17
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Polis İşkencesiyle Bu Sefer de NTV Muhabiri Hacaloğlu Tanıştı

NTV Muhabiri Hilmi Hacaloğlu, DİSK tarafından Taksim meydanında yapılan bir basın açıklamasını izlerken sivil polislerce tartaklanarak gözaltına alındı. Bu olay, polisin medyaya yönelik tutumunu bir kez daha gözler önüne serdi. Geçmişten bugüne polis medya ilişkilerini Sansursuz.com'un sahibi, Gazeteci Fuat Kozluklu kaleme aldı.  Kendisi de bir "polis mağduru" olmuş olan Kozluklu, iğneyi medyaya da batırdı. İşte Fuat Kozluklu'nun "bazıları"nın hiç pek de hoşuna gitmeyecek yazısı: 

 

Polis İşkencesiyle Bu Sefer de NTV Muhabiri Hacaloğlu Tanıştı



Fuat Kozluklu
Türk Basınının eski bir mensubu

NTV muhabiri Hilmi Hacaloğlu, dün DİSK tarafından Taksim meydanında yapılan bir basın açıklamasını izlerken sivil polislerce tartaklanarak gözaltına alındı.

Yaklaşık iki saat gözaltında tutulan Hilmi Hacaloğlu, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde aralarında bir Emniyet Müdür Yardımcısı’nın da bulunduğu bir grup polis tarafından dövüldü.

Beyoğlu'nda gözaltında tutulan Hacaloğlu'nun durumuyla ilgili polisin yaptığı açıklama ise tam bir komedi.

Emniyet konuyla ilgili olarak basına yaptığı açıklamada, Hacaloğlu'nun zorunlu misafir olduğunu söyledi. Hacaloğlu'nun işlediği suç hakkında ise bir açıklamada bulunulmuyor.

Ardından bir dolu açıklama yapıldı, kınamalar dile getirildi, sorumluların cezalandırılacağı söylendi...

Polis dayağı sonucu sol kolu üç yerinden kırılmış ve bugüne dek bu konuda ilk defa yazan 'polis dayağı ve işkencesi nedir bilen deneyimli' gazeteci olarak düşüncelerimi paylaşmak istedim ki- beklenti çıtası yükseltilmesin, gerçekci olunsun:

1989 yılı 4 Mayıs günü o günlerde çalıştığım Cumhuriyet gazetesi muhabiri olarak İstanbul Zeytinburnu'nda bir cenaze törenine gönderilmiştim. Sol görüşlü bir grubun üyesi olan 19 yaşındaki Mehmet Akif Dalcı'nın cenaze töreniydi. Polis ile cenazeye katılanlar arasında taşlı-sopalı, daha sonra da silahlı çatışma çıktı.

Biz gazeteciler fotoğraf çekerken polis gazetecilere saldırmaya başladı. Bir grup üniformalı polis (Çevik Kuvvet) daire oluşturarak beni ortalarına aldılar; copları ve sopalarıyla, bedenimin her bir noktasına vurmaya başladılar.

Herkesin gözü önündeydi polisin yaptıkları...

Gazeteci arkadaşlarım da fotoğraflamıştı bu anı... Benim gibi 5-6 gazeteci polis tarafından dövülmüştü.

Diğer gazeteci arkadaşlar bizleri polisin elinden zar zor da olsa kurtardılar ve bir arabaya bindirerek en yakındaki Balıklı Rum Hastanesi'ne götürdüler.

Doktorlar ilk müdehaleyi yapmaya hazırlanıyordu ki, sivil polisler yatırıldığım odayı bastı, götürmeye kalkıştı...

Kol kırmak yeterli değildi, kafasını ezmek gerekirdi, belki de amaçları "şehir cereyanıyla tanıştırıp romatizmamı iyileştirmekti".

Bir Rum doktor çıkıştı ve "burası hastane, önce bir kolunu alçıya alayım ondan sonra varsa bir suçu ifadesine başvurursunuz. Ayıptır, yazıktır böyle yapmayın" diyerek yatırıldığım hastane odasından çıkardı.

Kolumun kırık olduğunu söyleyen doktor, diğer gazeteci arkadaşlarıma arka kapıdan çıkarılarak götürülmemi salık verdi.

Gazeteci arkadaşım Halil Nebiler ve Ali Tevfik Berber hastanenin arka kapısından beni kaçırıp Nişantaşı'ndaki Amerikan Hastanesi'ne götürdüler.

İğne, film çekimi ve alçı, ardından da aylar süren fizik tedaviyle kolum biraz olsun düzeltildi.

Sonrasında dönemin Başbakanı Turgut Özal, bazı bakanlar ile İstanbul Emniyet Müdürü falan arayıp geçmiş olsun dileklerini ilettiler.

Hürriyet yazarı Oktay Ekşi ve dönemin Gazeteciler Cemiyeti Başkanı merhum Nezih Demirkent de beni ve diğer dayak yiyen gazeteci arkadaşları alıp Vali ve Emniyet Müdürü'nün yanına götürdüler. Onlar da Ekşi ve Demirkent'e "sorumluların gereken cezayla tanıştırılacağı" yalanını söyleyip savuşturdular.

Ertesi gün gazetelerde boy boy resimlerimiz, 'sorumlular cezalandırılacak' palavraları yayımlandı.

