Bu başlık, aslında bir İş Bankası yayını olan kitabın başlığıdır. Yıllar önce bir lise öğrencisi iken Atatürk ilke ve inkılâplarını merakla incelerken karşılaştığım önemli bir eserdi. Orada Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren uyguladığı ekonominin esasları ve yıllar içinde bu sistemin başarıları anlatılmaktaydı. Sistem, karma ekonomi olarak değerlendirilen bir sistem olup, sisteme göre devlet teşebbüsü doğal olarak ağırlığı teşkil ediyor, bir yandan da mevcut kapital sahiplerinin de ekonomik hayata katılımını öngörüyordu. Bu sistem o zamana kadar böylesine ustaca bir deneme örneği görülmemiş sistemdi. O sisteme göre kurulan tüm yerli üretim araçları ile mucizevî bir kalkınma yaşanmış, zaman içinde birçok önemli tüketim malı ülkemizde üretilmeye başlanmıştır.(Sümerbank, Etibank, şeker ve tekstil fabrikaları ile diğer kuruluşlar.)
Peki daha önce bu tür kuruluşlar neden oluşturulmamış ve ülkenin hammadde zenginliği ekonomik hayata geçirilememişti?
Çünkü Osmanlı Devleti yöneticileri şahsi menfaatlerini halkın yaşam gereçlerinin temininden ve refahından önde tutmuşlardı. Bu yüzden, zamanın önde gelen emperyalist güçlerinden çok yüklü miktarlarda ve yüksek faizle borç almışlardır (han, hamam, kasır, köşk ). Durum öyle işin içinden çıkılmaz hale gelmişti ki bu borçların ödenmesi imkânsızlaşmış ve Duyun-u Umumiye adında (Genel Borçlar İdaresi) Osmanlı’nın borçlarını kontrol eden bir kuruluş kurulmuş, bu kuruluş tüm ekonomik hayatı denetler olmuştu. Artık Osmanlı Devleti’nin hangi malı üretebileceği, ne kadar üretebileceği, hangi malı ne kadar ithal edeceği ve devletin aldığı borçları nereye kullanacağı, ulaşım ve haberleşme, Emperyalist güçlerin denetimine ve inisiyatifine geçmişti.
Bu noktada günümüze dönelim ve duruma bakalım: Cumhuriyet’in ilk döneminde kurulan birçok kamu teşebbüsü, özelleştirilme adına yabancı şirketlere (Özellikle, İngiltere, İsrail, Fransa) birer birer satıldı. En önemlisi de haberleşmenin, hayati bir kurumun, can damarının yabancılara satılması hatası işlendi. Günümüzde en liberal ülkelerde bile böylesine bir oranda özelleştirme görülmez. Birçok Avrupa birliği ülkesinde oran %30 ları bulmaz iken bizde %50 yi aşmıştır.
En önemli ihraç ürünlerimize kota üzerine kota konurken, her türlü yabancı mal sınırsızca ithal edilmektedir. Üstelik bu malların çoğu da ülkemizde üretilen ya da üretilebilecek mallardır. Öyle ki hesapsız bir şekilde, buğdaydan peynire bizim âlâsını ürettiğimiz tarım ürünleri bile ithal edilir oldu. Bunun sonucunda, tarım ve hayvancılığımız geriledi. İşsiz kalan köylü de toprağını bırakıp şehre göçtü. Sonrasında sosyal ve ekonomik bozulma ile birlikte gecekondu kültürü denen ne şehirli ne de kırsal olan dejenere bir kültür anlayışı ortaya çıktı. Bununla birlikte şehirde niteliği olmayan bu iş gücü kayıt dışı dediğimiz ekonomiyi yaratmaya başladı.
