20
Mayıs
2024
Pazertesi
EKONOMİ

Eczaçıbaşı'dan önemli uyarılar

Türkiye'nin sağlıklı bir büyüme modeline geçmekte zorlandığını kaydeden Bülent Eczacıbaşı, "Cari açığın tehlike sınırını aştığının görüldüğünü" söyledi.


Türkiye'nin, çok başarılı bir istikrar ve reform programı uygulamasının ardından, sağlıklı bir büyüme modeline geçmekte zorlandığını kaydeden Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, "Cari açığın tehlike sınırını aştığının görüldüğünü" söyledi.

Bu dönemde sanayi politikalarının öncelik kazanması gerektiğini, Türkiye'nin yüksek ve sürdürülebilir büyümeye odaklanan yeni bir vizyona ihtiyacı bulunduğunu belirten Eczacıbaşı, "Böylesine kritik bir dönemde IMF ile mali disiplinin denetimi üzerinde yoğunlaşan bir programla yola devam etmenin faydalı olacağını düşündüğünü" kaydetti.Bülent Eczacıbaşı, soruları şöyle yanıtladı:

Küresel krizin giderek derinleşiyor. Kriz nereye kadar gider, yaşanan büyük dünya krizleriyle benzerlik kurulabilir mi, o kadar büyük boyutlara ulaşır mı?

ABD ekonomisinde görülecek bir resesyonun olumsuz etkileri, kuşkusuz, tüm dünya ekonomisinde hissedilecektir. Ancak, gördüğümüz yavaşlamanın küresel boyutta büyük bir krizin sinyali olduğundan henüz emin değilim. En azından elimizdeki veriler henüz bunu doğrulamaya yetmiyor. Diğer taraftan, Amerikan finans sistemindeki sıkışmalar, problemler ve belirsizlikler bizim için daha büyük önem taşıyor.

Şimdi küresel piyasaların, subprime krizi ertesinde, yeni koşulları hazmetmeye çalıştığı yeni bir denge arayışı süreci içerisine girdiği yolundaki görüşlerin haklılık payı taşıdığına inanıyorum. Bu süreç, kaçınılmaz olarak, hepimizin yakından takip ettiği gibi dalgalı seyir, risk ve belirsizlikleri getiriyor. Bu durumun, hem reel ekonomide hem de finansal piyasalarda, sağlıklı bir düzeltme hareketine yol açabileceğinden, son yıllarda artan küresel dengesizliklerin azalmasını da sağlayarak bir takım olumlu sonuçlar bile doğurabileceğinden de söz ediliyor. Ancak, sürecin kontrolden çıkması halinde küresel boyutta ciddi sıkıntılar yaşanması da kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye ekonomisi krizden diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha fazla olumsuz etkileniyor. Bunun nedeni nedir?

Yaşadığımız 2001 krizinin ardından günümüze kadar geçen sürede makroekonomik istikrar anlamında önemli başarılar elde ettik. Ancak, bu sürede bazı kırılganlıklar giderilemediği gibi bazılarının da arttığını gördük. Bunların başında cari açık geliyor. Döviz kurlarının düşük düzeyi ve sanayi sektörünün giderek daha fazla ithal ara malı kullanır hale gelen yapısı nedeniyle cari açığın tehlike sınırlarını aştığı görülüyor.

Bu arada, doğrudan yabancı yatırımlarındaki güçlü artış ile birlikte her ne kadar açığın finansmanı daha kaliteli hale gelmiş olsa da, hızlı artışı sürüyor. Bu durum nedeniyle, eğer küresel piyasalarda bir panik söz konusu olursa, ekonomimizin en çok etkilenenlerden biri olması da kaçınılmaz. Öte yandan, tek haneli rakamlara indirmeyi başardığımız enflasyonun yüzde 8-10 aralığında direnç göstermesi de, bir diğer kırılganlık kaynağı olarak karşımızda duruyor. Ayrıca, politik yaşamda da oldukça hareketli ve bir ölçüde gergin bir dönemden geçiyoruz. Böyle gerginliklerin, dışarıdan bakıldığında, yurtiçi finans piyasaları üzerindeki etkilerinin de ötesinde önem taşıyan bir kırılganlık kaynağı olarak algılandığını unutmamalıyız.

