Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalan toplumsal yapı, klasik dönem Osmanlı millet sistemi içindeki gruplar ve hiyerarşi değil, Tanzimat reformlarıyla yeniden yapılandırılmaya çalışılan projenin ürünüdür
Tarih boyunca toplumların birbirine benzemez sosyal yapıları, birbirine benzer problemlerle başlarına bela oldu. Kadın erkek arasındaki farklılıkla ilk kez algılanan bu problem, giderek dinlerin ve ideolojilerin yayılmasıyla biyolojik farklılıktan kültürel farklılığa sıçradı. Kazandığı bu boyutla problem, Avrupa tarihinde Ortaçağ sonundan başlayarak 30 yıl savaşlarına kadar devam eden çatışmalara yol açtı. Tüm bu süreçte Avrupa’nın ötekine tahammülsüzlüğü bugünkü Avrupa kültürünün temel yapısını oluştururken, aynı çağda Osmanlı egemenliği “öteki”ne belli şartlar altında yaşam hakkı tanıyan bir sistem kurgulamıştı.
Farklılıkların yarattığı problemlerin giderilmesine dönük bilinen üç uygulama söz konusudur. Birincisi asimilasyondur. Asimilasyon, güçlü olanın gücünü kullanarak farklı olanın farklılıklarını ortadan kaldırma ve toplumu aynılaştırma taktiğidir. İkincisi entegrasyondur. İnsanlık tarihinin acı tecrübeler yaşayarak edindiği bu yöntemde güçlü olan gücünü kullanmadan farklı olanı ve farklılıkları korur ve içselleştirerek kendi bütünün parçası haline getirir. Üçüncü yöntem ise segregasyondur. Burada da güçlü olan farklı olanın varlığını, bu farklılıklarıyla bütününün bir parçası olduğunu kabul eder. Ancak bunun bedeli olarak farklı olana ayrı hukuk uygulanır. Bu hukuksal ayrım, giyim kuşamdan günlük yaşama, kamu hizmetlerine kadar yaşamın her alanında uygulanır ve hissettirilir. Farklılığı korumanın ve yaşamanın bedeli, bu hukuksal ayrımı kabul etmektir.
Osmanlı İmparatorluğu toplumsal yapıdaki çeşitliliği millet sistemi çerçevesinde kategorize etti ve hukuksal anlamda da segregasyon uyguladı. Millet sistemi, kaynağını İslam hukukunun Müslüman olmayanlar için öngördüğü zımmiyet statüsünden alır. Ancak bu statüyü alabilmek için kitabî dinlere inanan bir cemaatin mensubu olmak gerekir. İslam hukukuna göre egemenliği kabul eden bir zımmî dinini değiştirmeden İslam devletinin sınırları içinde yaşamaya hak kazanır. Bunun simgesel görüntüsü de baş vergisi olarak bilinen Cizye Vergisi’nin ödenmesidir.
İslam hukukunun belirlediği bu ana çerçevenin içini, Osmanlı örfi hukuku ve Osmanlı geleneği doldurur. Gelenek Osmanlı siyasal sisteminin en önemli dayanaklarından biridir. Bu gelenek içinde İslam, Sasani, Selçuklu devlet geleneği yer aldığı kadar aynı ağırlıkta Bizans devlet geleneği de yer alır. Osmanlı Bizans’tan hem siyasal yapıda çeşitli imparatorluk kurumlarını, hem toplumsal yapıda çeşitli unsurları hem de bu yapıyı birarada tutma yöntemi olarak “devletin kontrolünde din(ler)” anlayışını devralır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans İmparatorluğu’ndan miras aldığı yapıda dinsel ve kültürel çeşitli farklı unsurlar aynı coğrafyada birarada yaşamayı deneyimlemişlerdir. Fatih’in İstanbul’u almasıyla Osmanlı, toplumsal kategorizasyonu oluşturan ve temeli hukuksal segregasyona yaslanan millet sistemini, İslam hukukundan aldığı çerçeveyle Bizans’tan devraldığı toplumsal yapı üzerine oturtur.
Hiyerarşik sıralama
Millet sisteminin özünde tüm yapı önce iki temel gruba ayrılır. Müslüman olanlar ve olmayanlar. Müslüman olmayanlar ise Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler biçiminde sıralanan üç temel cemaat olarak tanımlanır. Toplumsal yapıdaki tüm unsurlar (Süryani, Yakubi, Maruni vb. alt gruplar) kendilerini bu dört cemaatten biri içinde tanımlamak zorundadır. Devlet aygıtıyla muhatap olmanın tek yolu budur. Bu sıralama aynı zamanda hiyerarşik bir sıralamadır.
Bu kategorizasyon cemaatleri kapalı birer yapıya dönüştürür. Bu kapalı yapı içinde cemaatler arası geçiş (din, mezhep değiştirme) geleneği ve dengeyi zedeleyeceği için büyük ölçüde sınırlandırılmıştı. Etrafı kalın duvarlarla kaplı bu yapı içinde her cemaat için belirleyici kurallar, dinsel kurallardır. Devlet, toplum üzerindeki yetkilerini genel yönetim, güvenlik, maliye ile sınırlandırmış; dini işler, adalet, sosyal güvenlik, eğitim, haberleşme işlerini kalın duvarlar içinde kalmak koşuluyla cemaatlere bırakmıştı. Bu kapalı yapı içinde uygulanan hukuk, cemaat hukukudur. Ancak hangi cemaat mensubu bu duvarı aşmak ve diğer cemaatlerle herhangi bir hukuksal ilişki kurmak isterse o zaman yapının en dış ve ana çerçevesi olan İslam hukuku ile karşı karşıya kalır. Her cemaatin yerelden merkeze bağını, kendi dini kurumları ve dini otoriteleri sağlar. Bu nedenle cemaat liderleri sadece dini otorite değil aynı zamanda “Milletbaşı” unvanını taşıyan idari otoritelerdir.
