20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

OHAL'den korku notları

Celal Balangıç - Radikal Gazetesi

Diyarbakırlı iki gazeteci, Faruk Balıkçı ve Namık Durukan, OAL sürecindeki tanıklıklarını, yaşadıkları olayları, kaybettikleri arkadaşlarını kitaplaştırınca ortaya bir korku tüneli çıkmış.

Kesin kararlıydı PKK ’Newroz’u kutlamaya. Devlet de bir o kadar kararlıydı ’Nevruz’u kutlatmamaya. Müthiş bir gerilim yaşanıyordu Şırnak’ın Cizre ilçesinde. Çünkü sık sık gösteri yapılan ilçe neredeyse eylemlerin ’öncüsü’ durumuna gelmişti. İstanbul’dan, Ankara’dan, hatta dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler Kadıoğlu oteline üstlenmişlerdi. Lobideki koltuklar bile dolmuştu.

Bu kadar çok gazeteciye propaganda yapma fırsatı bulan PKK, 21 Mart 1992 ’Newroz’undan birkaç gün önce başlamıştı faaliyete. ’Bayrama’ birkaç gün kala bir köy korucusu ilçenin kenar bir semtinde öldürülüp elektrik direğine asılmıştı. Ertesi gün başka bir korucu ilçenin daha merkezi bir yerinde asılı bulundu. Ağzına ’görev sevk kâğıdı’ ile koruculuktan aldığı ücret kadar para tıkıştırılmıştı.

’Çıkması muhtemel’ olayları izlemeye gelen gazetecilere de yansımıştı gerginlik. Gazetecilerin bazıları lobide kâğıt, tavla oynayarak bekliyordu olayları. Gerisini Faruk Balıkçı ve Namık Durukan’dan dinleyelim:

"İşte ne olduysa o sırada oldu. Açık pencerelerin birinden içeriye bir el bombası atıldı. Gazetecilerin tam orta yerine düşen bu yabancı cismi görenler önce duraklayarak el bombasına, sonra da birbirlerine baktılar. Bir gazetecinin ’Bomba, bomba’ demesiyle hepsi kendisini bir tarafa attı. Kimi ayak altında ezildi, kimi de koltukları kendisine siper etti. Kısa süren ölüm sessizliğinden sonra bomba patlamayınca bunun kötü bir şaka olduğu hemen ortaya çıktı. Evet, bir gazeteci ile otel çalışanı, koltuğun ayaklığına kablo sararak bomba süsü vermiş ve içeri fırlatmıştı."

Olaylar başlıyor

21 Mart sabahı halk, evlerinden gösteri yapmak üzere Cizre sokaklarına çıkmaya başladı. Gazeteciler için beklenen an gelmişti. Olaylar hızla gelişti. Birden toplanan halkla, onları dağıtmak isteyen güvenlik güçleri arasında çatışma başladı.. Gazeteciler olayların çıktığı mahallelere koşuyordu. İzzet Kezer de bunlardan biriydi. O gün başlayan çatışmalar günlerce sürdü. Sonunda halk evine çekilmiş, sokaklar boşalmıştı. 23 Mart günü Kurtuluş Mahallesi’nden feryatlar yükselince gazeteciler çığlıkların geldiği yana koştu. Sokakta kimse görünmüyordu. İlan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağı vardı Cizre’de.

Tam mahalleye yaklaşmışlardı ki gazetecilerin üzerine mermi yağmaya başladı. Buldukları ilk eve attılar kendilerini. Daha sonra kendilerine üç tane beyaz bayrak yaparak otele dönmeye karar verdiler. Silah sesleri kesilince evden çıktılar. 10 kadar gazeteci daha 20 metre bile yürüyemeden makineli tüfeklerle taranmaya başladı.

"Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Kendimizi bahçesi geniş, demir kapılı bir evin önüne attık. Silahlar susmuyordu. Aramızda panik başlamıştı. Üzerimize yağmur gibi gelen mermilerden korunmak için birbirimizin altına girip korunmaya çalışıyorduk. Ancak panik nedeniyle altta olan, saniyeler içinde kendini üstte, üstte olan da altta buluveriyordu. Sürekli birbirimizi siper ederek korunmaya çalışıyorduk."

’Gazeteciyiz, ateşi kesin!’ diye bağırmaları da fayda etmiyordu. Bir ara bir evin kapısının aralanmasını fırsat bilip içeri dalacaklarken beş metre kadar gerilerinde bir arkadaşlarının elinde beyaz bayrak, boylu boyunca kanlar içersinde hareketsiz yattığını gördüler. Aynı gazetedeki arkadaşı Uğur "İzzet, İzzet, İzzet’i vurdular!" diye bağırıyordu "Alçaklar, İzzet’i vurdular."

