ama kızın adı Parisa) sonradan hayatının hatası olacak bir rest çekti: Bana dön. Yoksa fotoğraflarını internet üzerinden bütün porno sitelerine dağıtırım...
Savaş Ay, katil olduğunu itiraf eden birinin iddialarını gerçekmiş gibi yazabilecek gazetecilik tıynetinde biri.
Birincisi, Mehmet Gülbiz, Parisaya çılgın bir aşkla bağlı değildi. Gülbiz, zaten asla kıskanç biri değildi ve Parisayla arasında da öyle güçlü bir duygusal ilişki yoktu. Parisa, Gülbize, Hollandalı adamla evleneceğini söylemişti. Gülbiz de, buna sevinmişti. Hatta, Gülbizin yakın arkadaşları Ayk Kökçü ile Mustafa Kalemcinin de bundan haberi vardı ve bir keresinde Kalemci, Parisaya Evleniyormuşsun, hepimiz çok sevindik, sonunda İrandan kurtulacaksın demişti.
Sabah gazetesi, Salı günü (8.2.2005) büyük bir gazetecilik etiği göstererek(!) iç sayfadaki yazılardan birinin spotuna İranlı sevgilinin iddiasına göre... diye bir ibare kondurmuş, başka hiçbir editoryal çaba sarfetmemiş. Nitekim, bu spotun altında Savaş Ay yine olayın gerçeğini ifşa etmeye devam ediyor. Tabii, yine yüklü dozda polis yalakalığıyla beraber. (Tekrar edeyim bari, polisin başarısının teslim edilmesine karşı değilim, ama kızın yakalanması, Savaş Ayın dediği gibi öyle büyük, hummalı bir çaba gerektirmiyor. Karmaşık bir olayla karşı karşıya değiliz. Polis işini yaptı, ama iş bitmedi; Parisanın bu cinayeti neden işlediğinin ortaya çıkarılması gerekiyor ve asıl zor olan da bu. Savaş Ayın her işinde olduğu gibi, sahte methiye düzmekten şelale olmuş salyaları, ister istemez polisin bu aşamaya kadarki çalışmasının normal, yapılması gereken ve hele usta polisler için zor olmayan bir iş olduğunun altını çizmeye itiyor beni. Savaş Ayın polislere bahşettiği iltifatlar, bana kalırsa, hakaret gibi. Şu düzeye bir bakın: Çelik yeleklerle donanmış polis amirlerinden bir grup ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4üncü kata çıkarken bir başka TİM evin arka tarafında herhangi bir kaçma girişimine karşı önlem almıştı. Savaş Ayın en yetenekli polis amirlerine bahşettiği zeka bu kadar işte: ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4üncü kata çıkmayı akıl etmek.
Hem Savaş Ayın düzeyini, hem de yine en yetenekli polislere layık gördüğü zeka düzeyini gösteren bir başka örnek de şu: O sırada kapıdaki konuşmaları duyan kız zaten oraya gelmiş ve başına geleceği anladığından kül gibi olmuştu. Polis amiri (...) kıza tek soru sordu önce: Mehmetten aldığın eşyalar burada mı? Bu çok önemli bir soruydu. Öldürdün mü, vurdun mu, kaçtın mı şeklinde değil, doğrudan kayıp eşyalar soruluyordu. Kız anladı ki polis herşeyi biliyor.)
Savaş Ay, Parisanın polislere Ceza olarak kafamı mı keseceksiniz diye sorduğunu yazıyor. Genç kız işlediği cinayetin sonunda kendisine kafe kesme cezası verileceğini sanmaktaydı diyor.
