28
Mayıs
2024
Salı
ANASAYFA

Şu uçak kaçırma işi

Biliyorsunuz; birkaç gün önce, Tiran – İstanbul seferini yapan Türk Hava Yoları’na ait Çanakkale uçağı, kalkışından on dakika sonra, Hasan Ekinci adlı askerlik karşıtı tarafından kaçırıldı. Uçak, Yunan savaş uçakları tarafından İtalya’ya yönlendirildi ve İtalya’ya inmeye zorlandı. Eyleminden dolayı yolculardan özür dileyen askerlik karşıtı hava korsanı, İtalya’dan sığınma isteminde bulunduysa da kabul görmedi.

Bu arada, Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in “Bakan” olarak başında bulunduğu Adalet Bakanlığı, bir küçük yanlışlıktan dolayı, yolculardan birini, ikinci hava korsanı ilan etti. Dünya üstümüze güldü.

Bu güldürüş; askerlik karşıtı hava korsanı Hakan Ekinci’nin, teslim olduktan sonra pişkin pişkin sırıtmasını dahi gölgede bıraktı.

Ama; bunu da gölgede bırakan bir olay yaşandı: THY Genel Müdürü Temel Kotil, kaçırılış biçimi çok komik olan uçağın personelini kutladı ve onları ödüllendireceğini açıkladı!

Hava korsanı askerlik karşıtının her dediğini aynen yerine getiren uçak personeli, kutlamayı ve ödüllendirmeyi hak eden ne yapmıştı?!.

Öyleyse; THY Genel Müdürü Temel Kotil, İtalya’ya varıp, kimsenin burnu dahi kanamadan uçak kaçırma eylemini gerçekleştirdiği için hava korsanı askerlik karşıtı Hakan Ekinci efendiyi de kutlamalıydı ve ödüllendirmeliydi…

Ha… İtalya’ya gidip yapamadıysa, sığınma istemi İtalyanlar tarafından ret edilen hava korsanı askerlik karşıtı, Türkiye’ye getirildiğinde yapsın…

Hatta; kutlama ve ödüllendirmeye, hükümet adına, Hükümet sözcüsü Adalet Bakanı Cemil Çiçek de katılsın…

Katılmakla kalmasın, hava korsanını alnından öpsün, ödüllendirsin…

Neden mi?

Komutanlardan sonra, Cumhurbaşkanı’nın ve Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarıyla kilitlenen gündemi değiştirdiği/altüst ettiği, hükümeti sıkıntıdan ve sıkıştığı köşeden kurtardığı için…

Ben şu uçak kaçırma işinden, bunlardan başka bir şey anlamadım da…


*

UYANIK MALİYE BAKANI’NI SOMALİLER DOLANDIRDI

Belki bugün gazetelerden okuyacaksınız ya da okudunuz. Dün internet gazeteciliği yapan sitelerde ANKA Ajansı imzalı bir haber dolaştı. Haberi, Kent Haber de, “Unakıtan’ı kimler dolandırdı?” başlığıyla verdi.

Kendi içinde kara mizah içeren haber şöyleydi:

“Kendilerini Somali Merkez Bankası Başkanı, Somali’de iş yapan bir Türk işadamı ve Türkiye'nin Somali Büyükelçisi olarak tanıtan üç kişinin Ankara'da resmi temaslarda bulunduğu, bu kişilerin dolandırıcı olduğunun Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’la görüşmelerinden sonra anlaşıldığı iddia edildi. Unakıtan’ın, konuyla ilgili soru yönelten gazetecilere “Merkez Bankası’ndan mı öğrendiniz?” diye sorması dikkat çekti.
CNN Türk internet sitesinde yer alan ve kulis bilgilerine dayanan habere göre, dolandırıcı heyet geçtiğimiz günlerde Maliye Bakanlığı’ndan randevu aldı. Heyet, Bakan Unakıtan’la yaklaşık bir saat görüştü. Unakıtan, görüşme sürerken Merkez Bankası’na ulaştı ve konuk heyete Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’dan randevu verilmesini istedi.
Heyet, Unakıtan'la görüşmesinin ardından Merkez Bankası'nın yolunu tuttu. Başkan Yılmaz’la da yaklaşık bir saat süren görüşme yapan heyetin ayrılmasından birkaç saat sonra bankaya Maliye Bakanlığı’ndan bir uyarı geldi. Uyarı yazısında Bakanlık, Somali Merkez Bankası Başkanı, Türk Büyükelçi ve işadamı olduklarını iddia eden üç kişiye randevu verilmemesi istendi. Yazıda bu kişilerin bakanlığı yanıltarak Bakan Unakıtan’la görüştüğü de bildirilince, olayın bir tür dolandırıcılık olduğu anlaşıldı.
TBMM Plan Bütçe Komisyonu'ndaki çalışmaların ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Unakıtan, görüşmeyle ilgili net konuşmaktan kaçındı. Bakan, gazetecilere "Merkez Bankası'ndan mı duydunuz?" diye sordu. Unakıtan, Merkez Bankası’yla iletişiminin ardından basına doğru bilgiyi aktaracağını söyledi.
Dolandırıcı heyetin akıbeti ise belirsizliğini koruyor.”

“Türkiye’nin uyanık geçinen Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, başına gelen bu olaydan sonra uyanık geçinmeye kalacağını ve uyanıklık yapmaya çalışacağını ummuyorum” demeyi çok isterdim ama gene ağzı dudaklarına gidecek, yüzünü ıslatan Nisan yağmurlarının kardeşi Ekim yağmurlarını silecek, Türk halkına vergi kazıklarını atma yolundaki uyanıklığını sürdürecek…

Ağırıma giden; Türk halkını, vergi kazıklarına oturtan uyanık Maliye Bakanı Unakıtan’ın, dünyanın gericilikte ve geri kalmışlıkta bilmem kaçıncı sıradaki ülkesi Somali’nin kuş beyinli dolandırıcıları tarafından dolandırılmasıdır. Bu kadar da olmaz ki! Maliye Bakanı’nın uyanıklığı biz de mi tutuyor?..

Ne yalan söyleyeyim, Somalili dolandırıcıların çok kolayca dolandırılan bir Maliye Bakanı’na sahip olmak ve o Maliye Bakanı’nı tarafından vergi kazıklarına oturtulmak ağırıma gidiyor.

Perde gerisindeki Maliye Bakanı eşi Ahsen Unakıtan Hanımefendiden yardım mı dilensek?!

O da, kentte oturmanın bedelini, kentte oturanlara ödetecek belediye vergilerinin hazırlanmasıyla meşgul!..


*

HOPPALA ERKAN MUMCU

Size, bugün (3 Ekim 2006 Salı) partisinin TBMM grup toplantısında konuşan Anavatan Partisi’nin Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun konuşma metninin tamamını sunacağım. Noktası, virgülüne dahi dokunmayacağım.

Okuduğunuzda, bana hak vereceksiniz: Dört dörtlük bir siyasi gülmece…

Ben çok güldüm. Sizi bilemem…

Yalnız sizden iki küçük ricam olacak. Birincisi; her sözcüğünü, her tümcesini, her paragrafını okuduğunuzda, “Hoppala Erkan Mumcu” deyip durmayın. İkincisi de; ağzında ıslatıp durduğu baklayı çıkarmaya kalkışmayın ama anlayın… Anlayacağınız, size, askerlerin ve Cumhurbaşkanı’nın altını çizerek vurguladıkları sözcüğü anımsatacaktır.

Hadi ben söylemeyeyim, ayıp olur.