Türkiye'nin küresel krizi daha ucuz atlatma imkanı var mı? Bunun için neler yapılmalı? Yoksa artık önlem almak için zaman geçti mi?

Dış ticaret açığı ve cari açık gibi dış dengelere ilişkin büyüklükler üzerinde kısa vadede etkili olabilecek bir önlem yok. Dalgalı kur rejiminde döviz fiyatlarına müdahale söz konusu olmadığı gibi, sanayinin ara malı ithalatına bağımlı yapısı da ancak orta ve uzun vadeli yapısal değişikliklerle giderilebilecek nitelikte. Bu noktada, sonuçlarını daha çabuk alabileceğimiz ve muhtemel bir krizin olumsuz etkilerini en aza indirmeye yönelik önlemlerden en önemlisi, mali disiplinin sağlanıp korunması. Eğer bu konuda ısrarlı olunursa, dış dengeler ve fiyat istikrarı üzerindeki olumlu etkilerinin görüleceğine inanıyorum. Bütçe disiplini ayrıca, yurtdışındaki kurum ve yatırımcılar için, makroekonomik istikrara bağlılığı vurgulayan bir mesaj oluyor. Bu nitelikte bir mesajın önemi, içinde bulunduğumuz risk ve belirsizliklerle dolu dönemde bir kat daha artmış bulunuyor.

Hükümetin mali disiplini ve enflasyonla mücadeleyi gevşettiği gözleniyor. Böyle bir tercih hangi sonuçlara yol açar?

Kamu maliyesi açısından 2007'nin başarılı geçtiğini söylemek pek kolay değil. Son açıklamalara göre, faiz dışı fazla hedefin oldukça gerisinde kalmış bulunuyor. Bu sonucun alınmasında kuşkusuz, 22 Temmuz seçimleri öncesinde gözlenen bir takım uygulamalar etkili olmuştur. Seçim dönemlerinde bunların doğal olduğu belki söylenebilir ama ekonomimiz bu uygulamaların bedelini maalesef yükselen enflasyon ve daha da bozulan dış dengeler ile ödüyor. Dileğimiz, aynı hataların ve mali disiplini zayıflatacak başka uygulamaların önümüzdeki dönemde tekrarlanmamasıdır. Zira, kamu maliyesindeki zayıf performans, içinde bulunduğumuz küresel belirsizlik ortamında makroekonomik istikrara yönelik daha ciddi riskleri beraberinde getirecektir.

Hükümetin ekonomide gevşemesinin sebepleri nelerdir? Neden gündemin baş sırasına ekonomiyi koyamıyor?

Aslında Türkiye, 2001 krizini izleyen çok başarılı bir istikrar ve reform programı uygulamasının ardından, sağlıklı bir büyüme modeline geçmek konusunda zorlanıyor. Bu nedenle programın 2005 sonrası dönemde tıkanmaya başladığı ve büyümenin beklentilerin altına düştüğü görülüyor. Öncelikle, sektörel tercihlerin ve teşviklerin net bir biçimde belirtildiği bir sanayi politikamız yok. Aşırı değerli kurlarla ihracat ağırlıklı bir sanayileşme modelini uygulamak mümkün değil. İç talep artışı ise yeterince güçlü değil. Bu gibi problemler bir zamandır yoğun olarak tartışılıyor ve çözümler aranıyor.

Büyüme modelimizdeki tıkanmaya bir de küresel koşullardaki bozulma eklenince artan sıkıntılar, konuyu hükümet için de antipatik hale getiriyor. Öte yandan AK Parti Hükümeti'nin birinci döneminde fazla gündeme getirmediği bazı siyasi hedefleri 2007'deki ikinci büyük seçim başarısından sonra gündeme taşıması da siyasi gerilimlerin ön plana çıkmasına ve maalesef ekonomik sorunları gölgelemesine yol açıyor.

Hükümetin böylesine bir dönemde siyasi kriz konularını gündeme getirdiği iddiasına katılıyor musunuz? Halkın bir kesiminde büyüyen rejim tedirginliği sizi rahatsız ediyor mu?