Ne zekice! Olsa olsa, Savaş Ay kızın böyle sandığını sanmakta. Savaş Ayın kendisinin de yazdığı gibi, Parisa, dünya görmüş kızı. Türkiyeye ilk kez gelmiyor. Evet, tabii ki, Türk Ceza Kunununu hatmetmiş olmasını, hadi diyelim, idam cezasının bile kaldırılmış olduğunu bilmesini beklemiyorum, ama bu ülkede, başka birçok ülkedeki gibi kafa kesme cezası olmadığını bal gibi biliyordur. Bilmemesi imkansız. Ayrıca, Parisanın memleketi İranda da kafa kesme cezası yok. Yani, aşina olduğu bir idam yöntemi bile değil bu.
Sabah Salı günü Savaş Ayın haber müsveddesini Öldüren poz başlığıyla bu sefer manşetten verdi. Gazetenin de, pek tabii ki, gazetecisinden farklı olmadığını gösteren bir şekilde.
Parisa ile Gülbizin çıplak pozlarını yayınlamanın hangi gazetecilik ilkesiyle alakası var? Tabii, biliyorum şimdi editörlerin ne diyeceğini: Kardeşim, cinayet nedeni bu pozlar; okura cinayet nedenini gösteriyorum.
Nitekim, altbaşlıkta Cinayet nedeni ise fantezi için birlikte çekilen çıplak pozlar deniyor.
Gelgelelim, Savaş Ayın haber müsveddesinde, cinayet nedeninin birlikte çekilen çıplak pozlar olduğu söylenmiyor ki. Savaş Ayın aktardığına göre, Parisa ifadesinde, Çıplak fotoğraflarımı internette yayınladı, İranda ölüm emrimin çıkmasına neden olacaktı diyor.
Parisanın fotoğraflarının internette yayınlandığı da doğru değil. Ayrıca, en azından bu olayla yakından ilgilenen gazetelerimizin ve gazetecilerimizin gösterdiği gazetecilik çabasını da ölçebileceğiniz bir şey daha: Mehmeti, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiği için öldürdüğünü iddia eden Parisanın, Mehmetle tanışmadan çok önce taa Ocak 2003te internette yayınlanan çıplak fotoğrafları var. Hürriyet ve özellikle Savaş Ay ve canlandırmalarla Savaş Ay hikayesini yeniden üreten televizyonlar gazetecilik için asgari bir savaş verseydi bu bilgiye ulaşacaktı. Ama onlar olayın sebebinin, gerçeğin, haberin peşinde değil, ahlak düşkünlüğünden yararlanmanın, müstehcen olanı abartıp göze sokmanın ve buradan parsa toplamanın peşinde.
İkincisi, her cinayet nedenini ya da bir haberin her unsurunu bu şekilde pervasızca sergileyemezsiniz. Bunun ille de bir cinayet haberi olması gerekmiyor. İzmir, Urlada Barbaros Çocuk Köyünde yaşanan tecavüz haberini vermek için de (elinizde varsa bile) tecavüz görüntülerini veya o çocukların görüntülerini yayınlayabilir misiniz?
Aynı şey, Hürriyet gazetesi (8.2.2005) için de geçerli. Savaş Ay gibi gazeteciden mahrum olma eksikliğini editoryal çabayla kapatmış onlar da. Sürmanşetten verdikleri haberin başlığı şu: Cinayet kaseti bu sahneyle başlıyor. Altta da Mehmet Gülbizle Parisanın çıplak fotoğrafı var.
Cinayet kasetinin hangi sahneyle başladığının cinayetle ne ilgisi var! Ne hakla bu fotoğrafı yayınlayabilirsiniz! Hürriyet gazetesi, tabii ki, Sabaha fark atmış, bir dizi ayrıntıyı anlatmış. Trajik bir cinayet olayında faille maktulün cinsel ilişkilerinin ayrıntıları kimi ne ilgilendirir. Ön sevişmenin kaç dakika sürdüğü, sonra kaç dakika seviştikleri gibi ayrıntılar.
Sabahla Hürriyetin yayınladığı Parisanın ifadelerinde farklar ve çelişkiler var; oraya girmiyorum, polisin, savcının işi o ve mahkemeyi göreceğiz...