İşte siyasetin mum gibi eriyeni hoppala Erkan Mumcu’nun, siyasi gülmece içeriğindeki konuşmasının tam metni:





Değerli arkadaşlarım çok değerli milletvekili arkadaşlarım sevgili Anavatan Partililer, değerli basın mensupları sözlerime başlarken sizleri yeniden saygı ve sevgilerimle selamlıyorum. Ve yeni yasama yılının bir kez daha ülkemiz için, milletimiz için, demokrasimiz için hayırlı uğurlu olmasını diliyorum. Milletimize hayırlı hizmetlere vesile olacak bir yasama yılı yaşamayı rabbimiz bize nasip etsin. Tabii ki bu iyi dileklerle başladığımız bu dönem aslında o kadar da parlak umutlar vadeden bir dönem olarak ne yazık ki gözükmüyor. Buradan yapmak istediğimiz şey milletimize bir karamsarlık telkin etmek değil. Hele hele herkesin korkutmaktan medet umduğu bir dönemde millete korku vermek, milleti korkutmak, içine büzülen, korkulan, sürekli korkularla, endişelerle bölünmekten korkarak, parçalanmaktan korkarak halkın bir kesiminin diğer bir kesimine düşman olacağından korkarak, cumhuriyetin elden gideceğinden, laikliğin elden gideceğinden veya dinin elden gideceğinden korkarak veya korkutularak içine büzülmüş ve özgüvenini yitirmiş dolayısıyla rekabet etme, meydan okuma, yarışma, ilerleme enerjisini, heyecanını, gücünü kaybetmiş bir millete yeni korkular telkin etmek için yokuz biz. Bizim varlık sebebimiz millete özgüven vermek. Bizim varoluş sebebimiz bu. Tabii ki orta sorular var. Herkes bir takım dertlerden bahsediyor, herkes bir yerde bir sancının, ağrının varlığından bahsediyor. Evet karın bölgesinde bir ağrı var ama bu ülser ağrısı mı? Kanser ağrısı mı? Apandisit ağrısı mı? Gaz sancısı mı? Herkesin biri diğerinden değişik yorumları var. Önce şunu söyleyeyim devlet idaresi refleks gösterilerek yapılacak bir iş değildir.


Devlet reflekslerle yönetilmez, devlet akılla yönetilir, devlet sağduyu ile yönetilir, devlet izanla yönetilir ve nihayet devlet vicdanla yönetilir. Refleks göstererek, saf tutarak, kamp kurarak ve milleti kamplaşmaya sevk ederek; milleti toplumu bir takım korkularla, bir takım kamplara doğru ittirerek devlet yönetilmez, ülke yönetilmez. Son zamanlarda açık, hazırlanılmış, planlanılmış bir polemik savaşı adeta bir beyan savaşları yaşıyoruz. Taammüden beyan savaşları, taammüt edilmiş beyanları var. Bize şöyle öğrettiler: Daha ilkokulda gördüğümüz yurttaşlık bilgisi derslerimizde demokrasi bir kurallar ve kurumlar rejimidir. Kurallarının işlemediğini, kurumların çalışmadığını, kurallar ve kurumlar arasında ilişki ve iletişimin belirli bir biçimde yürütülemediğini kim söylüyor? Ülkenin Genelkurmay Başkanı. Kim söylüyor? Ülkenin Cumhurbaşkanı. Kim söylüyor? Ülkenin Başbakanı.Hepsi şikayet ediyorlar. Peki vatandaş ne yapsın? Kim neden şikayet ediyor? Bunun adını bir koyalım. Neden bahsettiğimizi bir bilelim. Kimse karnından konuşmasın. Nedir bu şifrelerle konuşma? Nedir bu imalarla konuşma? Nedir bu ‘gözüme bakarsınız anlarsınız’ edebiyatı? Yani bir ülkenin yöneticileri bir milletin seçtiği ve bir milletin kaderini emanet ettiği insanlar, seçtiği, görevlendirdiği en üst düzey sorumlulukları paylaştırdığı insanlar birbirleriyle ve toplumlarıyla ima yoluyla mı konuşacaklar? Nedir açık konuşamadığınız şey? Nedir açıkça söyleyemediğiniz şey? Nedir bu karın gurultusunun sebebi?

Şimdi bir tartışmadır aldı yürüyor. ‘Türkiye’de irtica var mıdır yok mudur?” Başka bir tartışma Türkiye’de laikliğin önemi üzerinden yürütülmeye çalışılıyor. Biz baştan kendi durduğumuz yeri söyleyelim. Net, açık seçik söyleyelim. Herkes bilsin hiç kimsenin de bir tereddüdü kalmasın. Biz bu devletin Anayasada tarif edilen 4 temel ilke üzerine kurulu bir Cumhuriyet olduğuna inanıyoruz. Ve bu 4 temel ilkeden birinin diğerine feda edilmeyecek kadar önemli ve değerli olduğunu, biri olmazsa diğerinin olamayacağı kadar her birinin değerli ve önemli olduğunu düşünüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Adını koyalım. Bu ülke, bu cumhuriyet tek başına bir laik cumhuriyet değildir. Tek başına demokratik bir cumhuriyet de değildir, tek başına bir sosyal devlette değildir, tek başına bir hukuk devleti de değildir. Bunların hepsi bir arada ve biri olmadan asla olamayacak kadar önemli olarak bir aradadır. Bunun adını net koyalım. Bunlardan biri adına diğerinden fedakarlık etmemizi kimse bizden istemesin, beklemesin. Evet Sayın Cumhurbaşkanının sözüne katılıyoruz. Laikliğin bir tanımının yapılmasına aslında çok da gerek yok. Ama Cumhurbaşkanımız aynı konuşmasında adeta bu tanımı zorunlu kılacak sözlerde ve yorumlarda bulunuyor. Diyor ki; “Laiklik adına gerekirse temel hak ve özgürlüklerden kısıtlamalarda yapılabilir” Hopbala. Çok özür diliyorum. Okumuş yazmış, eli kitaba kaleme değmiş herkese sesleniyorum. Dünyanın neresinde laiklik adına teme insanl hak ve özgürlüklerinin kısıtlanabileceğinden söz edilmiştir. Bu laikliği biz mi icat ettik? Bu laiklik batı uygarlığının icadı dolayısıyla bunu bizden daha ileri, dolayısıyla bunu bizden daha düzeyli bir şekilde yaşatan demokrasiler var.


Açık konuşalım. Eğer bu yorum yapılmamış olsa ben de aynı şeyi söyleyeceğim. Evet laiklik son derece önemlidir. Hayati derecede önemlidir. Olmazsa olmaz denecek kadar önemlidir. Tam da tersi nedenle insanlar istedikleri gibi inansınlar. İstedikleri gibi inanmak demek istediği gibi inanmak demektir. İnandığı gibi inanmak, inandığı gibi ibadet etmek demektir. Birinin söylediği, birinin tarif ettiği, birinin gösterdiği gibi inanmaya ya da inanmaya mecbur bırakılmamaktır. Yani devletin din karşısında mesafeli durup herhangi bir din telakkisiyle hukukunu düzenlemeyip bütün inançlar, bütün inanma biçimleri, bütün ibadet biçimleri karşısında eşit, yansız, tarafsız durabilmesi tutumudur laiklik. Yani laiklik kişinin temel hak ve özgürlüklerinden bir kısıtlamayı değil, tam anlamıyla temel hak ve özgürlüklerini doya doya özgürce, kimsenin baskısı altında kalmadan kullanmak demektir. Laiklik budur. Laikliği millete doğru anlatmadığınız zaman laikliği milletin gündelik hayatında içine sindire sindire yaşayabildiği bir değer olmaktan çıkarmak yönünde ne yazık ki kastettiğinizin de dışında kastetmeden de zararlar veriyorsunuz. Bunu görün artık. Bunu görün. Bu ülkede laiklik-irtica tartışmalarının, bu ülkede bu tartışmaların kışkırtılmış olmasının bu ülkeye bu hükümete armağan ettiğini görün artık. Bugün bu ülkede son derece adaletsiz bir biçimde, hukuksuz bir biçimde bir tek parti hatta bir parti devleti uygulamalarına tanık oluyorsak bunun arkasındaki süreçleri anlayın artık.


