20
Mayıs
2024
Pazertesi
EKONOMİ

KRİZ, PİYASACILIĞIN UÇ NOKTAYA VARMASINDAN KAYNAKLANDI...

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş, global krizin gündeme getirdiği ‘piyasa ekonomisi’ tartışmalarını Milliyet’e değerlendirdi.

Derviş, “Bu krizle birlikte ’insanların güvenliğini ve devletin işle-vini unutmayalım’ diyenler güçlenecektir ama bunun nasıl bir devlet, nasıl bir denetim olacağı konusunda tartışmalar devam edecek” dedi. Keynesyen görüşlerin, ’Evet, makro müdahaleyle görevli bir devlet gerekiyor’ yaklaşımının güçlendiğine dikkat çeken Derviş, “Piyasa ekonomisi verimlilik, büyüme ve refah yaratma açısından yararlı bir araç ama bütün toplumu yönetmesi abartılı oluyor ve bu kriz de biraz piyasa ekonomisinin ve piyasa anlayışının uç noktaya gelmesinden kaynaklanıyor sanıyorum” diye konuştu.

Derviş, danışma kurulu üyesi olduğu Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi’nin (EDAM) AB, Ortadoğu ve küreselleşme konularında geçen hafta düzenlediği yuvarlak masa toplantıları nedeniyle bulunduğu Bodrum’da, Milliyet’in sorularını yanıtladı:

Küresel kriz, piyasanın düzenlenmesinden yana olan politik akımlar için ne ifade ediyor?

Bu krizin gidişatına çok bağlı. Ne kadar derin olacak, ne kadar uzun sürecek?.. Etkileri de biraz buna bağlı olacak. Siyasal etkileri de mutlaka olacak ama ölçüsünü şimdiden tahmin etmek kolay değil.

Fakat piyasa mekanizmasıyla sosyal güvenlik ve insanlara güvenlik veren sosyal politikalar arasındaki dengeyi biraz değiştirecek sanıyorum. Piyasa ekonomisi verimlilik, büyüme, refah yaratma açısından yararlı bir araç ama bütün toplumu yönetmesi abartılı oluyor, kriz de biraz piyasa ekonomisinin ve anlayışının uç noktaya gitmesinden kaynaklanıyor sanıyorum.

Piyasayla devlet arasında bir denge gerekiyor... Ve dünyanın belli kesimleri bu dengeyi kaçırdılar gibime geliyor. Bunun maliyetinin ne kadar olacağını şu anda henüz bilmiyoruz.

Finans sektörü daha iyi denetlensin demek doğru değil; (çözümü) piyasayı kullanan bir toplum ama piyasanın egemen olmadığı bir toplum biçiminde görenler sanıyorum çoğalacak. Yani demokratik bir sistemi yansıtan devletin piyasayı yönetebilmesi lazım. Halbuki yaşanan krizde, finans piyasası sanki tüm topluma hâkim oldu gibi bir durum ortaya çıktı.

Bu bakımdan sanıyorum devlet ile piyasa arasındaki denge tartışılacak. Ama hiç kuşkusuz geriye dönülmeyecek; yani piyasayı kullanmadan da kalkınabiliriz demek anlamında değil ama denge anlamında. Toplum ile piyasa arasında, piyasa mekanizmasıyla demokratik devlet arasındaki denge anlamında.

‘Piyasacılar şaşkın durumda’

Bunun özellikle Batı âleminde siyasi değişimlere neden olmasını bekliyor musunuz?

’İnsanların güvenliğini ve devletin işlevini unutmayalım’ diyenler bir bakıma güçlenecektir ama bunun nasıl bir devlet, nasıl bir denetim olacağı konusunda tartışmalar devam edecek.

Bu finansal bunalımın Amerika’daki ortamı da etkilediğini şimdiden görüyoruz. ’Her şeyi piyasa halleder, devlete hiç ihtiyaç yok’ diyen kesim hiç kuşkusuz zayıfladı ve Amerika birden bire finans sektörünü büyük ölçüde devletleştirmek durumunda kaldı. Devletin hiç bir şekilde piyasaya müdahalesini istemeyenler tabii bu durum karşısında şaşkın vaziyetteler. Fakat başka çarenin de olmadığını herkes kabul etmek zorunda kaldı.

Bence tarihte geriye dönüş olmuyor da, yani eski akımların yeniden canlanması anlamında değil; yeni bir sentezin, yeni bir ekonomi, sosyal politikanın oluşmasının temelini herhalde atmış oluyoruz bu tartışmalarla.

Bence diğer bir önemli yönü devlet dediğimiz zaman neyi kastediyoruz? Şöyle bir sorun var ortada: Kriz ülkelerin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gösterdi. Amerikan emlak piyasasında başlayan bir kriz hemen Avrupa’ya sıçradı, Avrupa’dan bütün dünyaya da sıçradı. Bankalara müdahale uluslararası düzeyde olmak zorunda kaldı. Her ne kadar devletler düzeyinde yapıldıysa da belli bir koordinasyon içinde yapılmak zorunda kalındı. Şimdi reel ekonominin sorunlarını gözeten birtakım maliye politikalarının daha iyi ve etkili biçimde bu reel yavaşlamayı önlemesi gerekiyor. Dolayısıyla mutlaka uluslararası bir dayanışma ve eşgüdüm içinde politikalar üretmek gerekiyor.

