1
Mayıs
2025
Perşembe
GÜNCEL

ESKİ YILDAN KALAN KÖR DÖVÜŞÜ MANZARALARI

Bugün, 2009 yılının son günü... Klasik dergi kapaklarında öyledir, ‘eski yıl’, yaşını başını almış bir ihtiyar halinde sahneyi terk eder. Yerine ‘yeni yıl’ olarak sevimli bir çocuk gelir.

Bu tablonun bu yılki görünüşü, ihtiyarın da, çocuğun da durumu açısından pek parlak değil.. Turgay Tüysüz’ün sayfamızdaki çizgilerinde de görüldüğü gibi, ‘2009’, yediği darbelerin altında perişan... ‘2010’ ise, kalan toz dumanın içinde, başına gelebileceklerin kaygısıyla ağlamaklı...

***

2009’da neler oldu?
Bunları olumlu ve olumsuz yanlarıyla kronolojik olarak sıralamak ve terazinin iki kefesine koyarak tartmak, ayrı bir çalışma işi... Bu yazının sınırlarına sığmaz. Ama, ben, yılın son günlerindeki gelişmeleri de gözönünde tutarak, 2009’dan aklımda kalanları özetlemeye çalışayım:

2009, toplumumuz içindeki karşılıklı ‘kamp-laşma’ların daha da arttığı, çeşitlendiği ve ‘cepheleşme’ haline geldiği bir yıl oldu...

Demokratik bir toplumda, görüş farklarına, sınıf farklarına, çıkar farklarına dayalı ‘karşıtlaşma’lar elbette normaldir. Farklı görüşler ve tutumlar, aktif siyaset sahnesinde siyasi partiler halinde, toplumsal hayatta dernekler, sendikalar, birlikler halinde örgütlenirler, tartışırlar, birbirleriyle belirli konularda demokratik mücadeleler içine girerler.

Ama bizdeki mücadeleler bu normal sınırların çoktan dışına çıkmıştır. Birbiriyle karşıt konumda olmaları değil, birbiriyle uyum içinde çalışmaları gereken grupları, kurumları ve kişileri de birbirine düşürecek şekilde, yaygınlaşmıştır. Karmaşıklaşmıştır. Mantıksızlaşmıştır.

Ve ortaya artık öyle bir ‘kördüğüşü’ manzarası çıkmıştır ki, kim neyi hangi amaçla yapıyor, hangi sözü hangi sonucu almak için söylüyor, anlaşılmaz hale gelmiştir.

‘Kürt açılımı’nın amacı neydi, sonucu ne?
‘Kürt açılımı’ veya ‘demokratik açılım’ veya ‘barış açılımı’ veya ‘milli birlik açılımı’... İktidarın birbirini izleyen deyimleriyle, ‘çok adlı’ hale gelen bu açılımın başlangıç amacı neydi, şimdi nedir?

Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla partileri kapatılan DTP’li bir kısım milletvekillerinin -Anayasa’nın 83’üncü ve 14’üncü maddelerinin tartışmalı yorumlarıyla- dokunulmazlıkları da yok sayılmaktadır. İktidarın da savunduğu o uygulamanın, söz konusu ‘acılım’la bağdaşır yanı var mıdır?

Bunun ‘Kürt’ sorunu bir yana, ‘barış’la, ‘demokrasi’yle, ‘milli birliği güçlendirme’yle bağdaşır yanı var mıdır?

Söz konusu milletvekilleri hakkında seçimden önce açılmış soruşturmaların dokunulmazlık kapsamına girmediği öne sürülüyorsa (ki bu çok tartışmalıdır), onların seçilişlerinden beri 2.5 yıl zaman geçmiştir. O uygulama, o zaman içinde (yani ortada ‘açılım’ın adı bile yokken), akla gelmemiştir de, şimdiki bu ‘açılım’ sürecinde mi akla gelmektedir?

Ayrıca: Milletvekillerinin dokunulmazlığının yüzkızartıcı suçlar için bile sınırlanmasına, ‘Milletvekili, seçilmiş kişidir. Onu yargıcın takdirine teslim edemeyiz’ gibi, garip bir iddiayla karşı çıkan iktidar partisi, bu konudaki çelişkisini nasıl izah edecektir?..

Hele Güneydoğu’da şu sırada gözaltına alındıktan sonra polisçe toplama kamplarını andırır şekilde kelepçelenip, fotoğrafları basına ‘verilen’ belediye başkanları ve eski DTP’lilerin durumu?.. O manzaraların, ‘barış’la, ‘demokrasi’yle, ‘milli birliğin güçlenmesi’yle ne ilgisi vardır?

***

Tabii, bir de Diyarbakır Belediye Başkanı’nın, televizyonlarda iki kez tekrarlayıp, sonra da ‘ayet’lere dayanarak yorumlamaya kalktığı o ünlü küfür kelimesini kullanması var.

Onun amacı nedir? İşin daha da çığrından çıkmasını mı tercih ediyor? Yoksa öfke içinde kendini mi kaybetmiştir?

İki ihtimal de, bu ‘kördöğüşü’nün kısa bir zaman içinde sona erdirilmesini isteyenlerin umutlarını zayıflatıyor.

