25
Mayıs
2024
Cumartesi
EĞİTİM

YGS'NİN DİLİ VE MUTLAK GERÇEK

Sınavlarıyla, dersaneleriyle, düzenleyici ve yürütücüleriyle hergün milyonlarca kez çoğaltılan bu dilin yerine başka bir dil kurulmalı.

Sınav yalnızca bilgiyi sınamaz, aynı zamanda bilgi verir, varsayımlarını alanen ya da gizlice zihinlere sokar. Oluşturduğu dille sınava hazırlananın ve sınava girenin de dili olur. Sınavda kullanılan dil, totaliter, mutlak gerçeğin varlığını kabul eden, sorgulamayı değil, söyleneni öznesine bakmadan doğru kabul eden bir yapıda kurulduğunda bu dili de bilgiyle birlikte yansıtmış, çoğaltmış ve genel kabul haline getirmiş olursunuz.

Bir insan karşınızda size elli yaşına gelene kadar neler öğrendiğini anlatıyor(s.37). Sabrı, bağışlamayı, hayatın vermediklerinin hesabını insanlardan sormamayı, vazgeçmeyi, yetinmeyi, dostluklarını eskitmeyi. “Bu sözleri söyleyen kişi neyle nitelendirilemez?” Neden nitelendirilemez, soru bunu söylemiyor. Söylediklerini doğru kabul edersek mi, yoksa yaşına hürmeten ya da evrensel insan haklarına karşı geleceğimiz için mi niteleyemeyiz, bunu bilemiyoruz.

Örneğin bunları söyleyen bir insanı “yapabileceklerinin farkına varan” diye niteleyebilir miyiz? Vazgeçmenin, sınırların, yetinmenin propagandasını coşkuyla yapan bir insanın gerçekten yapabileceklerini sınadığına, sınırlarını doğru anladığına inanır mısınız? Ama sınavı hazırlayanlara göre bu şekilde nitelendirebilirmişiz bu insanı. Ama “başkalarının sorunlarını kendi sorunu sayan” diyemezmişiz örneğin. Yani bu sözleri söyleyenin öyle birisi olamayacağını düşünüyor soru (sınavı hazırlayan ya da düzenleyen yerine, “soru” demek görünmez ve hepimizi saran bir gücü çağrıştırdığından böylesi daha iyi). “Hangi niteleme bu söylediklerinden çıkarılamaz?” diye de sormuyor. Kesinlikle nitelenemeyecek olanı bulmamızı istiyor. Dil soruyu geçersiz kılıyor aslında ama bu dile artık aşina olan bizler de bunu fark edecek durumda değiliz.

Bu dil kendini sadece sorularda değil metinlerde de tekrarlıyor. İsimsiz verilen metinler ( ki bunların nesnel gerçekleri içermesi beklenir) anılarını yazan kişinin kendini önemsememesini (s.31); bu çağda yazarların (müthiş bir genelleme becerisiyle) üzerinde düşünülmeyi gerektirmeyen, ikinci kez okunmaya değmeyecek, popüler edebiyat yaptığını (s.38); günümüzde yayıncıların da çok satan kitapların peşinde koştuğunu, bu yüzden yazarların da nitelikli ama okunmayan kitap yazma yerine (sanki daha metin ortaya çıkmadan okunmayan kitap yazayım diye yola çıkan yazar olabilirmiş gibi), popüler roman üretmeyi yeğlediğini (s.9); sanatçının kendini yetersiz görmesi gerektiğini (soru 2); sanatçıya görevini anımsatmanın ve onu uyarmanın toplumsal bir sorumluluk olduğunu (gözünüzün önüne “akıllı ol Orhan Pamuk” diyen Yasin Hayal gelmiyor mu?) (soru 6) söylüyor. Sınav kitapçığının sayfalarından mutevazılık maskesi altında aksi aksi söylenen, sürekli genelleyen, yargılayan, ‘doğru’sunu gösteren, zekayı, yaratıcılığı değil, yaşı, tecrübeyi öven, mutlak doğruları olan insanların sesi duyuluyor. Bunların hangi insanlar olduğu bilinmediğinden ve bizim dar zamanda sorulara yanıt bulmamız beklendiğinden ses sorgusuz sualsiz ve kimliksiz, otorite olarak kabul görüyor.