Bu toplumsal kategorizasyon sadece hukuksal anlamda bir ayrım yaratmakla kalmadı, bu ayrımı günlük yaşama ve görselliğe de uyarladı. Osmanlı tebaasına vergilendirmede, cezalandırmada segregasyon uygulandı.
Bu uygulamalarda segregasyonun simgesel bir ifadesi olarak bir gayrimüslim, bir Müslümanın yarısı kadar maddi yükümlülükle karşı karşıyadır. Günlük yaşamda giyim kuşamda, ikametgahlarda, sokaklarda yürümede, ata binmede, silah taşımada hatta ortak kullanım alanlarından ve görsel ayrımın en az olduğu hamamda bile bir yöntem geliştirilerek segregasyon uygulandı. Müslümanlarla aynı hamamı kullanan gayrimüslimler giysilerini çıkardıkları için ayrılmak için kollarına çıngırak takmak zorunda kalmışlardı.
Geçişler başlıyor
Temeli hukuksal, yönetsel ve sosyal ayrıma dayanmakla birlikte 16. yüzyıldan itibaren uygulanan bu sistem, Osmanlı egemenliği altında farklı din ve kültür kimliğini taşıyan birbirine az çok benzemez unsurların birarada yaşamasını sağladı.
Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılda maruz kaldığı pek çok siyasi, askeri sorunların yanı sıra modernizmle tanıştı. Tanzimat ve Islahat düzenlemeleri bu yüzyılda imparatorluğun siyasi ve askeri sorunlarına çözüm bulma, Batı’nın, daha doğrusu modernizmin kurumlarını adapte etme ve toplumsal açıdan bir demokratik açılım gerçekleştirme sürecidir.
Diğer birçok açılımın yanı sıra sosyal yapıda öncelikle segregasyon ortadan kaldırıldı. Devletin muhatabı Osmanlı tebaasından oluşan ve birer tüzel kişilik olarak varlığı kabul edilen cemaatler yerine Osmanlı vatandaşı olan bireyler olacaktı. Kategorizasyonun tamamen kaldırılması anlamına gelen bu eşitlikçi anlayışla cemaatler arası geçişe de kapılar sonuna kadar açılmıştı. O kadar ki bu dönemde Ortodoks, Katolik, Protestan mezhepleri arasında yaşanan yoğun geçişlere Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçişler de eklenir.
Eşitlik ilkesi doğrultusunda ilkin millet sisteminin sembolik ifadesi olan Cizye Vergisi kaldırılır. Vergilendirmedeki ayrımlar giderilerek gelire göre eşit yükümlülük sunan modern vergilendirme anlayışı benimsenir. Aynı suçlara aynı ceza ve yaptırımlar uygulamaya dönük çabalar sonucu karma mahkemeler ve çağdaş hukuk normları oluşturulur.
Tüm hukuksal, sosyal ve görsel ayrımlar devlet katında ortadan kaldırılmış, imparatorluğun en güçlü dayanaklarından biri olan gelenek ve geleneksel kurumlar alaşağı edilmişti. Bu sürece tepki gösteren doğal olarak gelenekten beslenen kişi ve kurumlardır. Bu kurumlar arasında Bizans’tan Osmanlı’ya miras kalan geleneksel bir kurum olan Fener Patrikhanesi de yer aldı. Gayrimüslim cemaatlerden de çeşitli tepkiler yükselir.
Tanzimat döneminde Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla devlet eliyle gerçekleştirilen yeniden yapılandırma çalışmalarında başlıca şu problemlerle karşı karşıya kalındı: Öncelikle Ortaçağ toplumunun geleneksel bir yapısı üzerine modern bir sistem inşa etmeye çalışıldı. İkincisi kafalardaki millet sistemi ve onun yansıması olan geleneksel ayrımlar ortadan kaldırılmadan kağıt üzerinde segregasyona son verildi. Bu düzenlemelerle toplumu ve devlet aygıtlarını bir anda gelenekten koparmak mümkün olamadı. Tanzimat döneminde de olduğu gibi bugün de siyasetçilerin önündeki önemli sorunlardan biri, toplumun gelenek ile ilişkisini tam anlamıyla tahlil edememektir.
İdeal olarak çağının önde gelen modernleşme projelerinden olan ve içinde yaşadığımız toplum açısından önemli kazanımlar sağlayan Tanzimat projesi, tam anlamıyla bir demokratikleşme açılımıdır. Ancak gerek ele aldığı toplumun geleneksel yapısını doğru tahlil etmeme, gerekse açılımları birer demokratikleşme projesi halinde sürece yayma çabası ile yarım kaldı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan toplumsal yapı, klasik dönem Osmanlı millet sistemi içindeki gruplar ve hiyerarşi değil, Tanzimat reformlarıyla yeniden yapılandırılmaya çalışılan ancak yarım kalan projenin ürünüdür.
A. NÜKHET ADIYEKE: Prof. Dr., Mersin Üni., Fen-Edebiyat Fak., Tarih