Diyarbakırlı gazeteciler Faruk Balıkçı ve Namık Ekinci yeni piyasaya çıkan ve Olağanüstü Hal (OHAL) Bölgesi’ndeki habercilik tanıklıklarını içeren kitapları ’Ölümün İki Yakası’ adlı kitaplarında bu bölümü şöyle bitiriyorlar:

"Olaydan birkaç gün sonra İzzet’in kimler tarafından öldürüldüğü yönünde soruşturma başlatıldı. Bu çerçevede Cizre Cumhuriyet Savcısı otelde olaya tanık olan gazetecileri de tek tek dinleyerek ifadelerine başvurdu. Gazetecilerin çoğu, İzzet’in panzerden açılan ateş sonucu öldürüldüğünü anlattı. Aradan yıllar geçmesine rağmen, olay aydınlatılamadı ve konuya ilişkin dosya rafa kaldırıldı."

Çok değil, bu olaydan bir yıl sonra Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’ne
’esrarengiz’ iki kişi gelir. Cemiyet başkanına PKK’dan geldiklerini söylerler, Diyarbakır’daki tüm gazete ve ajans temsilcilerini toplamasını isterler. Cemiyette bir araya gelen gazeteciler, plakası okunamayacak şekilde silinmiş bir minibüse bindirilir. Silvan’ı geçerler. Malabadi Köprüsü’ne gelmeden toprak köy yoluna girer minibüs. Yolun sonunda dururlar. PKK’lıların gösterdiği dağ yolunda bir buçuk saat yürürler. Sonunda PKK’nın kampına gelirler. Kendini ’Çekdar’ diye tanıdan ’komutan’, bölgeye gazete sokulmasının yasakladığını, gazetecilik faaliyetlerinin de durdurulduğunu ’tebliğ eder’. Geri dönen gazeteciler bu kez ’PKK’ya gitmek’le suçlanır. Başta Diyarbakır olmak üzere pek çok kentte gazete dağıtımı yapılamaz. Ulusal gazeteler polisler tarafından satılmaya başlanır.

Faruk’la Namık’ın anlattıkları 1980’li ve 90’lı yıllar bölgenin en kanlı sürecini kapsıyor. ’Faili meçhul’ler, köy boşaltmalar, çatışmalar, esir alınan askerler, zorla koruculaştırmalar... Bir de bu süreçte, bölgede 15 gazeteci öldürülür. Biraz önce ayrıldıkları gazeteci arkadaşlarının kaldırımdan cesedini toplarlar, İzzet Kezer olayında olduğu gibi yanı başlarındaki arkadaşlarının kanlar içersinde yere yığılmasına tanık olurlar. Hatta birlikte tanık olduğumuz; Cizre’de özel timcilerin Fuat Kozluklu’yu deli gibi aramasını, kadınlar tuvaletine saklanan Fuat’ın otelin arka kapısına getirilen ’Tercüman gazetesi’ arabasının bagajında kaçırılması gibi olaylar yaşarlar.

’Her zaman hedefteydik’

O süreçte Güneydoğu’da gazetecilik yapmak gerçekten de ölümle yaşam arasında gidip gelmekti. Yaşanılan dönemi "Bölgede adım atmadığımız yer kalmadı. Tüm coğrafyayı arşınladık. Çatışmaların içersinde bulduk kendimizi. Olayları anlatırken objektif olmaya çalıştık. Haber için PKK kampını da ziyaret ettik, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonlarını da izledik. İşte böyle bir ortamda gazetecilik yapmaya çalıştık" diye anlatıyor Faruk’la Namık.

"Yanı başımızda hayata son bakışları yakaladık. Yaşamın kıyısından döndüğümüz çok anlar oldu. Kimi zaman bir ABD askerinin silahının namlusu üzerimize çevrildi, kimi zaman da yüksek sesle düşündüğümüz için birilerinin hedefi durumuna geldik. Hakkımızda kalemler kırıldı. O dönemin korkularını iliklerimizde hissettik."

Yaşadıkları o korkunç dönemi unutmamışlar. Tanıklıklarını, bir sorumluluk bilerek, yaşadıklarını kitaplaştırmışlar. Tarihe bir not düşmek istemişler. Bir gün elbette 40 bin kişinin yaşamını yitirdiği bu olayların gerçek sorumlularını soranlar çıkacak. Eline kan bulaşanlar da ’Nasılsa kimse bana hesap soramaz’ diye sevinmesinler. Çünkü hiç kimse olmasa o kanlı sürece tanık olan gazeteciler var. İyi ki de var. Yaşamla ölümün sınırında habercilik yaptılar. Hâlâ yaşıyorlar ve yazıyorlar!

RADİKAL GAZETESİ
Yayın Tarihi : 21 Haziran 2004 Pazartesi 18:23:21
Güncelleme :21 Haziran 2004 Pazartesi 19:27:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?