Ama polise tekrar dönelim. Bu fotoğrafları polisten başkası vermedi Savaş Aya ve Hürriyete. Türkiyede medya ilke milke tanımaz pek. Belkemiği yoktur. Artık biliyoruz, bütün kurumlarımız, toplumun bütün kesimleri aynı durumda: çürümüş.
Hiç dalkavukluk yapmayalım, halk dediğimiz kitle de çürümüş; çürümese yaşayamazdı bu ortamda, bir şey yapardı, isyan ederdi, zaten bu kadar çürüme olamazdı o zaman. Gazete okuru, televizyon seyircisi, okudukları ve seyrettikleri bu yayın organlarının da azdırmasıyla müstehcene teşne vaziyette. Olay ne olursa olsun, ne kadar trajik olursa olsun müstehcenin müşterisi var. Medya da bunu biliyor. Biri gazı veriyor, öbürü de o gazla mest...
Bu fotoğrafları ve aslında ifadeyi de medya çöplüğüne teslim eden polisle gazetecilerin işbirliği sayesinde Mehmet Gülbiz ölümü haketmiş, seks manyağı olarak bu okuyucu ve seyirci kütlesinin önüne atılmış oldu. Cevap veremeyecek bir haldeyken.
Ve Mehmeti öldüren Parisa da, neredeyse mazlum, namusunu korumaya çalışan biri olup çıkıverdi. Parisayı sorgulayan polislerden biri, Gülbizin yakın arkadaşlarına Bunca yıldır yüzlerce cinayet vakası gördüm, bu kadar soğukkanlı birine hiç rastlamadım dedi. Parisa o kadar soğukkanlıydı ki, cinayeti işlediği gece Mehmet Gülbizin şifresiyle internete girip insanlarla sohbet etti.
Hatta, cinayetten bir gece sonra, Cumartesiyi Pazara bağlayan gece 02.24te Mehmet Gülbizin en yakın arkadaşlarından Mustafa Kalemciye şu mesajı attı:
hi dear
> sorry to interuppt you but i have a problem contacting mehmet
> he wanted to invite me this sat he told me that he will call me to
> meet for dinner but no response yet & he is not answering his sms &
> offlines !i didn;t do anything that he is angry with mecan u ask
> him what happened
> thanx
(Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama Mehmete ulaşamıyorum. Bu Cumartesi beni davet etmişti, akşam yemeği için beni arayacağını söylemişti, fakat hiç ses yok ve SMSlerine ve mesaj hattına da cevap vermiyor. Onu kızdıracak hiçbir şey yapmadım. Ne olduğunu ona sorabilir misin?)
Savaş Ayın sanat fotoğrafçısı olarak tanıttığı Mehmet Gülbiz, kendini uluslararası alanda kanıtlamış, (Türkler bilmese ve değer vermese de) bilinen, çalışkan, yetenekli, işinde sürekli arayış içinde olan bir fotoğrafçı, gazeteci, photojournalistti.
Nedense medyamız Mehmet Gülbizin gazeteci olduğunu söylemekten kaçınıyor. Mehmeti sırf cinsel fantezileri var diye manyak derekesine indirdikleri için şimdi Mehmetin gazeteci olduğunu teslim etmek istemiyorlar.
Bu gazeteciler, gazeteler ve televizyonlar sadece Mehmet Gülbizi ikinci kez katletmekle kalmadılar, genellikle yaptıkları bir şeyi bir kere daha yapıp gazeteciliği de bir kere daha katlettiler.
Vahim olan, bu katliamın sadece gazetecileri ve Mehmet Gülbizi değil herkesi ilgilendirmesi, ama kimsenin oralı olmaması.
SANSURSUZ.COM
Yayın Tarihi :
11 Şubat 2005 Cuma 20:47:29
Güncelleme :11 Şubat 2005 Cuma 23:55:35