19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Fenerbahçeliler Erdoğan’ı niye dövdü?

Milliyet gazetezi yazarı Can Dündar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gençlik yıllarını kaleme aldı. Dündar’ın yazısını, Milliyet’ten alıntılayarak aktarıyoruz... 

GİRİŞ
O gün Başbakanlık Konutu’nda Tayyip Erdoğan’ı bekleyenler kuyruk olmuştu. AB konusunda görüşmek için randevu almış Hollanda radyosu, ARD televizyonu, Wall Street Journal ve Radikal temsilcileri... Putin’in ziyaretine dair brifing vermek için bekleyen diplomatlar... Brüksel gezisi öncesi son rötuşları yapmaya gelmiş bürokratlar... Başbakan ise yorgun bir günün akşamındaydı. Biz ise bunca yoğun gündem arasında onu uzak bir zaman dilimine ve bambaşka bir gündeme götürmeye gelmiştik. Son bir yıldır Nebil Özgentürk’le birlikte İETT için bir belgesel hazırlığındaydık.
Adı, "İlk Durak".
Bir kurum tarihi olarak başladığımız çalışma için personel arşivine girince çok şaşırtıcı bir sonuca ulaştık. Çeşitli meslek dallarında Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli isimler, kariyerine İETT’de başlamıştı.
Yaşar Kemal, Ferruh Bozbeyli, Memduh Ün, Mustafa Sarıgül, Tuncel Kurtiz, Orhan Hançerlioğlu, Hıfzı Topuz, Recep Bilginer, Rasih Nuri İleri, Münevver Andaç, Peride Celal... liste uzayıp gidiyordu.
Bu isimlerin kimi kantinci, kimi sayaç okuma memuru, kimi tahsilat görevlisi olarak bu "ilk durak"ta buluşmuştu.Hayatta olanlarla uzun söyleşiler yaptık.
Hepsi birbirinden güzel anılar anlattılar.
Gerçekten ilginç bir belgesel çıktı ortaya...
Atilla Özdemiroğlu nefis bir müzik yaptı.
Ben o müziğe söz yazdım.
"İlk Durak" adlı bu şarkıyı Levent Yüksel seslendirdi. Belgesel ve kitap yayına hazır hale geldi. Artık "İlk Durak"takiler listesinde görüşülmedik tek bir kişi kalmıştı:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan...
O da İETT’de 1974’te geçici işçi olarak göreve başlamış ve 1981’e kadar 7 yıl çalışmıştı.
İşte bize o 7 yılın öyküsünü anlatması için randevulaşmıştık.
Sonra da sırada bekleyen meslektaşlarımızı bekletme pahasına, bir kantin görevlisi olarak başlayıp başbakanlıkla sonuçlanan inanılmaz yaşam kariyerinin ilk basamaklarını, pek az söz ettiği ayrıntılarla süsleyerek anlattı.
İşte Egemen Bağış, Prof. Nabi Avcı, Ahmet Tezcan gibi yakın danışmanlarının da ilgiyle izlediği o söyleşi:

Nasıl oldu İETT’ye girişiniz?
İETT’ye girişim, üniversiteye girişimle beraber gerçekleşti. Ben ortaöğretim çağında amatör kümede Camialtı’nda sembolik rakamlarla futbol oynuyordum. Bu, ortaöğretim süresince devam etti. Üniversiteye girdiğim sene İETT’den bir teklif geldi. Oradaki sosyal hizmetlerde futbol oynayacaktık. Bir yandan da İETT’nin işçi kadrosuna alınacaktık. Biz de ’Peki’ dedik.

Kantinde çalışıyordum
Sınavda komşularımızı sormuşlar.
Tam olarak hatırlamıyorum, ama basit bir sınavdı diyebilirim. İyi bir not almıştım galiba...

24 Temmuz 1974’te İETT Altıntepe Daire Müdürlüğü "temizlik kadrosunda vasıfsız işçi olarak" işe başlamışsınız. İlk gittiğiniz günü hatırlıyor musunuz?
Tabii... Şişli Garajı’nın arkasında bir kantinimiz vardı. Sezon bittiğinde bizi o kantinde istihdam ediyorlardı. Satış yapıyorduk.

