Türkiye’nin en büyük sıkıntısı, farklı yaşam tarzlarının birbiriyle rekabet içinde olması ve bu rekabetin çok sertleşmiş olması. Bu çatışmayı 10 yıl içinde aşabileceğimizi düşünüyorum. Fakat bunun için ilköğretim okullarında, liselerde daha fazla sosyal sorumluluk projeleri geliştirilmeli ve insan hakları dersleri müfredata alınmalı...”
Hocam, sizinle de klasik soruyu sorarak başlamak istiyorum söyleşiye. 10 yıl sonra Türkiye nerede olur?
Bu sorunun cevabını ancak üç boyutta yanıtlayabilirim. Demografik, sosyal ve kültürel boyutta... Demografik boyutta baktığımız zaman şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz; Türkiye’nin genç bir nüfusu var ve bu nüfusun dörtte biri işsiz. Bu çok yüksek bir oran. 65 yaş üstü yaşlı nüfusta da artış var. Ama nüfus yapımız hâlâ piramit şeklinde. Yani gençler altta büyük kısmı oluşturuyor, yaşlılar yukarıda küçük bir bölümü. Bu piramit, Türkiye geliştikçe bir dikdörtgene doğru dönüşüyor. Fakat 10 yıl sonra hâlâ bir piramit şeklinde olacak.Bu demektir ki çok sayıda çocuk ve gence eğitim ve istihdam olanakları yaratmak gerekiyor. Böyle bir durumda, eğer Türkiye makro ekonomik politikalarını istihdam yaratacak şekilde yönlendiremezse, sosyal sorunlara yol açabilecek bir gidiş ortaya çıkacak. Ama Türkiye’nin enerji alanlarında birtakım projeleri var. Şu anda petrol aramaları sürüyor, eğer petrol bulunur, yeni iş sahaları ortaya çıkarsa bu gençlerin büyük kısmının istihdamı mümkün olabilecek ve Türkiye’nin ekonomik gelişimiyle, demografik gelişimi arasında bir uyum olacak. Eğer gerçekleşemezse, işsizliğin sorunlar yumağına dönüştüğü bir ülke olabiliriz.
Şu anda da 10 milyona yakın işsiz var Türkiye’de. Ama sosyal patlama olmuyor...
İşsiz sayısı daha da artabilir. Şu anda hâlâ akrabalar arası, aile arası, ayrıca cemaat tipi dayanışmalar Türkiye’de çok güçlü ve bu dayanışmalar sosyal patlamaları önleyebiliyor. Ama 10 yıl sonra nasıl olur bilemiyoruz.
Peki, diyelim ki genç nüfusa istihdam yaratılamadı?
Eğer işsizlik bu şekilde devam eder, hatta artarsa Türkiye için sosyal bir istikrarsızlık sorunu yaratacaktır.
Yani o zaman cemaat dayanışması, akraba dayanışması da yetmeyecek mi?
Şu anda zaten Türkiye’de o dayanışmalarda da bir kırılma gözlemleniyor. İstanbul’un özellikle kıyısındaki semtler üzerine araştırma yapan arkadaşlarımız, eski aile ve akraba dayanışmasının da çözülmeye başladığını gözlemlediler. Eğer 2009 krizi iki yıl içinde atlatılabilirse o zaman büyük sorunlar ortaya çıkmayacaktır. Ama kriz daha uzun dönemli olarak Türkiye’de işsizliği artırırsa, sorunlar daha da büyüyecektir. Şu anda bütün bunları görerek, ona göre politikaların oluşturulması gerekiyor.
Peki 10 yıl sonrasına kültürel boyutta bakarsak...
Türkiye’nin en büyük sıkıntısı farklı yaşam tarzlarının birbiriyle rekabet içinde olması ve bu rekabetin çok sertleşmiş olması. Farklı yaşam tarzlarının rekabeti, siyasi gerilimi de beraberinde getirmiş durumda. Önümüzdeki 10 yıl içinde ben bu rekabetin aşılacağını, insanların birbirlerini kabul ederek, daha barışçıl bir ortamda yaşayabileceğini düşünüyorum. Fakat bunun için ekonomik refah çok önemli. Ayrıca bizim bu farklı yaşam tarzlarının rekabetini bir gerilime dönüştürdüğümüz bugünün Türkiye’sinden çıkmak için de okullarda sosyal sorumluluk projelerine yer verilmesi, insan hakları derslerinin, çatışmanın çözümüyle ilgili derslerin okutulması gerekiyor. Bunlar çok önemli...
‘Muhafazakârlar liberalleşiyor...’
Muhafazakâr ve laik kesim arasındaki çatışma giderilebilir mi sizce?
Dediğim gibi, şu anda farklı yaşam tarzları arasındaki rekabet oldukça sertleşmiş durumda. Bu sertleşmenin yumuşayabilmesi için, Türkiye’de hep biraz farklı olanın ötekileştirildiği, ötekine karşı düşmanca tavırların alındığı bir ortamdan çıkabilmek için ilkokullarda, liselerde daha farklı bir müfredata, daha fazla sosyal sorumluluk projelerine ihtiyaç var.
Muhafazakâr kesimle laik kesim barış içinde yaşamayı öğrenecekler yani?
Evet. İyimser senaryoya göre öğrenecekler.