Muhtar bile olmasına izin vermediklerinizin günün birinde selam durmaya mecbur olduğunuz Başbakanlar olarak karşınıza çıkacağınızı görün. Milletle inatlaşmayın, demokrasiyle inatlaşmayın. Anlayın. Hatalarınızı, yanlışlarınızı görün. Ve aynı yanlışlarla aynı şeyleri tekrar edip durmayın. Bu ülkeye 28 Şubat psikolojisine benzer bir psikolojiyi yeniden hatırlatacak her şey bu ülkede ne laikliğin, ne demokrasinin ne cumhuriyetin lehine olmayacaktır. Milli irade ile inatlaşmayın, milletle inatlaşmayın. Herkes demokrasinin, hukukun çizdiği yerde dursun. Herkes görevini bilsin. Çok net olarak söylüyorum herkes de bilsin bunu. Bu ülke tarihinin hiçbir devresinde iddia ediyorum aksini söyleyebilecek ilim adamı, bilim adamı, siyasetçi kim varsa çıksın meydana. Tarihinin hiçbir devresinde cumhuriyet döneminde olduğu gibi dinini özgürce idrak edebilir, yaşayabilir olmamıştır. Yani şunu diyorum. Tarihimizin hiçbir devresinde cumhuriyette olduğu kadar Müslüman olmadık, olamadık. Bize Müslümanlığımızı doyasıya yaşama konforunu, doyasıya yaşama, doyasıya anlama, hissetme özgürlüğünü cumhuriyet verdi. Bunu anlayın. Millet bunun farkında bu ülkenin camilerinin yüzde 80, yüzde 90’ı cumhuriyetin eseri. En ücra köyde, mezrada cami, din görevlisi varsa bu cumhuriyetin eseri. Cuma namazı kılınıyorsa bugün köylerde bu yüzyıl önce, 80 yıl önce, 70 yıl önce olan bir şey değildi. Bunu bu cumhuriyet yaptı. Bu memleketin bütün çocukları fakir fukara devlet okullarında ücretsiz okuyabilme imkanını bulabiliyorlarsa, oralarda din dersleri alabilme imkanını bulabiliyorlarsa bu cumhuriyetin eseri, bu laikliğin eseri. Milletimiz bunun farkında. Milletimiz dinini de seviyor, cumhuriyetini de seviyor. Ama birileri bir irtica tartışmasının içinde ne dedikleri belli değil. “Birisi irtica büyük bir tehdittir vardır” diyor birisi “yoktur” diyor. Kim söylüyor? Genelkurmay Başkanı ve Başbakan. Hem de ne zaman devletin gücüne özellikle terörle mücadele dolayısıyla en fazla atıfta bulunulduğu bir dönemde. Allah’ınızı severseniz şimdi bu ülkeyi bölmeyi hesap etmiş hatta bu ülkenin ‘bölüneceğini’ mutasavver tasarlanmış haritalarla dünyaya ilan eden birilerinin varolduğu bir dönemde bu memlekete dışardan bakanlar veya bu memleketin ücra bir köşesinden, kasabasından, köyünden bir köşesinden bakan adam ne görüyor? “Bu nasıl devlet gücüdür” demiyor mu? Demiyor mu? Elbette diyor. Biraz milletin baktığı yerden bakmayı öğrenin beyler. Öyle örtülü falan konuşmayın meselenin aslını açık seçik söyleyin. Meselenin aslı Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Kim kimden neyi saklamaya çalışıyor? Cumhurbaşkanımız da zaten Meclis’te yaptığı açılış konuşmasında bunu açıkça ortaya koydu. Dedi ki; “Cumhurbaşkanlığı rejimin bir denge mekanizmasıdır. Denge merkezidir. Önemlidir. Ve bu konu rejimin sağlığı ve geleceği açısından son derece önemli bir konudur”


Söyleyeceğini söyledi. Tartışmanın kökeninde yatan şey budur. Ne demeye çalışıyorsunuz? Şunu demeye çalışıyorsunuz; “Bu meclis bu çoğunluğuyla Cumhurbaşkanı seçmesin.” Ya nasıl olsun? Ha onu söyleyemiyorsunuz. Niye? “Halk seçsin” demeye diliniz varmıyor. Çünkü rejimi millete bir türlü emanet edemiyorsunuz. Cumhuriyet cumhurun rejimi olarak kuruldu beyefendiler. Bu cumhuriyeti kuran Atatürk’ün bize gösterdiği iki temel ilke, hedef vardı: cumhuriyet dediğiniz şey iki cümle; istiklal-i tamiye, hakimiyet-i milliye. Bu kadar, bu kadar. Uzatmayın. Yani neymiş o? Tam bağımsızlık, bağımsız bir devlet olacaksınız. İki hakimiyet-i milliye, millet egemenliğinde bir devlet olacaksınız. Halkın egemenliğinde bir devlet olacaksınız. Hanedan ve onun iktidarını paylaştığı bir saltanat modeli içinde değil, demokratik bir cumhuriyet modeli içinde, yani milletin iradesiyle idare olunacaksınız. Budur cumhuriyet. Cumhuriyet budur. Şimdi cumhuriyet bu iken bakalım manzaraya; bu ülkenin tam bağımsız bir ülke olduğunu söylemek mümkün mü? Ey millet, kardeşlerim, sesimi duyan insanlar elinizi vicdanınıza koyun. Bir ülkede ülke başbakanının yurtdışında, ABD’de yapacağı bir görüşme günler öncesinden, bu ülkenin en temel meselelerinden birisi olan bölücülük ve terör konusunun bu kadar önemli hale geldiği, bu kadar tek gündem haline getirildiği bir konu oluyorsa bu ülkenin tam bağımsız bir ülke olduğundan söz etmek mümkün olabilir mi? ABD ile terör konuşuyoruz.


Biz konuşuyoruz da onların bizi dinleyip dinlemediği çok belli değil. Burada da şifreleri apaçık çözelim. Apaçık konuşalım. Neden korkuyorsunuz? Siz söylemeseniz de millet görüyor. Tablo şudur, manzara şudur; ABD’nin önceliği Irak’ta oluşturduğu tampon rejimin güvenliği ve sürdürülebilirliğidir. Eğer bu noktada onun Ortadoğu planlarına uygun olarak tasarladığı Irak planlamasına, Türkiye hizmet edecekse Türkiye’nin bu oyunda bir yeri vardır. Bu noktada da PKK’nın bir biçimde, tamamen ortadan kaldırılması değil, dönüştürülmesi söz konusu edilecektir. Bunu bir buçuk yıl önce apaçık, gazetelerde de yer aldığı biçimde size ilan etmedik mi sürecin nasıl olacağını? Demedik mi “olacak olan budur.” Şu anda aranan şey özellikle Kuzey Irak’a hamilik yapabilecek bir Türkiye rolüdür. Budur. ABD’nin stratejik ortaklıktan anladığı ve baktığı nokta burasıdır ve kendisi açısından da doğaldır. Hiçbir ülke kendi çıkarlarını gözetmesi dolayısıyla suçlanamaz. Hiçbir ülkenin yöneticisi de… Yada en azından suçlamanın bir anlamı yok. Siz kendi çıkarlarınızı korumak için ne yapıyorsunuz? Oraya bakın. Bir saat kırk dakikalık görüşmenin, yada ne kadar sürdüyse bilmiyorum, bir saat kırk, bir saat elli dakikalık görüşmeden çıkan bir tek söz yok. Bir tek söz yok. Ne var? Gözlerinde kararlılığı görmüş sayın başbakan. Ne mutlu bize. Ne mutlu bize. Ve sayın başbakanın terör konusunda umudu artmış. Terör, PKK’yla mücadele konusunda umudu artmış. Demek ki umudunu yitirmişmiş. Buradan çıkan anlam bu.