Ticaret orada başladı yani?
Benim çocukluğumdan itibaren özellikle ticarete yönelik yanım iyiydi. Mesela ilkokulda yaz tatillerinde çalışırdım. Ortaöğretim boyunca yaz tatillerinde yine aynı şekilde zaman zaman çalıştım. Sene içi yatılı okuduğum için okulda kartpostal satışı yapardım. Çünkü yatılı öğrenciler biliyorsunuz, Anadolu’daki annesine, babasına, kardeşlerine sürekli kartpostal gönderirdi.

Ne kadar kazanıyordunuz?
Rahmetli babam haftada 2.5 lira verirdi bana. Bunun dışında okulda kartpostal satışlarından 5 - 10 lira arasında para kazanırdım. Tabii çok iyi paraydı. Ben ilk kaynak kitaplarımı hep o kazandığım paralarla taksitle almışımdır.

İETT’de ne kadardı maaşınız?
Aklımda kaldığı kadarıyla ilk aldığım maaş 250 liraydı.

Sicil nimaranız 27 bin 706 imiş.
Sigorta numaramı almadınız mı? 769 bin 950 miydi neydi?

Bir de dilekçe var dosyanızda, aynen şöyle diyor: "Hasta olan yengemin Ankara’dan İstanbul’a getirilmesi gerekmektedir. Kendisini Ankara’dan alıp getirecek tek aile ferdi benim. Bu yüzden ücretsiz iznimin kabulünü bilgilerinize arz ederim."
Ne olmuş vermemişler mi izin?
Vermemişler. (Gülüyor)

12 Eylül’de ayrıldınız İETT’den...
Evet, 12 Eylül’le birlikte ayrıldım. Sağ olsun, bir komando albay geldi İETT’nin genel müdürlüğüne... Tabii biraz o dönemde farklı bir hava estirdi. O farklı hava da bize pek uymadı. Onun için istifa etmek bizim için daha isabetliydi. Ben de istifamı verdim ve ayrıldım.

Albay genel müdürün size yönelik şahsi bir tavrı oldu mu?
Yani öyle, çok çok ters bir şey olmadı ama yaklaşım tarzı hoş değildi. Hoş olmayınca tabii bizim siyasetteki anlayışımıza uymuyordu. Çünkü bizim de belli bir anlayışımız vardı, devlete bir yaklaşım tarzımız vardı, bu yaklaşım tarzına uymadığı için de ayrılmayı daha uygun buldum ve istifamı vererek ayrıldım. Çok da hayırlı oldu. Çünkü hemen haftasına İETT’de aldığımın 4 katı fazla maaşla özel sektörde iş buldum. Bu benim için de çok daha iyiydi. Sonra üniversiteyi bitirdim ve hemen askere gittim.


Fenerbahçe’yi yenince giriştiler bize
Erdoğan, "Ziya Bey’lerin, Fuat Bey’lerin, Cemil’lerin oynadığı zamanlar. Hazırlık maçında Fenerbahçe’yi yendik. Ama onları böyle yenince tekme tokat girdiler. Bir taraftan da Fenerbahçeliyiz, Fenerbahçe’yi yendik. Dereağzı’ndaki o maçı tabii hiç unutamıyoruz" diyor



Nasıl bir takımınız vardı?
"İETT’de beraber futbol oynadığımız arkadaşlarla bir aile gibiydik. Birbirimize çok bağlıydık. Dayanışmamız çok farklıydı. Kamp yapma şartlarından ötürü birbirimize sevgimiz çok artmıştı. Haftada üç gün antrenmanımız vardı. Çok disiplinli bir hocamız vardı. Hakikaten güzel anılarla dolu bir 6 - 7 yılı orada geçirdik. Bu sürenin 4 yılı İstanbul şampiyonu olduk. Türkiye Şampiyonasına gittik. Tabii o zamanlar Türkiye Amatör Karmalar Şampiyonası olurdu. Bu 6 yılın 4 - 5 yılı amatör karmada geçti. İyi bir performansımız vardı. Ve takımımız, o zamanın literatüründeki ifadesiyle ’kafaya oynardı’.