Araştırmalara göre toplumun yüzde 70’i muhafazakâr, yani laikler azınlıkta. Mahalle baskısı olmaz mı sizce?
Muhafazakârlıkla ilgili çalışmalarda şunu görüyoruz; çok katı muhafazakâr çizgide olanların oranı yüzde 70 değil. Bu 10 yıllık süreçte muhafazakârların da dönüşmesi söz konusu. Modern muhafazakârlar diye ayrı bir grup oluştu. Muhafazakârların liberalleştiğini görüyoruz. Ben şu andaki sancılı süreçten 10 yıl içinde kurtulacağımızı düşünüyorum. Bu iyimser senaryo, iyimser olmayan senaryoda ise bu gerilimin devam edeceğini ve çatışmanın çözümü için gerekli kültürel dönüşümün gerçekleşemeyeceğini söyleyebiliriz.
Dini değerlerin yükselişi doygunluğa ulaşmak üzere
Hangi senaryo ağır basıyor sizce? İyimser olan mı, kötümser olan mı?
İnanın, bilemiyorum. Genelde bu tür analizlerde biz hep iki senaryo ortaya koyarız. Burada iyimser senaryo, muhafazakâr kesimin de belli bir dönüşümden geçeceği, birçok kesimin Türkiye’de ötekine farklı bakmanın zararlarını anlayacağı ve uzlaşma kültürünün olgunlaşacağı yönünde. Kötümser senaryo ise bu çatışmanın devam edeceği, zaman zaman da sertleşeceği yönünde. Ben iyimser senaryoya daha fazla şans tanıyorum. Muhafazakârların da dönüştüğü bir dönem geçireceğiz. Şu anda o çok sert olan rekabet siyasi gerilim yaratıyor. Ama bu siyasi gerilimde Türkiye’nin geçmiş yıllara dayanan tecrübesi devreye girecek ve ben bu gerilimin aşılması için o beğenmediğimiz aydınların da büyük gayret sarf edeceğini düşünüyorum. On yıl önce muhafazakârların hepsi katı bir muhafazakâr çizgideydi, bugün modern liberal muhafazakârlar var. Ben birkaç yıl içinde muhafazakârların dönüşeceğini düşünüyorum. Fakat şu çok önemli, hangi değişken Türkiye’deki bu rakip hayatların çatışmasını etkileyecektir; ekonomik ve sosyal refah... Bunlar olmadığı sürece insanlar birbirleriyle çatışmak için zaten bir sebep bulacaklardır. Tarih bize hep gösteriyor ki, çok yüksek nüfusun ve kıt kaynakların olduğu ülkelerde çatışmalar kaçınılmaz.
Peki genelde toplum daha muhafazakârlaşacak mı?
Hayır. Türkiye’de dini değerlerin yükselişinin devam edeceğini düşünüyorum. Ama şu anda belli bir doygunluk çizgisine varmak üzere. Son on yılda dini değerlerin yükselişini gördük, bu yükseliş devam edecektir, fakat geçmişteki on yıla göre daha düşük bir ivmeyle devam edecektir.
2010’da nasıl bir Türkiye olacak analizini yapabilmemiz için üçüncü bir değişken olarak Türkiye’nin AB ile olan ilişkisine bakmak istiyorum. Avrupa’daki elitlerin ve politika yapanların Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden kopmaması için ellerinden geleni yapacaklarını düşünüyorum. Zira Türkiye’nin Avrupa’dan kopması Avrupa için de istikrarsızlık yaratabilir. Eğer Türkiye istihdamla ilgili sorununu çözmezse, büyük ekonomik krizlerle siyasi çalkantı yaşarsa AB, Türkiye’ye mesafeli duracaktır. Çünkü şu anda yeni içine aldığı üyeler Avrupa Birliği’ni ekonomik olarak çok zorluyor. AB kendi içinde bu krizi aşamazsa o zaman Türkiye’yle olan ilişkilerini de özel statülü ortaklık seçeneğine doğru götürmeye çalışacaktır.
Sonuç olarak Türkiye, laik ve dindar kesim arasındaki çatışmayı aşacak diyorsunuz...
Aşabilir. Bu konuda optimistim.
Yani bir başörtü sorunu kalmayacak mı 10 yıl sonra?
Başörtüsü bir sorun olarak görülmeyebilir, bir sorun olarak algılanmayabilir.
İçki de aynı şekilde bir sorun olarak algılanmayabilir mi?
Şu anda içki çok sembolleştirilmiş durumda ve bu sembolleştirilme de farklı yaşam tarzlarının rekabetinde müthiş bir çatışma yaratıyor. Eğer uzlaşma kültürü yerleşirse ve insanlar çatışmanın beyhudeliğini, ne kadar yıkıcı olduğunu anlayacak olgunluğa ererlerse, ne başörtüsü bir sorun olarak algılanır, ne de içki... Aynı şekilde Kürt sorununda da bir tekel söz konusuydu ve bu tekel de çatışmacı kültürden yararlanıyordu. Fakat artık o da kırılmaya başladı. Yeni Kürt aydınları ortaya çıkıyor, onların bir platform oluşturması, önlerinin açılması lazım, ki bu sorun da çözülebilsin...
ne yatıyor bu işin özünde(özenti,kendisini birşey sanma gibi durumlar...)