Sanatta başarısının sırrını açıklarken insan evinde ne görürse onu yapıyor anafikrini savunan sahte mutevazılığın içinde biraz da böbürlenme kokan bir metnin asıl anlatmak istediği sorulduğunda (soru 36) konuşan kişinin, kendi sanatçı bakışını atalarından kalıtsal bir miras gibi devraldığını söylemek istediğini haykırasınız geliyor ama soru, size bu adamın asıl söylemek istediğinin “insanın yetişmesinde yakın çevresinin önemi” olduğunu söylüyor. Hayatınızı böyle konuşan insanların asıl amacını anlamayasınız diye yani evinde sanatçı olmayandan sanatçı çıkmaz söylemindeki elitist tavrın aslolan olduğunu anlamayasanız diye- şimdiden eğitiliyorsunuz.

YGS’de kullanılan dile göre herşey o kadar açık ki, bu dünyada, kuşkuya, sorgulamaya, söyleyenin art niyetine, iktidar kurma çabasına yer yok. Söyleyeni bilinmeyen sözlerle iktidar zaten kurulmuş, bize düşen; gördüklerimiz doğruysa ne dememiz uygun olur, bunu bilmek. Böyle bir dilde “günümüzde yayıncılar, çok satan kitapların peşinde koşuyor, bir yazarın ya da kitabın değerini ne kadar sattığı belirliyor” cümlesi (s.9-a şıkkı) bir “saptama” yani “bir durumu kuşkuya düşürmeyecek biçimde gösterme” olabiliyor; ve “ahlak nedir?” yerine (yani toplumsal normları sorgulamak yerine) “niçin ahlaklı olmalıyım?” sorusu (sb. s. 32) felsefi bir soru haline geliyor.

Bu dil, bize hep bu doğrularla kurulu bir tarih sunduğundan kimi zaman kendi içinde de çelişiyor ama ne gam! Osmanlı Devleti’nde, müslüman ve müslüman olmayan toplulukların kendi dinleri ve mezheplerini sürdürerek bir arada bulunmasının, toplumunun kaynaşmasına yardımcı olmadığı kabul ediliyor (sb.s.8). Yani doğru kalbul edilen seçeneği alırsak toplumu oluşturan grupların benliklerini korumasını sağlamak kaynaşmayı engelliyor. Bu veriyle birlikte bir kaç soru sonra (sb.s.14) Atatürk’ün “Türkiye halkı, ırki veya dini ve kültürel yönden birleşmiş ... toplumdur.” deyişinde kültürel zenginlikleri paylaşan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kastettiğini kabul etmemiz isteniyor. Ama kaynaşmakla birleşmek eğer benzer toplumsal süreçlerse Atatürk’ün sözlerinden kültürel zenginlikleri paylaşalım sonucu çıkarmak Osmanlı Devleti’nde kültürel zenginlikleri korumanın kaynaşmayı engellediği sonucunu geçersiz kılıyor. Tabi ki bu sorularda birleşmek ve kaynaşmanın olumlu ve asıl amaçlanan olması gerektiği de gizli bir bilgi olarak zihinde yerini alıyor. Bu amaca ters hareket eden Balkan devletleri de bir sonraki soruda, Osmanlı’nın zaafını kollayan birer ‘hain’ olarak bekleşiyor.

Bu sınavda, ya da diğerlerinde, daha açığı Türkiye’de eğitim sisteminde kurulan dilin, bu dilin kurduğu “söylenemez”li, “kesinlikle yanlıştır”lı, “mill birlik ve beraberlikli” tek doğrulu dünyanın bizi birbirimize düşman eden, birbirimizin yaşam biçimine, varlığına karışma hakkına sahip olduğumuzu sandıran dünya olduğunu düşünüyorum. Yüzbinlerce gencin bu dil içinde öğrenecekleri herşeyin baştan yanlış olacağını da. Sınavlarıyla, dersaneleriyle, düzenleyici ve yürütücüleriyle hergün milyonlarca kez çoğaltılan bu dilin yerine başka bir dil kurulmalı. O dilde sosyal bilimlerde bilginin farklı bakış açılarına göre başkalaşağı -bu sınavın nasıl olup çıkarılmamış doğru yanıtındaki gibi (sb.s. 33)- ilk madde olarak yazılmalı.

Volkan Aran - Radikal
Yayın Tarihi : 18 Nisan 2010 Pazar 15:43:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?