22
Mayıs
2024
Çarşamba
EKONOMİ

Fakir ülkelerin tarımı böyle öldürülüyor

Gelişmiş ülke hükümetleri, kendi tarımlarına destek için 2005’te 283 milyar dolar harcadı. Böylece fakir ülkelere ihraç edilen ucuz tarım ürünleri ilk bakışta bir hediye gibi gözüküyor; fakat genellikle Truva atı etkisi yaratıyor. Fakir bir ülkeye ihraç edilen mısır, pirinç, pamuk gibi ürenler, öyle ucuz oluyor ki, küçük yerel üretici bu ürünlerle rekabet edemiyor ve tarım faaliyetlerini durdurmak zorunda kalıyor. Dünyadaki yoksul insanların dörtte üçü kırsal alanda yaşıyor. Küçük bir toprağa ve bir de çapaya sahip Afrika köylüsü rızkını kaybediyor.


Tina Rosenberg

New York Times Gazetesi


ABD, Washington: Son 10 yıldır Çin’de yaşayan insanlar bana para gönderiyorlar. Yine Latin Amerika ve Sahra altı Afrika ülkelerinden –ciddi boyutta fakirlik yaşayan ülkelerden- para alıyorum. Böyle bir şansa sahip olan tek kişi ben değilim. Müreffeh bir ülkede yaşayan herkes, fakir ülkelerden zengin ülkelere giden para yardımlarından faydalanıyor. Burada, Amerika Birleşik Devletleri’nde, bu yardım programı sayesinde hükümetimiz yüksek enflasyona bakmaksızın çılgınca harcamalar yapabiliyor, pek çok alanda Amerikan şirketlerini ayakta tutabiliyor ve hatta doktor kıtlığı yaşanan bölgelere sağlık ekipleri gönderebiliyor.


Ekonomi teorisi paranın yukarıdan aşağı bir akışının olduğunu söyler. Zengin olarak bilinen kuzey ülkeleri –gelişmiş ülkeler, bazı istatistikçilere göre tüm uluslar içinden 29 tanesi- sermayesini güney ülkelerine aktarmalıdır. Bu modele göre para her iki tarafında lehinedir. Yatırımcılar kendi ülkelerinde elde edebileceklerinden daha yüksek bir kar elde ederken, fakir ülkeler de refaha ulaşmak için gereken sermayeyi ülkelerine çekmiş olurlar. Zengin ülkelerden fakir ülkelere sermaye akışı birçok kişi tarafından küresel ekonominin iyi yanı olarak gösterilir.Tarihsel olarak küresel sermaye dengesi fakir ülkelerin yararına olmuştur. Ancak piyasaların globalleşmesiyle birlikte, sermaye ters yönde bir akış içerisine girmeye başladı ve şimdi Güney, sermayesini büyük bir hızla Kuzey’e ihraç ediyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre, nispeten fakir ülkelerden zengin ülkelere net sermaye akışı 2002’de 229 milyar Dolar iken 2006 yılında 784 milyar Dolara ulaştı. Sahra altı Afrika ülkeleri gibi en fakir ülkeler bile para ihracatçısı oldu.



Peki bu büyük terslik nasıl gerçekleşti? Küreselleşme neden refahı yeniden yukarı doğru itmeye başladı?



Bu sorulara verilecek cevap büyük ölçüde global finans ile alakalı. Tüm ülkeler dış borçlarını kapatmak, doğal felaketlerde ya da ekonomik krizlerde kullanmak için rezervlerinde büyük miktarlarda döviz tutuyor. Son 50 yıldır zengin ülkeler yaklaşık olarak üç aylık toplam ithalatları miktarınca parayı rezervlerinde saklıyor. Küreselleşen ekonomide para akışı daha da hızlandı, fakat çoğu ülke rezervlerine para ekleme ihtiyacı hissetti. Bu ihtiyaç bilhassa yatırımcıların paniklemelerinden dolayı, güçlü ekonomilerde dahi ortaya çıktı. 1990’dan beri, zengin olmayan ülkeler, rezervlerini 3 aylık ithalatlarına eşit miktardan 8 aylık ithalat miktarına yükselttiler. Bir başka deyişle, GSMH’lerinin %30’una eşit parayı rezervlerinde tutmaya başladılar.