Uluslar arası alanda sürekli borçlanma, alacaklılara ekonomimize daha çok müdahale etme hakkı verir hale geldi. Bu yüzden, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel anlamda bir Duyun-u Umumiye sistemine girmiş olduk. Bir de bunlara AB ye girme şartları diye sunulanları sanki Tanrı kelamı gibi görmemiz de eklenince tamamen Osmanlı’nın son dönemine dönmemiz çok hızlı oldu. Öyle ya, bundan 200 yıl kadar önce de Avrupa’nın büyükleri ki şimdi de AB’nin önder ülkeleri İngiltere ve Fransa da Osmanlı’ya ha bire ıslahat yapması için baskı yapmıyorlar mıydı? (Azınlıklara daha fazla haklar, dini özgürlükler gibi). Peki bu baskıları nasıl rahat yapabiliyorlardı? Çünkü o zamanlar ekonomik olarak tamamen dışa bağımlıydık. Şimdi neden bizi onların kurallarına uymaya zorlayabiliyorlar? Çünkü doğal kaynaklarımızı kullanamıyoruz, ulusal ekonomik kalkınmayı devam ettiremedik. Peki neden? Çünkü 1950 sonrası, demokratikleşeceğiz, dünyaya açılacağız, milyonerler yaratacağız söylemleri ile ithalat serbest bırakılırken giderek üretici yalnızlığa itildi. Üretici değil aracıların kazanması sağlanarak fırsatçı para babaları ve spekülatörler yaratıldı. Bu spekülatörler ve fırsatçılar da malumdur ki disiplinli, istikrarlı bir ekonomiden yana değillerdir. Çünkü ortam ve şartlar sürekli değişecek ki her şarttan ve ortamdan en fazla yararı sağlayabilsinler. İşte böyle bir anlayışla atılan temeller,1980’lere gelindiğinde binanın hızla yükselmesini sağladı. O bina yükselirken Atatürk ‘ün milli ekonomi politikası zamanın gerisinde kaldığı gerekçesi ile bırakıldı. Oysa bu milli ekonomi politikasına bu küresel vahşi kapitalist sömürü sistemi karşısında daha çok ihtiyacımız olduğu, gün geçtikçe açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunları bilmek için ise ekonomi profesörü olmaya gerek yoktur. Tarihi incelemek, geçmişi, bugünü ve yarını anlamak için, özellikle yarını şekillendirmek için yeterlidir. Bu bağlamda bilimsel verilere göre: Neolitik çağ ile birlikte tarım ile birlikte ticaret ortaya çıkmış üretim, pazarlama ve satış kavramları insanların kafalarına yerleşmiştir. En eski uygarlıklar ile birlikte (Sümer, Hitit, Asur, Mısır, Fenike, Yunan, Roma) temel bir doktrin ortaya çıkmıştır. Buna göre: Rakibin ile aynı malı ya da malları üretiyorsan rakibinden fazla üretmenin dışında onun pazarına da el atmak ve o malın rakibince üretilmemesini sağlamak hatta ona bu malları satmak öncelikli şarttır.
Bu kuralı iyi uygulayabilenler çabuk gelişmiş ve o zamanki dünya ekonomisine yön vermiştir. Gözünüzün önüne getirin rekabeti: Atina-Korinth, Sparta – Atina, Kartaca-Roma.
Daha yakına gelirsek: İspanya-İngiltere, Fransa –İngiltere, Rusya-Osmanlı. Bu tarihsel karşılaşmaların temelinde, işte o yukarıdaki kural yatmaktadır.
Bugün kuralları koyanlar da kişiliklerini ortaya koyarak ulusalcı davranıp ulusal ekonomi dinamiklerini harekete geçirenler ve bundan ne pahasına olursa olsun vaz geçmeyenlerdir. İngiltere ve Fransa bugün ayaktadır. Üstelik kendi ortak modellerinde ülkeler yaratarak.(ABD, Kanada, Avustralya) Bunun dışında Osmanlı ve Çarlık Rusya’sı, Sovyet Rusya yok olup gitmişlerdir.
Sonuç olarak başarı ve güvenli bir gelecek, ulusal ve bağımsız ekonomik sistemden geçer. Bu bağlamda sahip olduğumuz yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi, ya kamu adına devletin işletmesine ya da tamamen yerli işletmelere bırakılması zorunluluğu ortadadır. Ekonomide asıl olan milletin refahıdır. Yani petrolü, doğalgazı, boru ne kadar çıkarıp nasıl değerlendireceğimize biz karar vermeliyiz. Aksi halde bir gün kendi vatanımızı kanımız pahasına tekrar almak zorunda kalırız.
evet dünyada bunun örneklerini görüyoruz yani gelişmiş ülkeler kendilerinle rekabet edebilecek unsurları ve ülkeleri ya savaş cıkartarak ya da satın alarak etkisiz hale getiriyor . ATATÜRK bunu önceden görmüş ve bazı temel kuruluşları kurmuş yada teşvik etmiştir . ne yazıkki yeni atılımlar yapamayanlar bu mirasları satarak günlerini kurtarma çabasındalar .