Ben, bu konuların, ekonomideki sıkıntıların perdelenmesi amacıyla değil, yaklaşan yerel seçimler öncesinde seçmen isteklerinin gerçekleştirilmesi amacıyla gündeme getirildiğini düşünüyorum. Ancak, genel seçimlerde son derecede yüksek oy almış bir siyasal iktidarın, toplumsal duyarlılıklara yolaçan konuları, ekonomik bakımdan sıkıntılara gebe olan günlerde ortaya atmasını da yararlı görmüyorum. İş dünyasının da genellikle bu görüşte olduğunu biliyorum.

Yeni bir ekonomik program gereğine siz de inanıyor musunuz? Yeni programın temeli ne olmalı?

Son dönemde küresel finans piyasalarındaki olumsuz gelişmelerin ve likidite koşullarındaki bozulmanın da etkisiyle geçmiş beş yıldaki ekonomik performansın devam ettirilemediğine ve mevcut modelin tıkanmaya başladığına ilişkin sinyallerin artıyor. Bu noktada yeni bir ekonomik programa duyulan gereksinim öne çıkıyor. Böyle bir programın, özellikle sanayi sektörünü büyümenin motoru haline getirerek Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde yüksek ve sürdürülebilir büyümeyi hedef alması gerekiyor.

Bu nedenle, önümüzdeki dönemde sanayi politikalarının öncelik kazanması gerektiğini düşünüyorum. Sanayi sektörü, yüksek verimlilik ve katma değer özelliklerinin yanı sıra istihdam yaratma kapasitesi de dikkate alındığında yüksek ve sürdürülebilir büyümenin sürükleyicisi olma kapasitesi taşıyor. Bu amaca yönelik yapısal dönüşüm politikalarının bir an önce belirlenip uygulamaya konması gerekiyor.

Türkiye IMF'le yeni bir stand-by anlaşması yapmalı mı? Sizce IMF'le ilişkiler konusunda hükümetin tavrı ne olacak?

IMF ile yapılmış olan stand-by anlaşması, 2001 krizi sonrası dönemde Türkiye ekonomisinin makroekonomik istikrar yolculuğunda önemli bir çıpa görevi gördü. Özellikle, IMF'nin mali disiplin konusunda üstlendiği denetim görevi, istikrara ulaşılmasında kritik rol oynadı. Bugün kendimize şunu sormalıyız; IMF'nin yerine; mali disiplinin denetimine ilişkin bir mekanizma, bu görevi üstlenecek bir oto-kontrol süreci koyabildik mi? Maalesef bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün gözükmüyor. 2007'deki kamu maliyesi performansı ortada. Öte yandan, 2008 başında ortaya çıkan ve mali disiplin ile kamu maliyesi şeffaflığında bozulmalara yol açabileceğini düşündüğümüz bazı girişimleri henüz uygulamaya girmemiş olsalar da kaygıyla izliyoruz.

Sosyal güvenlik priminde planlanan 5 puanlık indirim, ulaştırma altyapı yatırımları için bütçe dışında oluşturulması düşünülen ve ilgili tüm gelirlerin yönlendirilmesi planlanan fon ve belediye ile mahalli idarelere bütçeden aktarılan payın artırılmasına ilişkin düzenlemeler bunların başlıcalarını oluşturuyor. Bu nedenle, böylesine kritik bir dönemde IMF ile mali disiplinin denetimi üzerinde yoğunlaşan bir programla yola devam etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.

Böyle bir dönemde reel sektörün yüksek dış borçlarını önemli bir risk olarak görüyor musunuz?

Reel sektörün borçlarını değerlendirirken, borç yükünün hacminden çok yapısına bakmak gerekiyor. Bu noktada gelirler ve dış borçlar arasındaki vade ve döviz cinsi uyumsuzluğu, en önemli risk kaynağını oluşturuyor. Firmaların, özellikle bugünkü gibi belirsizliğin yoğun olduğu dönemlerde, söz konusu uyumsuzlukları yakından takip ederek gereken önlemleri almaları hayati önem taşıyor. Bugün finansal tekniklerin ulaştığı nokta, risklere karşı önlem almayı eskiye nazaran önemli ölçüde kolaylaştırdı. Risk yönetimi, büyük bir hızla iş dünyasının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Ülkemizin bu konuda katedecek uzun bir yolu olmasına rağmen, konuya gösterilen ilgi ve yapılan çalışmalar ilerisi için umut veriyor.