Çin ve diğer ülkeler, özellikle ABD hazine bonolarıyla rezervlerinde bu miktarları tutmaya devam ediyor. ABD’den hazine bonosu aldıklarında, bir bakıma ABD bu ülkelere borçlanmış oluyor. Böylece Amerika’da faizler düşük kalıyor ve Washington’da görünürde bir hata olmamasına rağmen dev bütçe açıkları ortaya çıkıyor. Fakat nispeten fakir olan ülkelerin ödediği fatura da çok büyük. Elbette ki hazine bonolarının riskten uzaklaştırma ve böylece yatırımcıları çekip istikrarı sağlama gibi faydaları var. Ancak problem şurada ki, hazine bonolarının karı çok az oluyor. Hazine bonosu almak için harcanan büyük paralar, başka bir yere yatırılsa ya da ülke içinde öğretmenlerin maaşına ve yol yapımına harcansa, farklı şekillerde daha büyük getirileri olabilir. Harvard’ın Kamu Yönetimi bölümünde ekonomist olan Dani Rodrik, sözü geçen 3 aylık ithalat standardını aşan rezervlerin fakir ülkelerde yıllık olarak ekonomilerinin %1’i değerinde bir zarara yol açtığını tahmin ediyor. Columbia Üniversitesi’nden Joseph Stiglitz ise reel maliyetin tahmin edilenin iki katı olduğunu düşünüyor.



Yeni yayınlanan “Küreselleştirmeyi Başarmak” adlı kitabında Stiglitz bir çözüm önerisi sunuyor. Stiglitz, John Maynard Keynes’in fikirlerine dayanarak, ülkelere kriz zamanlarında çıkış yolunu açacak “sert para”yı temin eden bir sigorta havuzu öneriyor. Para bir ülkenin rezerve ihtiyacı olduğunda el değiştirecek ve alıcı daha sonra bu parayı geri ödeyecek.



Rezervlerin böylesine bir hızla şişmesini kimse planlamadı. Güney’den Kuzey’e giden yardımların bir başka yolu, küreselleşmenin prensipleri uyarınca uluslararası örgütler tarafından açılıyor. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü (WTO) üyesi ülkeler, patent ve telif haklarına uymak zorundalar. WTO üyesi olmaları, fakir ülkelerin telif ücreti ödemeyi kabul etmeleri anlamına geliyor. Bu da diğer ülkelerden Amerika ve Avrupa şirketlerine yıllık 40 milyar Dolardan fazla bir paranın akışına yol açıyor.



Ülkelerin fikri mülkiyet haklarına riayet etmeleri için pek çok sebep var elbette. Ancak bu durum fakir ülkelerin üzerine altından kalkamayacakları bir külfet yüklüyor. Bu konuda en karlı sektör ise ilaç sektörü. Fakir ülkelerde kar getirecek bir ilaç sanayi kurulamadığı gibi, fikri mülkiyet hakları, fakir ülkelerin yoksul insanlarına daha ucuz ilaç üretmelerini de zorlaştırıyor. Yani fakir ülkelere çıkan esas fatura para değil sağlık konusunda oluyor.



Öte yandan küresel yatırımlardaki büyük rekabet bir başka “tersine yardım”ı beraberinde getiriyor. Fakir ülkelerdeki vergi indirimleri yabancı yatırımcıyı çekiyor. Örneğin bir şirket, araba üretmek için Doğu Asya’yı tercih ediyor ve temsilcilerini pazarlık yapmaları için Çin’e, Malezya’ya, Filipinlere vs. gönderiyor. Bu şirket vergi indiriminin yanı sıra, düşük faizli hükümet kredisi, ucuz arazi, piyasa fiyatının altında elektrik-su, işçi ücretlerinde hükümet yardımı gibi ayrıcalıklardan faydalanıyor.