Ergenekon’da ‘son’ ne zaman?
2009’un arşivini karıştırıyorum. Yılın başında, ‘Ergenekon soruşturması’nın 10’uncu dalgası varmış. O günlerde (8 Ocak 2009) bu sütunlardaki yazımda şunları yazmışım:

“Ergenekon soruşturması’nda bu, ‘10’uncu dalga...’ ‘Birinci dalga’dan itibaren, iddiaların sonuçlarının ne olacağını bekliyoruz. Yani, bir buçuk yıla yakın zamandır...

Süreç, çok ilginçti: Suç iddiaları, önce bazı gazetelerde yer alıyordu. Sadece suç iddiaları da değil. Haklarında soruşturma açılanların, o iddialarla hiç ilgisi olmayan özel telefon konuşmaları, bilgisayar kayıtları, notları da...

Özel konuşmalar ve belgeler, telefonların dinlenmesi ve evlerin aranması sırasında, soruşturma mercilerinin eline geçmişlerdi. Bunların kamuoyuna yansımasıyla (veya yansıtılmasıyla), haklarında soruşturma açılanlara karşı olumsuz bir hava estirilmek istendiği belliydi.

O olumsuz havanın altında kalanlardan çoğu, haklarındaki yayınlara hemen cevap verme imkânından yoksun kaldılar. Çünkü önce gözaltına alındılar, sonra tutuklandılar. Ve birçoğunun tutukluluğu aylar ve aylarca sürdü. Bazısınınki bir yılı aştı.
Onların haklarının, başkaları tarafından korunması imkânı da, yok denilecek kadar azdı. Çünkü, ‘terörle mücadele’ kapsamında alınan ‘gizlilik’ önlemleri ve diğer nedenler, bunun gerçekleşmesini büyük ölçüde sınırlıyordu.

***
Diğer nedenler arasında, ‘Sen darbecileri mi savunuyorsun’ sorusu vardı.
Mesela: Bu kadar çok ve uzun süreli ‘tutuklama’lara niçin gerek olduğunu soracak olsanız, o soru çıkıyordu karşınıza... Devamı da şöyle geliyordu:

-Bırakınız efendim, sonuna kadar gidilsin... Gözaltına alınsınlar, tutuklansınlar... Yaptıkları neyse, hesabını versinler...

-İyi de... Tutuklama niçin yapılır?.. Hukukun kuralı da odur: Şüphelinin ya delilleri karartma ihtimali olacak, ya da kaçma ihtimali... Ki, tutuklanması gerekli olsun... O ‘dalga dalga’ baskınlar bir yıldır sürüyor. Bir yıl içinde artık karartılacak delil mi kalır? Gerçekten suçlu olanlar varsa, o ‘dalga’lar arasında ‘delil karartması’nı çoktan tamamlamışlardır.

-Ama kaçabilirler... Baksana, gözaltına alınacağını anlayınca yurtdışına gidenler var...

-Mahkemelerin yurtdışına çıkmayı, yasaklama imkânı da var, dışarıda olanı getirtme imkânı da var... Bu çağdaki ileşitim ve ulaşım imkânları içinde, hem de herkesin tanıdığı insanların, uzun süre gizlenme imkânları var mı? Örnekleri malum: dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, eğer istenirse suç örgütü reisinden, eski bakanına kadar herkes getirtilebiliyor, mahkeme önüne çıkarılabiliyor. (Ancak istenmezse, getirilmiyor, mahkeme önüne çıkarılmıyor, bazı diğer örneklerdeki gibi)...

Bunun gibi diyaloglar sürdü gitti, Ergenekon soruşturmasının tüm ‘dalga’ları boyunca...

Ama, o “dalga”lar sırasında hukuka uygun davranılmasını isteyenlere karşı, bir çeşit ‘mahalle baskısı’ halinde sorulan ‘Sen darbecileri mi savunuyorsun?’ sorusu ve ‘Bırakın sonuna kadar gidilsin’ uyarısı da sürdü gitti.
Ve, yazarlar ve politikacılar dahil, çok kimse, o süreci ‘peki sonuna kadar gidilsin’ sabrı içinde ‘sessizlik’le izledi.

***

Evet, sonuna kadar gidilsin de, o ‘son’a ne zaman varılacak?..”

***

Yazı böyle... 2009 yılının başında Ergenekon davasının durumu böyleymiş...
Anlaşıldığına göre, 2009’un sonuna geldiğimiz bugün, o ‘son’a ‘ne zaman varılacağı’na dair hâlâ en ufak bir işaret yok...

Üstelik, aradan geçen zaman içinde daha birçok ‘dalga’lar oluştu. O arada Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay dahil, rektörler dahil, daha başka sanıklar da ‘içerdekiler’ arasına katıldı. Tahliye talepleri ‘bire karşı iki oyla’ hep reddedildi. Duruşmalar, sorgular yapıldı. Savunmalar sürüyor... Ama, duruşmayı izleyen gazeteciler bile, davanın hangi yönde geliştiği konusunda bir özet yapmayı başaramıyor.

Altan Öymen - Radikal
Yayın Tarihi : 31 Aralık 2009 Perşembe 21:39:44


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?