yazı çok güncel;aslında kanayan yaramıza ışık tutar biçimde.bu tür yazıların çoğalarak toplumsal bilinçlenme yolunda ilerlememiz gerekir
Sayın Gökhan Bey, tespitlerinize içtenlikle katıldığımı belirtmek istiyorum. İstiklal Savaşı'nın hemen ardından Atatürk'ün öncelikle ele aldığı konu İzmir'de düzenlediği İktisat Kongresi olmuştur. Bu bakımdan Cumhuriyet'in ana teması ekonomide özgürlük ve bağımsızlıktı. Ne yazık ki Atatürk'ü izleyenler veya O'nu izlediğini söyleyenler bu yolda gidememiş ve Türkiye'yi bugünkü dışa bağımlı durumuna düşürmüşlerdir.
Sayin gökhan igdir,Tespitlerine katilmamak mümkün degildir. Bu yazdiklarin simdilik sayin milletvekillerine ve devlet adamlarina itham olunur diye düsünyorum. Cünkü osmanli imparatorlugu bize borc yiyidin kamcisi diyerek borclanmistir. Borcunu ödemeyince koskocaman osmanli imparatorlugunu parcalatmistir. Korkarim simdiki gidisat onu gösteriyor,diyeceksin ki niye ögle olsun. Bu devirde kendi ekonomini kendin kuracaksin ama malesef ekonomiyi hep disardan ithal ediyoruz. 100 liralik ithala karsilik 50 veya 60 liralik ihracat yapiyoruz. Sonuc hep borc ödemedigin zaman yarin osmali imparatorlugu,nu yiktiklari gibi Türkiye,yi yikmalarindan korkuyorum. onun icin sayin bakanlarimiz ve milletvekillerimiz biraz Vatan icin calismalarini diliyorum. ta ki 100 lira ihracat 50 veya 60 lira ithala,ti düsürünceye kadar. Aksi takdirde ilerde hep birlikte aglasiriz.
Günümüz gerçeklerini yansıtan bir yorum.Katılmamak mümkün değil.Tarihi gerçekleri algılama ve gerekli dersleri çıkarma konusunda hassasiyetlerimizi gösteremeyen bir toplum olmak,Bizi "Kaderci bir Millet" olmaktan öteye götüremez.Aklın yolu,Kendi milli menfaatlerimize uygun ekonomi modelini üretip toplumun refahının hizmetine sunmaktan geçer..
Tarihin derinliklerinden gelen paylaşamamanın yarattığı savaşların temel ekseni ekonomidir ve dinlerde burada fgüran görevi görmekterdedirler.Aslında bugünde değişen birşey yoktur. Konuya bakışınızı ve sonuçta bağlamanız yerinde bir saptama. Akıllı ve güçlü değilseniz; her zaman sömürülmek ve ezilmek kaçınılmaz son olur. Ürettiğinden fazlasını tüketen toplumlar bir gün mutlaka sömürünün kıskacına yakalanacaklardır. Tam Bağımsız Türkiye özlemi ancak çalışarak ve üreterek gerçekleşecektir.Gerisi slogan!...
Tarihi gelişmeleri doğru ve gerçekçi yorumlayan bir yazı olmuş.Ulusal ekonomisine sahip olamayan devlettler sömürge statüsünde kalmaya mahkumdurlar.Ekonomik gelişme ve refah insanların mutluluğu için gereklidir.Dünya üzerinde mevcut kıt kaynakların paylaşımında hakim olan devlettlerin yurttaşları doğal olarak diğerlerine göre daha refah içinde yaşarlar.Ulusal ve bağımsız ekonomi kaynakları yurttaşlar için kullanmak anlamına gelir.Eline sağlık.
Sayın Gokhan Bey, Öncelikle yeni köşeniz hayırlı olsun.Devamını diler ve bekleriz.. Osmanlı devleti dışarıya bağımlı bir devletti çok haklısınız ve ne yazık ki bizde şuanda dışarıya bağımlı bir milletiz.Okadar çok örnek var ki dışarıya bağımlılığımızı gösterecek,en basiti ve en güncel olanı İran'ın doğal gaz vanasını kapaması,15 günde Türkiye'nin işi bitti.Ya İran olmasaydı yanmıştık desenize..Yazık!