Yani alıştılar “gözüme bak anla” tarzında ima siyasetine, göz kırpa siyasetine orada da bu işler böyle yürüyor zannediyorlar. Halbuki adam apaçık söylüyor, ABD Başkanı apaçık söylüyor. Tutanakları yayınlanmış işte kısmen. Başbakan Irak konusunda Türkiye’nin verdiği desteğin öneminin altını çizerken, en büyük lojistik desteği; siyasi desteği sağladığını, fedakarlıkta bulunduğunu söylerken diyor ki, “En çok insan kaybeden ülke biziz” diyor. Yani bölgeye lojistik destek sağlayan şoförlerimizin hayat kaybından bahsederek bu esnada ABD Başkanı elini uzatıp dizine vurarak “işte stratejik ortaklık böyle bir şeydir. İyi bir stratejik ortak böyle olunur.” Soruyorum size şimdi ey millet bu sizin içinize siniyor mu? Bu sizin içinize siniyor mu? Bunun ‘büyük bir başarı, büyük bir zafer’ gibi gösterilmesi sizin içinize siniyor mu? Tek kelime bile PKK ile mücadelede ortaklıktan söz edilmemiş olması sizin içinize siniyor mu? Ben memnun oldum. Şunun için memnun oldum: Ülkelerin kendi bütünlüklerini, kendi güvenliklerini başkalarına ihale ederek, başkalarıyla pazarlık konusu ederek sağlayamayacaklarını belki böylelikle bu ülkenin hükümeti, bu ülkenin siyasetçileri, bu ülkenin yöneticileri net bir biçimde görmüş olurlar. İnşallah görmüş olurlar. Oraya bu dosyayı götürmeniz abes.


Ben bir şifre daha çözeyim size. Niye başkanın görüşmesinde bu konu ele alınmadı? Çünkü başka bir görüşmede bir zarf daha verilecek. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’da görmesi istenilen işlevi görecek kurum siyaset değil. Dolayısıyla Türkiye’de onların beklediği işlevi görecek kurum kim ise eğer bir destek veya bir taviz verilecekse, eğer içinde bir şeyler bulunan bir zarf açılacaksa o Genelkurmay Başkanının ziyaretinde açılacak. Ben söyleyeyim size hiç yormayın kendinizi, hiç imayla falan konuşmayın. Tam bağımsız bir ülke böyle bir ülke olabilir mi? Bakın ben size tam bağımsız bir ülkenin nasıl olacağını söyleyeyim. Tam bağımsız bir ülke milli ekonomisi, sağlam bir milli ekonomisi olan bir ülkedir.


Bu ülkede ekonomide her şey ama her şey yabancıların insafına terk edilmiş durumda. Öngörülen enflasyonun 4 katı kadar faizle, hem de ihtiyacı olmadığı kadar borçlanan bir ekonomi yönetimiyle karşı karşıyayız. 2007-2008 yılları için Türkiye’nin öngördüğü enflasyon yüzde 4. Ama şimdi 2008 vadeli kağıtlara ödediğimiz para, hazine ihalelerine ödediğimiz para yüzde 21. Yani enflasyon oranını da katarsanız 5 katından daha fazla. Enflasyonun 5 katından daha fazla. Yıllık enflasyonun 5 katından daha fazla faiz veriyorsunuz. Dünyanın en pahalı borçlanan ülkesi olmuşsunuz ve Gayri Safi Milli Hasılanıza göre cari açığınız dünya rekoru kırmış. Dış borç stokunuz üç yılda ikiye katlanmış. Ülke kaderini tamamen yabancı sermayenin insafına terk etmiş. Onun için Başbakan uyanıklık yapıp, Genelkurmay Başkanına gözdağı veriyor. Bunun neresi demokrasi Allah aşkına! Diyor ki: “Konuşmalarınıza dikkat edin, bundan ekonomi zarar görür.” Bu düpedüz şantajdır. Bu düpedüz şantajdır. “Ekonomide bir şey olursa günahı sizden bilinir.” diyor. Bunun anlamı budur. Benim kimseden korkacak, çekinecek bir şeyim yok. Açık seçik, bütün şifreleri milletin anlayacağı bir dilde milletin önüne koymaktır benim vazifem. Çünkü ben bu milletin çocuğuyum. Ben bu ülkenin çocuğuyum. Bakar mısınız şu ayıba bakar mısınız! Demokrasi hiç umurunda değil. Yani böyle bir başbakanlık yapılabilir mi? Şimdi demokratik muhalefeti temsil eden bir muhalefet partisi genel başkanı olarak ben ne yapayım arkadaşlar? Ne yapayım? Aynı kişiliksizliği, aynı kimliksizliği, aynı omurgasızlığı 28 Şubat sürecinde de aynı biçimde gösteren bu adamların yanında mı durayım, karşısında mı durayım? Bu adamların yanında dursam demokrasiye kıyamam. Karşısında dursam elde dursam elle tutulur, inanılır bir tarafları yok, demokrasiye zerre kadar inançları yok, saygıları yok, sadakatleri yok, omurgaları yok.

“Aman ekonomi zarar görür.” Hani şu Anayasa fırlatmasında kriz olmuştu ya. Adama demezler mi: “Kardeşim eğer bir kıvılcımla patlayacaksa bu, bunu bir kıvılcımla patlayacak hale getirinceye kadar sen neredeydin?” İktidarının beşinci yılındasın. Ülkede cari açık patlamış gidiyor. Memura 4 veriyorsunuz, gerçekleşen enflasyonun 1 puan altında veriyorsunuz ki memurun ihtiyacı olan şeyler bakımından enflasyon çok daha yüksektir. Hayati ihtiyacı bakımından enflasyon; kiraları, enerji fiyatları, haberleşme fiyatlarına, telefon vs. baktığınız zaman, özel tüketim vergileriyle alınanlara baktığınız zaman memurun hayatındaki enflasyon yüzde 15’in üstünde. Memura, işçiye, emekliye 4 vereceksin, ama beş kuruş vergi vermeyen, verginin adından söz ettiğin anda kriz planlayan sermayeye bunun 5 katını cömertçe vereceksin. Hem de ihtiyacın olmadığı kadar borçlanarak. Çünkü vermeye mecbursun. Bu hükümet diyor ki: “Benden sonra tufan. Seçime kadar bir şey olmasın da, ülke seçim sonrası için hangi riski, hangi kriz riskini alacaksa alsın.” Dediği budur. Bu ABD’de yaptıkları şey de şudur: “Tamam. Biz senin Irak projeksiyonunda senle mutabıkız.” Denilen şey budur. “Bize dokunma, bizi delikten aşağı süpürme.” Denilen şey budur ey millet! Aç gözünü. Tam bağımsız bir ülkenin, millet iradesine bağlı bir demokratik milli yönetimin asla yapmayacağı şeyler yapılıyor. Şimdi ben bugün birbirleriyle kavga edenlere soruyorum; Siz Irak’a müdahale sürecinde neredeydiniz arkadaşlar? Neredeydiniz? Bağrımızı yırtarak size demiyor muyduk ki biz; unutmayın beyefendiler siz Türkiye Cumhuriyeti devletinin hükümetisiniz. Sizin korumak zorunda olduğunuz çıkarlar, ahlaken, hukuken ve demokratik olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarıdır. O zaman gıkınız çıkmıyordu, kaçacak delik arıyordunuz. O tezkere çıkmadı diye Avrupalarda hava atıyordunuz. Askerimizin başına çuval geçirilip, ülkenin milli onuru ayaklar altına alınırken de gıkınız çıkmıyordu. Utanmadan, hayasızca can verip yatmış şehitlerimizin arkasından “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyordunuz. Şimdi ne yapıyorsunuz? Şimdi bu ülkenin evlatlarının canları üzerinden yine pis bir pazarlık yapıyorsunuz. Ve bunu din adına, diyanet adına da yapıyorsunuz. Buna söyleyecek artık sözüm kalmadı. Mübarek ramazan günü milletimizin din duygularını rencide etmeye hiç kimsenin hakkı yok. Artık bu ülkede din hakkında, laiklik hakkında, irtica hakkında konuşan herkes net tanımlarla konuşacak. Din başka bir şeydir, irtica başka bir şeydir.