Ali Sami Yen’in dili olsa

Koşullar nasıldı?
Tabii o zamanın şartları bugüne göre çok farklıydı. Yani şu Ali Sami Yen’in dili olsa da bir konuşsa... Ali Sami Yen, bizim top oynadığımız zamanlarda çim değildi. Çim saha diye bir şey bilmezdik. Çim de yapıldı ama sonra ne çim kaldı ne bir şey... Hele hele kış mevsiminde bir de don yaparsa, adeta tarlada top oynuyorsun. Top kontrolü diye bir şey söz konusu değil. Düştüğün zaman zaten bir defa kesinlikle vücudunun herhangi bir yeri, deri meri hepsi yüzülüyor. Şeref Stadı, Vefa Stadı da öyle. Zeytinburnu’nda Sümer Stadı vardı, o da öyle. Hepsi bizler için felaket yerlerdi. Giydiğimiz ayakkabılar zaten öyle şimdiki gibi ayakkabılar değil. Meşhur Dinyakos’un ayakkabılarını giyerdik. O ayakkabıyı alabilmek, giymek de lükstü. Dolapdere, Yenişehir’de zaten 3 tane kalfası vardı Dinyakos’un; bir İbrahim, bir Rahman, bir Fazlı diye; öldüler mi bilemiyorum. Onların ayakkabısı bunların en kalitelisiydi. Daha sonra tabi Adidas’a geçiş yaptık ama o Adidas’lar da çim saha için yapılmıştı. Bizim toprak sahalara dayanamıyordu, birkaç maçta bakıyorsunuz, hemen çivileri çıkıyordu. İmkânlar da öyle çok fazla değildi. Böyle enteresan şartlar içerisinde biz amatör kümede o futbol yaşamımızı sürdürmüştük.

Fenerliyiz, Fener’i yendik

Unutamadığınız bir anınız var mı?
Fenerbahçe ile bir hazırlık maçı yapıyoruz. Maç da Dereağzı denilen yerde... O zamanlar Fenerbahçe antrenmanlarını hep orada yapıyor. Tabii şimdi onların da aklında mıdır, değil midir bilemiyorum, ama biz o gün Fenerbahçe’yi yendik. Ama Fenerbahçe’nin de böyle çok kalite, zirve olduğu zaman... Yani Ziya bey’lerin, Fuat bey’lerin, Cemil’lerin oynadığı zamanlar... O gün bizi gerçekten bayağı hırpaladılar. Müdafaada Yılmaz filan vardı, o dönemin çok başarılı müdafaa elemanı, bilmiyorum şu anda sağ mı, Yılmaz ağabeyimiz tekme atmıştı. Ziya Bey, orta sahada, top tevziinde, sahadaki futbolun seyrini bir anda değiştirme noktasında, stiliyle o dönemin yıldızı, ki bugün bile ben orta sahada onun ayarında bir maestro göremiyorum. O gün o maçı aldık, ama biz onları böyle yenince tekme tokat girdiler. Bir taraftan da Fenerbahçeliyiz, Fenerbahçe’yi yendik. Dereağzı’ndaki o maçı tabii hiç unutamıyoruz.

Nasıl bir futbolcuydunuz? Nerede oynardınız?
Daha çok fiziğe, kondisyona dayalı bir futbol özelliğim vardı. İlk yıllarımda Camialtı’nda, İETT’de forvet oynadım. O zaman forvet, sağ açık, santrfor, sol açık şeklinde işlerdi. Yani ’kanat oyuncusu’ veya ’santrfor’ diye değil ’forvet’ diye geçiyordu. Daha sonra orta sahaya çekildim. Son 2 - 3 yıl da libero oynadım.

Yüklendim topa...