Bunun kurumları mevcut mu?

Bunu tek başına ulus devletler yapamayınca ortada ciddi bir sorun var. Bunu kim yapacak?.. Bir tanesi, ulus devletlerin bir araya gelip bir karara varmaları... Bu tür kararların mekanizmasını hiç olmazsa daha önceden hazırlayıp gerektiğinde yürürlüğe koyabilecek uluslararası kuruluşlara ihtiyaç var. Bu uluslararası kuruluşların da meşru olması lazım, yani insanlık tarafından kabul edilmesi lazım.
Dolayısıyla devlet-piyasa dengesini küresel düzeyde de düşünmek lazım.
Bundan Kuzey-Güney, Doğu-Batı diyaloğu nasıl etkilenecek?

Kuzey-Güney de çok önemli çünkü bu tür uluslararası dayanışmanın ve karar verme mekanizmalarının meşru olması için artık bugünkü dünyada güneyi dışlamak mümkün değil, gelişmekte olan ülkelerin bu karar mekanizmalarına marjinal düzeyde katılmaları artık kabul edilemez noktaya geldi.

Bugün bir Çin, bir Hindistan, Brezilya ama genelde daha ufak ülkeler, Kore, Türkiye ve Meksika gibi ülkeler bile söz sahibi olmak istiyorlar haklı olarak, olmaları da gerekir. Dolayısıyla sadece G-7’lere, zenginler kulübüne dayalı yapıların devam etmesi pek mümkün değil. Yeni yapılar oluşturmak gerekiyor.

‘İç kaynağı güçlüler iyi durumda’

Bu bölge petrolü olmayanların halklarını mutlu edemediği bir bölge. Krizin bölgeye etkisi ne olur?

Kesinlikle reel sektör etkilenecek; bugün dünyada ciddi bir talep düşüşü var. Kredi darlığı, kredi sıkıntısı var. Yani hem ihracat piyasalarında canlılık göstermek hem de yatırımın finansmanını sağlamak açısından ciddi zorluklar oluştu dünyada.

Ama tabii ülkeler bu zorluklar karşısında farklı konumlarda. İç tasarrufu olağanüstü yüksek olan bir Çin, rezervleri 2 trilyon doların üzerinde olan bir Çin için en ciddi sorun ihracat piyasasında. Dolayısıyla bir yatırım finansmanı sorunu yok Çin’in. En kötümser tahminler bile Çin’in yüzde 7 hızıyla büyümeye devam edeceğini projekte ediyor. Yüzde 10’dan yüzde 7’ye düşüyor. Ama yüzde 7 de çok ciddi.

Kendi kaynak dengesi güçlü ülkeler daha iyi durumda olacaklar. Zayıf ülkeler en büyük zorlukları yaşayacaklar. Şu anda bile dış krediye bağlı, iç tasarrufu yüksek olmayan ülkeler çok daha zor durumda.

Keynesyen yaklaşım benimseniyor’

Azgelişmiş ülkelerde pirinç fiyatlarındaki artışın bile kitleleri sokağa dökmeye yettiğini gördük...

1930’larda çok büyük işsizlik ve daralma karşısında gerekli makro araçlar kullanılamadı; bazı ülkelerde işsizlik yüzde 25 oranına çıktı ve maalesef işsizlik bu kadar arttıkça çok ekstrem politik hareketlere yol açabildi. Faşizm, ondan sonra savaş geldi. İnsanlık bunu sanıyorum öğrendi ve bugün her ne kadar bir gecikme olduysa da gene de birkaç ay içinde çok ciddi biçimde, hatta ideolojik, teorik ya da felsefi görüşler bırakılarak hareket ediliyorsa, biraz da bu 1930’ların hatırasıyla oluyor.

Keynesyen yaklaşım, tabii bütün ayrıntılarıyla değil ama Keynes’in “Evet, makro müdahaleyle görevli bir devlet gerekiyor” yaklaşımı benimsendi. Dolayısıyla krizin bu boyutlara varmayacağı kanısındayım çünkü makroekonomik bir araç kümesi var ve bu araçlar kullanılıyor bugün.

‘En büyük sorun cari açık’

Bu sözlerinizden ülkem adına güçlü bir hisse çıkartıyorum...
Evet, yalnız tabii Türkiye’nin bütçesi ve borç/milli gelir oranı çok düzeldi. Türkiye’nin en büyük sorunu cari açık. Ama maliye yapısı bakımından nispeten güçlenmiş bir ülke. En büyük sorunu dış açık ve dış açık aslında özel sektörün tasarruf açığını yansıtıyor, devletin değil. Eskiden öyle değildi.

En önemli sorun şu anda bu cari açığı finanse etmeye devam etmek. Şu anda tabii birçok ülke var; tek başımıza değiliz. Bunu yapmak mümkün, ama dikkatli olmak ve dünyadaki gelişmeleri çok yakından takip etmeleri gerekir.

Kadri Gürsel - Milliyet
Yayın Tarihi : 26 Ekim 2008 Pazar 17:57:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?