Dindar başka bir şeydir, dinci başka bir şeydir, mürteci başka bir şeydir. Karıştırmayacaksınız. Kurunun yanında yaş da yansın olmaz. Bu milleti laiklik mi din mi diye bir tercihle mecbur bırakmaya kimsenin hakkı yok. Hem laiklik hem din. İkisi de şart, ikisi de bu milletin hava ve su gibi ihtiyacı. Herkes bilsin; bu ülke tarihinin hiçbir döneminde bugün İran’da olduğu gibi, Afganistan’da olduğu gibi bir din devleti örneğini yaşamamıştır. Bu ülkenin tarihinde İran, Afganistan modelinde olduğu gibi bir şeriat devleti tarihinde hiç olmamıştır. Dolayısıyla eğer irtica dediğiniz şey bir geriye dönüş özlemiyse, en fazla geriye götüreceği yer Cumhuriyetten Saltanata geri götürmek olabilir. Kimse bu ülkeyi başka bir yere götüremez. Bunun altını özellikle çiziyorum. Saltanattan kastettiğim tabii ki hanedan değil. Ama dikta, ama totaliter yönetim, ama demokrasi dışı yönetimlere Türkiye gitmeye müsait bir ülkedir maalesef. Çünkü demokrasisi yerleşememiş. Aslında şunu açıkça söyleyelim; tabii ki ülkenin kurumlarının, cumhuriyetin ve değerlerinin savunulması konusundaki kararlılığı bizim göğsümüzü kabartıyor. Ama bu noktada halkın hiçe sayılmasını, halka güvensizlik gösterilmesini de içimize sindiremediğimizi ifade edelim. Herkes bilsin beyler. Herkes bilsin. Bir ülkeye irtica gelecekse bunu önleyecek en önemli güç, kudret milletin ta kendisidir. Milletin kendi iradesidir. Niye böyle söylüyorum? İran’ın ordusu yok muydu? Yok muydu soruyorum size? Vardı ama başka bir rejimi özleyen bir toplum ayağa kalktı ve hiçbir güç karşısında duramadı. Tekrar ediyorum: ABD bütün gücüyle dünyanın bir çok ülkelerinde, -daha üstün bir askeri güç var mı bu dünyada? ne yazık ki yok. Yada belki de çok şükür yok. Yani o da ayrı bir tartışmanın konusu- gittiği nerede halkın iradesine galip gelebildi, bir ülkenin halkının iradesine galip gelebildi? yani demek istediğim şey şu: Rejimler milletin sevgisiyle, milletin güveniyle, milletin umuduyla korunur. Millete güveneceksiniz. Millete çocuk muamelesi yapmayacaksınız. Millete veli, vasi rollerine soyunmayacaksınız. Efendi olanın millet olduğunu bileceksiniz. Asıl tehlike şudur; dürüstçe söyleyeceksiniz: “Biz Cumhuriyetin ideallerini gerçekleştiremedik. Topyekun. Siyasetçiler, siyasi partiler, aydınlar, sermaye, kurumlar… Biz Cumhuriyetin ideallerini gerçekleştiremedik.” Asıl dert budur. Nedir Cumhuriyetin idealleri? Eşit haklar, eşit imkanlar, fırsat eşitliği, eşit özgürlüklerle, vatandaşın her şeyin temelinde olduğu bir yönetim, bir ülke tablosu gerçekleştiremedik.



Ben şöyle anlatayım size; dün bir arkadaşım anlattı, Malatya milletvekilimiz anlattı. Kendi gözlemlediği, kendisinin milletvekili olduğunu bilmeyen insanlarla oturduğu yerde yaşanmış bir şey: Malatya-Pütürge yolunda Kubbe dağında bir kamyoncu lokantasında, kamyoncularla köylüler arasında geçen bir muhabbet, bir sohbet. Bakın köylü halini hatırını soran kamyoncuya ne anlatıyor; Diyor ki: “Efendi, Cumhuriyet bizi efendi yapmıştı. Atatürk bizi efendi yapmıştı. Köylüyü milletin efendisi yapmıştı. Hakikaten toprağımızı eker biçer olduk. Karnımızı doyurur olduk. Çoluğumuzu, çocuğumuzu okutur olduk. Şehirdeki çoluğumuza, çocuğumuza da hatta devletin verdiği maaşın yetmediği durumda yardım eder olduk çok şükür. Amma şimdi gelin görün ki durum değişti. Bırakın milletin efendisi olmayı, adamlıktan çıktık.” “Hayrola” diye soruyor kamyoncu, “Ne oldu? Niye?” “Şimdi şehirden geliyoruz bu ahali, köylü. Ziraat Bankasından kredi talep ediyoruz. Bize diyorlar ki ‘iki tane memur getirin’. Niçin? ‘Kefil.’ Evimiz, barkımız, traktörümüz, motorumuz, tarlamız neyimiz varsa ipotek vermeye razıyız. Üç kuruş krediye ipotek olarak onu değer biçmiyor. Bütün köy gelse bana, köy ahalisi kefil olsa bütün köyün kefaletini de kabul etmiyor. Ne oldu şimdi?” diyor. “Biz adamlıktan çıkmadık mı?” Ben soruyorum size. Ben bu adamın sorduğu soruyu size soruyorum. Şimdi bu adam böyle düşünürken, bu adam devletle ilişkisini bu biçimde algılıyor ve yaşıyorken bu ülkede milyonlarca insan, bakın bir araştırma örneği: gençler Allah’tan korktuklarından çok ÖSS’den korkuyorlarmış. Bir araştırma sonucu. “En çok neden korkarsınız?” sorusunda, -ha Allah’tan da korkmasınlar, sevsinler elbette- ama hastalıktan korkmaktan çok, hasta olmaktan korkmaktan çok ÖSS’den korkuyorlar. Korkmasınlar mı? Bundan daha büyük bir kabus var mı?


Her sene bir buçuk milyon çocuk kapı dışarı ediliyor. Üstelik alnına bir işe yaramaz damgası vurularak. Baktım yurtdışındaki eğitime. Avrupa’da eğitim özel üniversitelerde ortalama eğitim ücreti 4 bin dolar. Bu memleketin üniversite sınavına hazırlanan hangi çocuğu bundan daha az para harcıyor? Ne uğruna? Gidip alnına bir işe yaramaz damgası yemek uğruna mı? Böyle bir adaletsizliğe, böyle bir umursamazlığa, böyle bir kaderine terk edilmeye, böyle bir işkenceye maruz bırakılan insan ÖSS’den korkmasın da kimden korksun? Bundan daha büyük bir hastalık tehdidi var mı? İşsiz ve işe yaramaz olarak kendi kaderinle yapayalnız bırakılmak. Bir damgayla. Milyonlarca insan işsiz. Geçtiğimiz ay gülmekten katılacaktım, gazetelerimiz işsizlik azaldı diye manşet yapmışlar. Azalan şey işgücüne katılma oranı.


Bu arkadaşlar benim kadar bilmiyor mu sanıyorsunuz ekonomiyi? Hepsi çok biliyor. Yani vatandaşın iş bulma umudu azaldığı için iş aramaktan vazgeçmiş dolayısıyla istatistiklerde sayıca işsizin sayısı artarken iş arayanın sayısı düştüğü için işsizlik düşmüş gibi gözüküyor. Ve gazeteler manşet yapıyorlar “İşsizlik azaldı.” Şimdi millet kendi yaşadığı haline bakıyor ondan sonra… Yani biz cumhuriyetin ideallerini gerçekleştiremedik. Temel mesele bu saygın elindeki vatandaşlık kimliği ile gittiği her yerde saygı, hürmet gören; ülkenin sahibi, sistemin sahibi, devletin sahibi olduğu duygusuna sahip vatandaşlar haline getiremedik insanımızı. Fırsat eşitliği veremedik. Esas mesele budur. Kimse kimseyi dolambaçlı kelimelerle aldatmaya kalkmasın. Bu ülkede milli servetin bölüşümünü o kadar adaletsiz ama o kadar vahşi bir biçimde adaletsiz dağıttık ki milletin cumhuriyetin ideallerinden eline geçen bir şey kalmadı. Açlıktan, yoksulluktan, sefaletten, korkudan, umutsuzluktan, bölünmekten, evladını şehit vermekten başka bir şey geçmedi bu milletin eline. Ondan sonra bu millete diyorsunuz ki aradan şu kadar zaman geçmiş üstelik dert ne ise o dertle mücadele etmek zorunda olan kişiler, yetkililer, sorumlular olarak “Şu dert var, bu dert var.” Siz kime dert anlatıyorsunuz kardeşim. Çare bulacaksınız. Demokratik bir kamuoyunuz yok onun için size böyle şamar oğlanı muamelesi yapılır işte.