Zengin ülkelerse –AB ülkeleri gibi- yatırım çekmek için düzenlediği teşvikleri çok iyi kullanıyor. Söz gelimi araba fabrikası büyük ihtimalle rekabet halindeki bir ülkede kuruluyor ve bu teşvikler yalnızca ev sahibi ülkenin karını azaltmak, şirketin karını yükseltmek amacı güdüyor. Şirketlerle hükümetler arasındaki anlaşmalar gizli olduğundan zengin ülkelerin teşvik düzenlemelerinin fakir ülkelere ne kadara mal olduğunu bilmek güç; ancak onlarca milyar dolarlık bir zarara yol açtığı kesin. Fakirden zengine giden yardımların bir başka sorumlusu ise insan doğasının yol açtığı beyin göçü. Yoksul ülkelerdeki iyi eğitim görmüş nüfusun göçü gittikçe artıyor. Beyin göçünün bir kısmı göçmenlerin ülkelerine para göndermesiyle Güney’in yararına olabilir. Fakat beyin göçü, az sayıda eğitimli insanın bulunduğu ülkeler için, özellikle de göç eden insanların ülkelerine dönmek istememesi halinde tam bir yıkım oluyor.



Fakir ülkeler için fatura çok ağır olabiliyor. Johannesburg’dan Kuzey Dakota’ya giden bir doktorun Güney Afrika hükümetine maliyeti 100,000 doları buluyor. Patent hakkı konusunda olduğu gibi, daha büyük maliyetler yine sağlıkta ortaya çıkıyor. Afrika’da AIDS, sıtma ve diğer hastalıklarla mücadelede temel engel, eğitimli insan kıtlığı.



Bazen tersine yardımlar gizli oluyor. Gelişmiş ülke hükümetleri, kendi tarımlarına destek için 2005’te 283 milyar Dolar harcadı. Böylece fakir ülkelere ihraç edilen ucuz tarım ürünleri ilk bakışta bir hediye gibi gözüküyor; fakat genellikle Truva atı etkisi yaratıyor.


Fakir bir ülkeye ihraç edilen mısır, pirinç, pamuk gibi ürenler, öyle ucuz oluyor ki, küçük yerel üretici bu ürünlerle rekabet edemiyor ve tarım faaliyetlerini durdurmak zorunda kalıyor. Dünyadaki yoksul insanların dörtte üçü kırsal alanda yaşıyor. Küçük bir toprağa ve bir de çapaya sahip Afrika köylüsü rızkını kaybediyor, onun kaybettiği kazanç da genellikle Archer Daniels Midland, Cargill gibi şirketlere gidiyor.



Enerji kullanımında da fakir ülkelerin üzerinde büyük bir yük var. Kişi başına kullanılan enerjiye bakıldığında Amerikalılar diğer uluslardan daha fazla sera gazı üretiyorlar, dolayısıyla küresel ısınmaya daha fazla katkıda bulunmuş oluyorlar.


Araba sürerken tükettiğimiz ya da bir fabrikayı çalıştırmak için kullandığımız enerjinin maliyeti yalnızca petrol ve kömür fiyatlarından ibaret değil. Gerçek fiyat bu yakıtların çevreye verdiği zararı da içeriyor. Ancak biz bu bedeli ödemiyoruz, diğerleri ödüyor. Amerikalıların enerji kullanımı tropik kıyı ülkeleri tarafından destekleniyor. Zira öyle görünüyor ki küresel ısınmanın ilk kurbanları bu uluslar. Bazı bilim adamları şu an Bangladeş’in daha kuvvetli muson yağmurlarına maruz kalmasını, Honduras’ın daha büyük kasırgalar yaşamasını küresel ısınmaya bağlıyorlar. Ve bu olaylar sanki ileride yaşanacak daha kötü şeylerin birer göstergesi. Maldiv Adaları bir gün tamamıyla sular altında kalabilir. Bu ulusların ödeyecekleri bedel ne yazık ki küresel mali bilançoda gözükmüyor.
Çeviri:Adam / Ekote/ Yeni Dünya Gündemi
Yayın Tarihi : 19 Nisan 2007 Perşembe 02:41:12
Güncelleme :19 Nisan 2007 Perşembe 02:48:49


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?