Ben ve diğer arkadaşlarımızı döven, kolumu kıran polislerin bizleri "adam etmeye çalışırken" çekilmiş resimleri vardı gazetelerde.

Suç belgelenmişti.

Ankara'da Bülent Ecevit öncülüğünde bir grup gazeteci arkadaş kalemlerini Başbakanlık önüne koydular. İstanbul'da Gazeteciler Cemiyeti binasından Valiliğe yürünerek polisin saldırısı kınandı; valiliği çevreleyen demir parmaklıklara fotoğraf makineleri asıldı. Kınama bildirileri okundu.

Bu durum karşısında Turgut Özal "Gazeteciler karete öğrensin" dedi alay ederek.

Özal döneminin siyasilerden para alan, mevki sahibi yapılan ve de yakınlarına çıkar sağlayan "gazeteci" tayfası ise; polis abileri ile siyasetçi büyüklerine "abi boşverin bunlar genç çocuklar kim bilir ne yapmışlardır?" demişti.

Meslek örgütleri açıklamalar yaptı, olayı kınadı. Yani usulen yasak savıldı. Yabancı haber ajansları fotoğraflarımızı abonelerine dağıttı, dünyanın birçok yayın organında Türkiye'de polisin basına tavrı haber oldu.

Tüm bu olanlardan geriye, ömür boyu sızlatan acısıyla yaşamak zorunda kalacağım üç yerinden kırılmış bir bilek ile gazete küpürleri kaldı.

Aradan 15 yıla yakın zaman geçti, zihniyet değişmiş değil...

Nasıl değişir ki;

Polislere "Amirim" diye hitap eden ve de belinde silahla çalıştığı yere girip çıkan gazeteci kılıklı ne olduğu bilinmeyen basın karlı tiplerle mi? değişir...

Hukukun adamına göre işlediği, banka hortumcularının beyefendi ve hanımefendi muamelesi gördüğü, 'Yüzü Taleban'a Dönük' dedikleri Recep Tayyip Erdoğan'a Başbakan olduktan sonra el pençe duranlarla mı?

Erdoğan'ın Özal ve Mesut Yılmaz'dan farkı ne? Çıkarlarına hizmette kusur etmeyecek hale getirdiği gazeteciler mi muhalefet yapacak?

Bu düzende gerçek basın emekçileri umutlanmasın bence...

Hem düşünsenize Metin Göktepe'nin katilleri 'Türkiye'nin Gurur Duyduğu Adamlar' ilan edildi, basında bir iki kalem hariç çoğu unuttu gitti bile olup-biteni.

İşkenceci oldukları her yönüyle belgelenmiş ve yargılanmalarına karar verilmiş polisler hala bulunamamakta, yargı önüne çıkarılamamaktadır. Çıkarlmak istenmemektedir.

Güneydoğu'da gazetecilik yapan meslekdaşlarımızın onlarcası yıllardır dövülüp, tehdit ediliyor, işkenceye maruz kalıyor. Hilmi kızmasın... İstanbul ve Ankara'da gazetecilik yapanlar dayak yediğinde basın kuruluşları feryad ediyor... Bir başka ifadeyle samimiyetsizlik ve örnekler o kadar çok ki, burada kısaca anlatılır gibi değil.

Ülkenin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, "Kurtlar Vadisi" adlı Türkiye'nin Mafya batağında yaşadığını açık açık belgeleyen diziyi zevkle izlediğini söylüyor... Öyle ki, Bakan, yani emniyetin en büyük amiri Aksu, bu diziyi izlerken aranıp rahatsız edilmesin diye telefonlarını dahi kapattığını keyifle söyleyebiliyor.

Ve de son olarak bir not daha...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Ocak ayı sonundaki ABD ziyaretinde çoğu "basın mensubu" kılıklıyı gördüm.

Erdoğan ve ekibine görünmek, gözlerine girmek için paralandılar...

Basın kartı taşıyanların büyük bölümü, ceplerinde çoğu "kaynağı belirsiz" harcırahlarını alış-verişte değerlendirdiler.

"Dünyaları biz yarattık" edasındaki tiplerin büyük bölümü AKP'liler karşısında el pençe; "emir" bekliyorlardı..

Anlamadan, dil bilmeden AKP takımı ne dediyse onları aktardılar Türk kamuoyuna. Bir iki gazeteci arkadaşımız hariç...

Uzun oldu... Bilinmeyenleri aktarıyormuşum gibi bir yanılgıyla kafa şişirdim...

Bu mesleğin sayılı "gerçek emekçilerinden" biri olan yürekli, kişilikli, eğitimli ve de cesur Hilmi Hacaloğlu'na geçmiş olsun diyorum...

NOT: Yukarıdaki yazıda, emniyet teşkilatının "ehliyetini" kötüye kullanmayan rüşvete bulaşmadan yaşam mücadelesi veren görevlileri ile yine işini yaparken bireyin özlük haklarına saldırmayan ve kendini toplum üstü görmeyip kamu görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışan gazetecilerden söz etmediğimi vurgulamalıyım.

www.sansursuz.com
Yayın Tarihi : 5 Mart 2004 Cuma 22:00:00
Güncelleme :5 Mart 2004 Cuma 21:33:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?