Demokrasiye sahip çıkmazsanız, dimdik omurgalı durmazsanız bu şamar oğlanı muamelesini de hak edersiniz. Gider Amerika’dan kendi ulusal bütünlüğünüzün teminatı için yalvar yakar ricacı olursunuz. Önce bizimle konuşacaksınız. Demokratik bir kamuoyunuz olacak. Demokratik bir kamuoyunuz olacak ki bütün dünyada o sizin gücünüz olacak. Bizimle konuşmadan, muhalefetle konuşmadan, sivil toplumla konuşmadan gelip burada milletin kendi ürettiği aklı devreye koymadan, kendi aklınla, kendi gücünle kendi mücadeleni vermeden kimden neyin himmetini istiyorsun. İşte eline geçecek şey budur ve üzülürüz hep beraber üzülürüz. Şimdi ortada bir dert var ben söyleyeyim. Kaygı duyulan konu esaslı bir konudur. Ama adını doğru koyun. Tehlike rejimin bir totaliter tehditle yüz yüze gelmesi tehlikesidir. Tehlike rejimin bir parti devletine dönüşmesi tehlikesidir. Evet açık bir tehlike olarak vardır. Adını doğru koyun. Nereden mi belli? Her şeyden belli. İşte iftar çadırları arkadaşlarım bir fotoğraf hazırlamışlar. İşte. Bir iftar çadırı fotoğrafı. Geçen gün Anadolu Ajansı belediyelerin ramazan etkinliklerini listelemişti. Yüzlerce binlerce kalem etkinlik. Nedir hepsi iaşe ve ibade dağıtmaya ayarlı şeyler. Millet iş bulmaktan, emeği ile geçinmekten, emeğinin karşılığını alıp insan gibi yaşayabilmekten umudunu kesti. Ve millet bir iktidarın devlet imkanlarını yine o imkanların gerçek sahibi olan milleti iaşe ve ibade bağımlısı haline getirecek bir politikanın kurbanı ediliyor. “İrtica var” İrtica işte budur. İrticaının daniskası budur. Milletin iaşe ve ibadeye bağımlı hale getirilmiş olması. Erzak yardımına bağımlı hale getirilmiş olması milletin imkanlarının milletten çalınarak dağıtılması bir kısmının dağıtılıp bir kısmının yandaşlara dağıtılması ülkenin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikedir.


Şimdi sistemin verimsizliği, sistemin adaletsizliği, sistemin rekabetsizliği, fırsat eşitliğinden yoksunluğu ve kayırmacılığı karşısında dönüp gerçekleri konuşmak yerine, dönüp gerçek bir mücadele vermek yerine başka bir kavgadan söz ediliyor. Bu kavga yapay bir kavgadır. Mesele Cumhurbaşkanlığı kavgasıdır. Ve bunun yolu halka güvenmektir. Gidip iki turlu bir seçimle cumhurbaşkanını halka seçtirmektir. Diyorsanız ki; “Bu Meclis cumhurbaşkanını seçemez mi?” Seçer. Bunun hukuksal meşruiyeti vardır. Herkes bilsin. Ve Anayasada gösterilen, yasalarda gösterilen şartları taşıyan herkes de cumhurbaşkanı adayı olabilir. Eğer hukuksal bir meşruiyet düzleminde tartışıyorsak durum budur. Meclis de kimi istiyorsa seçer. “Bunu sistemin dengeleri açısından tehlikeli buluyor musunuz?” Evet. Siz niye buluyorsunuz ben bilmiyorum ama ben söyleyeyim: Bunun demokratik meşruiyeti yok. Hukuksal meşruiyeti olabilir ama demokratik meşruiyeti yok. 3 ay sonra seçime gidecek bir parlamento 7 yıl görev yapacak cumhurbaşkanını seçecek hem de zaten seçilmesi bakımından temsil yeteneği yeterince meşru olmayan bir parlamento seçecek. Ve üstelik sistemin kaygı duyulan dengelerinin sarsılabileceği kuşkusunu apaçık göstere göstere. Olmaz.. Bir sene önce ben Sayın Başbakana bir randevu ile bugünlerin geleceğini anlatmak istedim randevu vermedi. Peki canı sağ olsun. Siz demokratik muhalefetle konuşmazsanız işte böyle şamar oğlana döndürülürsünüz. Ben sayın Başbakana bir mektup yazdım bu ülkenin demokratik kamuoyu o mektubu bir daha bir elden geçirsin lütfen. Bu ülkenin aydınlarına sesleniyorum, köşe yazarlarına, aydınlarına sesleniyorum. O mektubu bir okuyun lütfen. Lütfen. 10 kanal, 15 kanal Genelkurmay Başkanının açıklamalarını 10 gün öncesinden ilan ederek adeta tele-vole yorumlar gibi “Bir daha oynat bir daha getir, bir daha göster. Onu mu dedi bunu mu dedi?” tarzında yorumlamaları demokratik bilincinize nasıl sığdırıyorsunuz bilmiyorum ama bu demokrasi denilen şeyin içerisinde sivil siyaset diye bir şey var. Sivil siyasetçiler var. Onlar ülkenin geleceğine ilişkin tehlikeleri ve tehditleri görüyorlar, konuşuyorlar ve bir uzlaşı çözümünün konusu etmek için de bir mücadele veriyorlar. Siz ne kadar arkanızı dönerseniz dönün. Şimdi yapılacak şey bir kez daha söylüyorum Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda bir Anayasa değişikliğine gitmektir. Bu ülkenin kriz riskini ortadan kaldıracak yegane şey de artık bundan başka bir şey de değildir. Cumhurbaşkanı da, devletin diğer kurumları da, ana muhalefeti de diğer muhalefet partileri de iktidarı da herkes demokrasiyi içine sindirmeye mecburdur ve demokrasinin yolu da budur. Gideceksiniz iki turlu bir seçimle isteyen çıkacak şartları taşıyan halkın karşısına yüzde 50’den fazla reyi kim alıyorsa gelecek sistemin tepesine oturacak. Budur bunun da başka bir çıkış yolu yoktur. Hiç kıvranmayın. Hükümet derse ki “Benim sayısal çoğunluğun var. Ben cumhurbaşkanını seçerim” Seçersin ama memlekete iyilik etmezsin. Dolayısıyla dönüp “Konuşmayın, yapmayın ülkede kriz çıkar. Şöyle olur” filan diye gözdağı vererek de sorumluluktan kurtulamazsın. Bir taraftan krizi biriktireceksin bir taraftan ülkenin 5 yılını heba edip ülkeyi bu şartlara getireceksin ondan sonra herkese ambargo. “Aman konuşmayın, aman şunu yapın aman şunu yapmayın” Yok öyle yağma. Kuzu kuzu milletin ayağına gideceksin. Gideceksin ve millet kendi başını kendisi seçecek. Cumhurun başını cumhur seçer.