Saçınız bozulmasın diye kafa toplarına çıkmazmışsınız...
Yok... Öyle bir hassasiyetim yoktu. Yalnız bir gün bir Türkiye Şampiyonası’nda oynuyoruz. Şampiyonluğu kaybettik. Son maçımıza çıktık. Ankara’da bir Ankara takımıyla oynuyoruz. Hocam da beni o gün direkt takıma almadı, yedekteydim. İkinci devre sahaya sürdü. 1 - 1’di maç, frikik oldu. Arkadaşlar da frikiği bana bıraktılar. Saha da çamur, ağır, zaten hava da yağıyor. Ben de öyle bir boşluğu gördüm, oradan şöyle Yaradan’a sığınıp bir yüklendim topa... Vuruşumla, çatal diye tabir ederiz, top oraya takılıverdi ve o maçı 2-1 aldık.

Aileniz nasıl bakıyordu futbolculuğunuza?
Tabii, Camialtı’nda başlamadan önce olumsuzdular. Çünkü okumamı çok arzu ediyorlardı. (İlk dönem babamdan gizli oynadım). Ama Camialtı’nda başladıktan sonra iş resmileşti. O zamanlar amatör küme maçları gazetelerde yer alırdı.
Tabii artık işi gizlemek mümkün değildi. Camialtı’nda oynadığım zaman, 15 - 16 yaşında İstanbul Genç Karma’ya seçildim. Türkiye Şampiyonası’na giderken babanın onay vermesi lazım. Aksi takdirde takım sizi götüremiyor. Konuyu babama açma zaruretimiz oldu. Babama konuyu açınca, tabii babam biraz sinirlendi. ’Ben seni oku diye yetiştiriyorum, sen bu işe kendini verdiğin zaman okulu ihmal edeceksin, şudur budur’ filan dedi. Onun için ben Genç Karma ile Türkiye Şampiyonası’na gidememiştim. Tabii rahmetli babamın o hassasiyeti de bizi bir yerde bugünlere hazırladı. Demek ki hayırlı olmuş."


Okula imtihandan imtihana gidiyordum

Üniversitelerde kargaşanın yavaş yavaş başladığı günlerdi. Siyasetin içindeydiniz. Etkilendiniz mi o ortamdan?
Zor günlerdi. Sevgili annem eve gelene kadar ’Acaba bugün bir şey oldu mu?’ diye balkonlarda beklerdi. Zaten antrenman olduğu günler, hiç gitmiyordum. Antrenman dışındaki günlerde de okulda herhangi bir olay olduğu gün hiç gitmiyordum. Doğrusu okula o kadar gitmiyorduk. Sadece imtihandan imtihana gidiyorduk desem yeridir.

İETT ne kazandırdı size?
Oradaki o kantin çalışmasıyla filan sürekli halkımla bir arada olma, bir kurum çalışmasının nasıl olduğunu görme imkânını bulduk. Ve tabii bir de geleceğe orada hazırlandım. Ailemin, o sırada doğmuş olan iki çocuğumun ekmeğini oradan temin ettim.

İETT’den bu kadar çok ve değişik isim yetişmesini neye bağlıyorsunuz?
İETT çok geniş tabanlı, çalışanı çok fazla olan güçlü bir kamu kurumuydu. İstanbul’da da çok yaygın bir kurumdu. Anneler, babalar evladını kutlu devlet kapısında işe gönderme gayreti içindeydi. İETT’nin bu noktada İstanbul’da çok farklı, çok müstesna bir yeri vardı. Sanıyorum oradan kaynaklanıyor. Bize de bu teklif gelince, hele hele ’Bir taraftan orada istihdam edileceksiniz, bir taraftan da futbolunuzu oynayacaksınız’ dedikleri zaman, bizi çeken önemli yanlarından bir tanesi de buydu.

MİLLİYET GAZETESİ
Yayın Tarihi : 14 Aralık 2004 Salı 15:41:38
Güncelleme :14 Aralık 2004 Salı 15:43:27


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?