Dışarıdan kaynak akışının yavaşlaması bekleniyor. Bu durum ekonomiyi nasıl etkileyecektir? Kredi faizlerinin artması reel sektöre büyük sekte vurur mu?

Ağustos 2007 krizi ile birlikte küresel likidite koşullarında belirginleşen bozulmanın ardından, kaynak maliyetlerinde artış olması ihtimali doğal olarak arttı. Kuşkusuz, maliyetlerdeki her türlü artış reel ekonomiyi olumsuz etkileyecektir. Ancak, iç ve dış talebin ne yönde seyredeceği, reel sektör açısından daha belirleyici olacaktır. Mevcut durumda, dış talep artışı yetersiz kalırken, iç talepteki sınırlı toparlanma ise bu azalmayı telafi etmekten uzaktır. Bu nedenlerle, önümüzdeki dönemde toplam talepteki durgunluk devam ederse, kaynak maliyetlerindeki artışlar reel sektör üzerinde baskı oluşturulabilecektir.

Yeni program, sanayiyi büyümenin motoru yapmalı

Yeni bir ekonomik program gereğine siz de inanıyor musunuz? Yeni programın temeli ne olmalı? Türkiye'nin yüksek ve istikrarlı büyümeyi sürdürmesi için nelerin yapılması gerekiyor?

Son dönemde küresel finans piyasalarındaki olumsuz gelişmelerin ve likidite koşullarındaki bozulmanın da etkisiyle geçmiş beş yıldaki ekonomik performansın devam ettirilemediğine ve mevcut modelin tıkanmaya başladığına ilişkin sinyallerin artıyor. Bu noktada yeni bir ekonomik programa duyulan gereksinim öne çıkıyor.

Böyle bir programın, özellikle sanayi sektörünü büyümenin motoru haline getirerek Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde yüksek ve sürdürülebilir büyümeyi hedef alması gerekiyor. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde sanayi politikalarının öncelik kazanması gerektiğini düşünüyorum. Sanayi sektörü, yüksek verimlilik ve katma değer özelliklerinin yanı sıra istihdam yaratma kapasitesi de dikkate alındığında yüksek ve sürdürülebilir büyümenin sürükleyicisi olma kapasitesi taşıyor. Bu amaca yönelik yapısal dönüşüm politikalarının bir an önce belirlenip uygulamaya konması gerekiyor. Sanayi sektörünün öncülük ettiği bir büyüme stratejisi, ihtiyacımız olan yüzde 7 ve üzerindeki büyüme ulaşmamızı sağlayacağına inanıyorum.

KÜRESEL EKONOMİYİ KAVRAMAK HIZLI BAŞARIYI GARANTİLEMEZ

Türk özel sektörünün geldiği nokta konusunda neler söyleyebilirsiniz? Dünya markası Türk şirketlerinin sayısı ve etkinliği artabilir mi? Özel sektörün etkinliğini artırmak için siyasi otorite nelere dikkat etmeli?

Özel sektörümüz son dönemde çok büyük bir gelişme gösterdi. Artık her düzeydeki işadamlarımızın küresel ekonomiyi çok iyi kavradıklarını ve bunun gereği olan stratejiler çerçevesinde düşünmeye başladıklarını görüyoruz. Elbette bu algılama gelişimi, çok hızlı bir başarıyı garanti etmiyor. Birçok durumda rekabette yenik düşmek de mümkün. Yine de durumu doğru kavramak, işin temelini oluşturuyor.

Bu çerçevede markalaşma da, küresel oyuncu olmak yolunda en önemli stratejilerden birisi. Türk firmalarının bu alanda da hızla geliştiğini görüyoruz. Son dönemde yoğun olarak gündeme gelen mikro politikalar oluşturma çabalarını da çok önemsiyorum. Mikro reformlar deyince bunun içinde etkin bir hukuk alt yapısının ve firmaların teknoloji ve danışmanlık desteği alacağı birimlerin oluşturulması, küresel bilgilendirme desteği, güçlü teknik alt yapıya sahip sanayi bölgelerinin kurulması ve daha akla gelebilecek pek çok faktör yer alıyor. Bu konuda yaratıcılığa ihtiyacımız olduğu açık.

Erdal Sağlam/referans
Yayın Tarihi : 15 Nisan 2008 Salı 10:47:48


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?