Millet kendisine layık olanı bulur. Millete güveneceksiniz rejimi millete emanet edeceksiniz. Bu millet laikliğe de sonuna kadar dini gibi gibi sahip çıkacaktır. Dinine de sahip çıkacaktır. Devletine de birliğine de her şeyine sahip çıkacaktır. Millete güveneceksiniz. Milletinize güvenmiyorsanız çekip gideceksiniz çünkü milletine güvenmeyenler kendilerine dışarıdan payandalar arıyorlar. Ve Türkiye’nin acıklı manzarası işte budur. Eninde sonunda söz milletin olacaktır. Ama benim milletimizden istirhamım şudur: Gözünü aç ey milletim. Ey insanlar, kardeşlerim lütfen gözünüzü açın. Lütfen ön yargılarınızdan kurtulun. İşler görüldüğü gibi değil. Görülenin ya da gösterilenin arkasında ne olduğuna dair biraz daha dikkatli olun ve sağduyunuzun sizi ve Türkiye’yi doğru bir yere götüreceğine emin olun. Bir birinizden korkmayın. Ne etnik çeşitlik, ne mezhep çeşitliliği, ne kıyafet, ne görüş, ne düşünce, ne inanış hiçbir çeşitlilik sizin birliğinizi bozamaz. Sizin bütünlüğünüzü elinizden alamaz korkmayın. Sizin başınıza ey milletim, ey insanlar, ey kardeşim sizin başınıza gelebilecek en büyük felaket korkudur. Özgüveninizin elinizden alınmasıdır. Sizin birbirinize duyduğunuz sevginin elinizden alınmasıdır buna izin vermeyin. Demokrasiye güvenmeye, Anayasaya güvenmeye, hukuka güvenmeye devam edin. Ama hepsinden önemlisi kendinize güvenmeye, bu ülkenin gençlerine güvenmeye devam edin. Bu ülkenin pırıl pırıl gençleri var. Bu ülkenin nüfusunun yüzde 70’i benden genç. Bu ülkenin pırıl pırıl gençleri var, bu ülkenin çok büyük imkanları var. Bu ülkenin pırıl pırıl bir geleceği var hiç korkmayın. Sizi korkutmaya çalışanlara da kanmayın. Korku tünelinde fırsat yaratmaya, kamplaşma yaratmaya çalışanların aradığı şey sizin selametiniz, ülkenin selameti, dirliği filan değil. Onlar kendi ikballerinin peşinde koşuyorlar. Akılları o kadarına eriyor. Ama siz onların korkutmalarına, siz onların gözdağı vermelerine kanmayın. Kendinize güvenin, değerlerinize güvenin, cumhuriyete inanın, ülkenize inanın ve Anavatan’a inanın. Hiç korkmayın biz buradayız. Hiç korkmayın hep beraber bütün zorlukların üstesinden gelecek kararlılığımız, irademiz var. Hepinize saygılar ve sevgiler sunuyorum. Çok teşekkür ederim.


*

BAŞBAKAN, ABD’YE VE ABD BAŞKANI W. BUSH’A DOĞRU UÇARKEN…

Türkiye’nin azınlık AKP iktidarının ve AKP’nin başı Başbakan’ın yönetimindeki Türkiye’nin geldiği noktadan son derece ciddi biçimde rahatsız olan askerler peş peşe, birbirlerini tamamlayan konuşmalar yapınca, Başbakan, önceki geceden beri bulunduğu ABD’ye gitmeden birkaç saat önce (29 Eylül 2006 Cuma) Başbakanlıkta, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la 1,5 saat görüştü.

Ne görüştükleri, Başbakanlık Basın Merkezi tarafından açıklandı. Açıklama, aynı gece, internet, sözlü (radyo) ve görsel (TV) basında, bir gün sonra da (30 Ekim 2006 Cumartesi günü) yazılı basında yer aldı.

Açıklamada, “Sayın Başbakanımızın daveti üzerine Başbakanlık merkez binada gerçekleşen görüşmede, terörle mücadele ve Lübnan’a konuşlandırılacak UNIFIL gücüne katkı konuları ele alınmıştır” denildi.

Başbakanlık Basın Merkezi’nin açıklamasında, komutanların konuşmalarına ilişkin tek bir sözcük yok!

“Niye yok?!” diye pek merak ettim.

Eminim, sizler de etmişsiniz.

*
Meğer Başbakan konuşmuş!

Konuştuğunu, ABD’ye ve ABD Başkanı W. Bush’a doğru uçarken, uçakta, seçkin yönetici gazetecilerin sorularına verdiği yanıttan öğrendim. Bugünkü (1 Ekim 2006 Pazar) bütün gazetelerde var.

Özenle seçilerek (!) Başbakanlık uçağına alınan seçkin yönetici gazetecilerden biri, “Genelkurmay Başkanı ile yaptığınız görüşmede irtica meselesini de gündeme getirdiniz mi?” diye sormuş. Başbakan, “İrtica meselesi gündeme gelmedi. Türkiye’de gerilime vesile olacak açıklamalardan kaçınmak gerektiğini söyledim” demiş.

Seçkin yönetici gazetecilerden biri, inanmamış ya da inanamamış olacak ki, “Bunu söylediniz mi?” diye sormuş!

Başbakan da, “Evet söyledim. Çünkü bu süreç ekonomiyi etkiliyor. Bırakalım akışına gitsin; ben söylerim, isterse ekonomi batsın demek olmaz. Türk ekonomisi gayet iyi gidiyor…” diye karşılık vermiş.

Başbakanlığa ait uçakla Başbakan’la birlikte uçma, bir olma değerine veya onuruna ermiş bir başka seçkin yönetici gazeteci de, “Siz bunu söyleyince Genelkurmay Başkanı’nın tavrı ne oldu?” sorusunu yöneltmiş.

Bu sözleriyle, kendi kadrosundan oluşturduğu Başbakanlık Basın Merkezi’ni yalanlayan Başbakan’ın yanıtı ise, “Yaşar Paşa bu konularda hassastır. Dönünce geniş bir değerlendirme yapacağız” olmuş.

Ama; konuyla ve soruyla ne ilgisi varsa, Başbakan,“Milli Savunma Bakanı’nın bazı talepleri var Lübnan’a gidecek askere, subaya ne ödenecek, işçiye ne verilecek, bunların bir listesini çıkardık” tümcesini de etmiş! Sanki konuyu değiştirmek istemiş!

Bu tümce bende, Başbakan’ın yalanladığı Başbakanlık Basın Merkezi’nin, yukarıdaki açıklamasının doğru ve daha inandırıcı olduğu izlenimini yarattı. Yani sanki Başbakan, uçarken, “Söyledim” dediği sözleri, uçmadan önce görüştüğü Genelkurmay Başkanı’na söylememiş!..

*
Söylemişse, kendi kadrosundan oluşturduğu Başbakanlık Basın Merkezi’ni; söylememişse, kendi kendini yalanlayan Başbakan, örneğin Dışişleri Bakanı’ndan sonra, resmi kayıtlarda “Milli Eğitim Bakanı” geçen, benim “Din Eğitimi Bakanı” dediğim Hüseyin Çelik’i de yalanladı, “yalancı” yaptı!

Nasıl mı?

Aynı uçak yolculuğunda, seçkin yönetici gazetecilerden biri, Başbakan’a, “Milli Eğitim Bakanı ile Başbakan Yardımcısı’nın üzerinde isimleri olan çoraplarını nasıl buldunuz?” diye sormuş. Başbakan, “Eksantrik buldum. İmal edenler herhalde Beşiktaşlı. Çorabı siyah beyaz yapmışlar. Bana olsa herhalde sarı lacivert yaparlardı” demiş.

Başbakan, “Çorap kartvizit gibi. Üzerinde bir telefon numarası eksik” diye anımsatılınca, “Ona da ihtiyaç var” diye karşılık vermiş.

Başbakan’ın, “Hüseyin Çelik Bey, ‘Farkında olmadan giymişim’ diyor” anımsatmasını yapan seçkin yönetici gazeteciye yanıtı, “Benim bildiğim Hüseyin Bey, farkında olmadan giyecek bir insan değil” olmuş!

*
Ya böyle!..

Başbakan, ABD yolunda, ABD Başkanı W. Bush’a doğru uçarken bunlardan başka daha neler söylemiş neler! Hepsi de birbirinden albenili!

Örneğin, “Kararsız oyları yüzde 32’ye yükselmiş. Kararsızlar dağılmadan bizim oyumuz yüzde 26.2 civarında görünüyor. Bu, bugüne kadar anketlerde aldığımız en düşük düzey. Evvelden bu yüzde 40 idi. Ama son ankete göre barajı yine 2 parti aşıyor. Bir de şöyle düşünmek lazım: Seçime katılma oranı yüzde 75. Yani yüzde 25 seçime katılmıyor. O zaman sadece 7 puan gerçek kararsız. Yani o dağılacak. (…) Tabii büyük partiden kayma daha fazla oluyor. Ama sahaya indiğimde halkın ilgisini gayet iyi görüyorum” sözlerinden sonra, “Parlamentonun çalışmasından rahatsızım. Kanun çıkaracaksınız, 4-5 saat usul tartışması yapılıyor. Milletvekili dışarı kaçıyor. Nasıl olsa bana SMS ile haber verirler diyor. Bu da tembelliği getiriyor. Devamsızlığı ortadan kaldıracak bir yöntem bulmalıyız” demiş.

Uçak ofisinde yanına oturttuğu seçkin yönetici gazetecilerden biri, “Bunun için Anayasa değişikliği gerekmez mi?” diye sorunca, “Gerekir. Ama bir şey yapmalıyız. Zaten haftada 3 gün çalışıyorsunuz. O da saat 15.00 ile 19.00 arasında. Yani 3-4 saat. Milletvekili devamsızlık yaparsa milletvekilliği düşmeli. İhraç var ama partiler, milletvekili sayısı azalır diye bu yola gitmiyor” yanıtını patlatmış.

*
Dilerseniz, “Cumhurbaşkanı olacak mısınız?" sorusunu yönelten “Hasan Abisi” Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’e, “Cumhurbaşkanlığı işini artık konuşmuyoruz. O işi nisana kadar erteledik Hasan Abi” sözcükleriyle yanıtlayan Başbakan’ın şu sözlerine de Hürriyet Gazetesi’nden alıntı yaparak bir göz atalım:

Son günlerdeki irtica tartışmasına ne diyorsunuz?

İrtica bugünün tartışması değil. Bana göre sağlıksız bir kavram olarak gündemde tutuluyor. Bundan nemalananlar var.
Mesela?
Alın son günlerdeki abdest tartışmasını. Abdest suyu ile ilgili haber öyle sunulmuş ki, sanki abdest suyu içince iyi gelir deniyor.
Haberde böyle bir şey yoktu. Abdestin alyuvarları artırdığı gibi bilim dışı bir önerme vardı.
Kaç kişiye sordum, hepsi öyle anlamış. Mesela Aydın Bey’e (Doğan) sordum, O da öyle anlamış. Ayrıca okul kitabında abdestin övülmesine niye karşı çıkılıyor? Yazın serin suyla başınızı yıkadınız mı insana canlılık gelir.
Ya alyuvarlar meselesi?
O bölüm bir Alman’ın kitabından alınmış. Ben getirtip baktım. Bir sakatlık varsa onu bağlar.
Kitapta bu cümleler aynen var mı?
Evet, aynen var.

Kuran kurslarında patlama var deniyor, doğru mu?
Söz konusu değil. 15 yaş şartı getirildiğinden beri tam aksine azalma oldu. Yaz kursları derseniz, o doğru olabilir. Bunların hepsinin Diyanet İşleri’nin denetiminde yürütülmesi lazım. Ama bunun için de personel yetiştirmek gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanı, bütün camilerdeki imamların ilahiyat fakültesi mezunu olmasını istiyor. Ama burada da karşımıza ilahiyat fakültelerine kontenjan verilmemesi engeli çıkıyor. Ali Bey (Bardakoğlu) çok iyi işler yapıyor. Mesela, kadın müftü yardımcıları çok iyi oldu.
Bu gibi konuları siz tartışacağınıza, Diyanet İşleri Başkanı’na bıraksanız. Mesela, Papa’nın konuşmasına Sayın Bardakoğlu cevap verdi. Siz konuşmasaydınız olmaz mıydı? Tartışma dini kişiler arasında kalırdı.
Ben de imam hatip mezunuyum. Ben başından beri hep şunu söylüyorum: Dini konularda konuşmak istemiyorum. Ama her defasında siz sorunca cevap vermek zorunda kalıyorum. İrtica tartışmasının artık gündemden indirilmesi lazım. Türkiye değerlerine bağlılıkta 10 yıl öncesine göre çok daha iyi durumda. Yepyeni Müslüm olayları çıkarmanın gereği yok.
O zaman bu gibi konuları Diyanet İşleri’ne bırakmak daha doğru değil mi?
Kendisine talimat verdim. Bu konuda bir çalışma yapacak.

*
Nasıl, beğendiniz mi?..

Başbakan’ı nasıl bulsunuz?..

Sıkılmadıysanız, dün New York’ta Sheraton Oteli’nde, Amerika’daki Türklerle bir araya gelen Başbakan’ın, Fethullah Gülen cemaatine yakınlığıyla tanınan Türk-Amerikan Diyalog Merkezi’nden Necdet Çamlı’nın, “Eğer siz Cumhurbaşkanı olursanız Türkiye’yi İran yapacaksınız diye özellikle Türkiye’deki kadınlarla büyük korku ve endişe var, bunu bertaraf eden bir açıklamayı sizden duymak istiyoruz” demesi üzerine, verdiği karşılığı da sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Bizim Cumhurbaşkanlığımız veya grubumuzun belirleyeceği bir Cumhurbaşkanı Türkiye’yi İran gibi yapacak. Bunlar safsata, bunlar çok çok marjinal kalmış grupların, zihniyetlerin ortaya koymak istediği veya onunla tatmin olmak istedikleri ifade tarzları. 81 vilayetten insanın yaşadığı İstanbul’da 4.5 yıl belediye başkanlığı yaptım, orada yaptıklarımızı dünya alem herkes gördü, şu an iktidarda 4 yılı doldurduk, Türkiye tarihinde görmediği modernleşmeyi bu dönemde gördü. Ne yaptığımız ortadadır. Bunu söyleyenlere sadece eserlerimizi söyleyin. Eserler ortada. İnsanların düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü noktasındaki tavrımızı bu şekilde algılama içine girmek isteyenler varsa onlar hak ve özgürlükleri bilmiyor demektir, bunların önce bunları bilmesi gerekir. Bizim kimseyi model alma gayretimiz yok, Türkiye kendi modelini kendi içinde meydana getirmiştir."

Kendi dönemlerini kastederek, “Türkiye tarihinde görmediği modernleşmeyi bu dönemde gördü” diyen ve özellikle bu sözüyle beni bayıltan Türkiye’nin azınlık AKP iktidarının ve AKP’nin başı Başbakan, aynı toplantıda, adı yazılmayan bir vatandaşın, "Cumhurbaşkanını bu Meclis seçebilecek mi, bir sabah tank sesleriyle uyanmayacağımıza garanti veriyor musunuz” sorularına yanıtı ise şöyle:

“Türkiye’de bir kere egemenlik millete ait olduğu için biz iktidardayız. Tank sesleri falan, bunları konuşmayın, bunların devri gerilerde kaldı. Artık AB ile müzakere sürecinde bir Türkiye var. Artık neyin ülkemize neler kazandırdığını, nelerin kaybettiğini biliyoruz. El ele omuz omuza vereceğiz, Atatürk’ün ifade ettiği o muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkaracağız.”

Bu Başbakan daha ne desin, daha ne desin kardeşiiiiimmm?!.



ozgurdoganyasar@hotmail.com
Özgür Doğan YAŞAR
Yayın Tarihi : 6 Ekim 2006 Cuma 07:06:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?