18
Mayıs
2024
Cumartesi
GÜNCEL

GERİLİMLER VE BAZI ÇÖZÜM YOLLARI

Dahili sorunlarımız kendi yeterliliklerimizle çözemediğimiz durumlarda, dış güçlerin müdahalesini istemesek bile onlara davetiye çıkarmış olmuyor muyuz? Çok boyutlu toplumsal sorunların çözümü için uluslararası koşulların olgunlaşması gereklidir ancak çözüm için yetersizdir. Çözümü bizler keşfedebilmeliyiz

İçinden geçmekte olduğumuz günlerde tarihimizin en gerilimli siyasal toplumsal ve kültürel olaylarına tanıklık ediyoruz. Siyasal partilerin sözcüleri birbirlerini geriye dönüşü olmayacak şekilde kırıyorlar, toplumsal olaylar sokaklarımıza kadar inmiş bulunuyor, inanç konuları ve buradan doğan farklılıklar entelektüel çatışmaların odağını oluşturuyor. Sokakta yürüyen sıradan kimselerin mutsuzlukları yüzlerine yansıyor. Karamsarlık toplumun her kesimine daha fazlaca siniyor, geleceklerine ilişkin kaygıları artıyor, toplumsal kurumlara duydukları güven derinden sarsılıyor. Oysa toplum olabilmenin temel koşulu ortak değerleri paylaşabilmeyi, içinde yaşanılan toplumdan övgüyle söz edebilmeyi, insanların birbirlerinden gurur duyuyor olmalarını zorunlu kılmaktadır.

Öte yandan şurası da açık ki her toplumda toplumsal/siyasal gerilimler gözlenebilmektedir. Toplumlar gerilimler sayesinde doğrulara ulaşabilmektedirler. Ancak gerilimlerin dozajı, bireyler üzerindeki tahrifatları, gerilimlerin kendilerinden daha önemli olmaktadır. Gerilimlerin, tabiri caizse, tatlıya bağlanabilmesi, olumlu sonuçlar çıkarılabilmesi o toplumun idaricilerinin, -ya da gerilim yöneticilerinin- becerililikleri ile yakından ilgilidir. Kimi toplumlar içerisine girdikleri gerilimlerden kârlı bir şekilde çıkarlarken (örneğin, Doğu Avrupa’nın kapitalistleşme sürecinde yaşananlar) kimi toplumlar da kendilerini toplamakta zorluk çekiyorlar (örneğin ABD’nin Irak’a modern değerleri korumak adına müdahale etmesi gibi). O halde denebilir ki, gerilimleri yumuşatma yolları toplumdan topluma ya da kültürden kültüre değişmektedir.

Ülkemizde son zamanlarda keskinleşen ve sertleşen gerilim alanlarını şu şekilde sınıflayabiliriz: a)Hukuk - hukuk dışılık; b)Asker - sivil kutuplaşması; c)Demokratikleşme - ‘statuque’culuk; ve d)Etnik konuda karşı karşıya gelişler. Bunları sırasıyla ve kısaca ele alalım ve sonuçta çözüm yolunu yani gerilimlerden kurtulma yolunu görmeye çalışalım.

Hukuk - hukuk dışılık
Özellikle Ergenekon davası ile birlikte hukukumuzun işlerliği, tarafsızlığı, modernliği ve (belki de konunun en faydalı yanı olarak) sorunları çok daha fazla tartışılır oldu. Şüphesiz hukuk sistemimiz hiçbir zaman tartışmadan uzak değildi. Ancak, günümüzde olduğu kadar hiçbir zaman da radikal tartışmalara sahne olmamıştı. Birbirlerinin telefonlarını mahkeme kararı ile de olsa dinleten savcılar yargıçlar hiçbir zaman gündeme düşmemişlerdi. Devletin yüksek makamları ile zıtlaşmayı göze alabilecek kadar sorunlar içerisinde olan hukuk mensupları olmamıştı. ‘Cüzdanı ile vicdanı arasına sıkışmış yargıçlar’ı biliyorduk ama hiçbir zaman Yüksek Mahkemeler ‘kendilerini savunmada’ hissetmemişlerdi.

Madalyonun öbür yüzünde ise, hukuk sisteminin, kısa demokrasi tarihimizde ilk defa toplumu tehdit eden asker-sivil hareketlere karşı etkin bir rol üstlendiğine inanan geniş bir kesim görülmektedir. Gerilim de zaten buradan doğmaktadır. Bir yanda mevcut hukukun sorun haline gelmesi diğer yanda ise hukuk sisteminin siyasi otoritenin sorun diye tanımladığı alanları sorun olmaktan çıkarmaya çalışması. Hukuk sistemi hem kendini yeniden sorgulamaya çalışırken hem de tanımlanan toplumsal sorunları çözme gibi bir rol üstlenmek durumda kalmaktadır. Hukuksal gerilimler sadece hukuk uygulayıcılarını değil toplumun her kesimini derinden sarsmaya devam etmektedir.

Asker - sivil kutuplaşması
Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin kurucuları askerlerdir. Atatürk ve arkadaşları her ne kadar sivil hayata dönmüş olsalar da her zaman asker yanları ile daha fazlaca anılmışlardır. Bunun için ordumuz Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunmasını, Atatürk ve arkadaşları tarafından kendilerine emanet edilmiş özel bir görev gibi düşünmüş ve tüm etkinliklerini bu özel göreve göre düzenlemeye çalışmışlardır. Cumhuriyet toplumumuzda aynı zamanda modernliği de temsil ettiğinden ordumuz modernleştirici bir güç olma işlevini de üstlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında o günlerin koşullarına paralel olarak ordumuz sadece askeri sorunlarla değil toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlarla da ilgilenmek durumunda kalmış; bu zorunlulukları tarihin yüklediği bir misyon olarak görmüştür.

Günümüzde ise toplumlarda özellikle gelişmiş toplumlarda hızlı bir şekilde sivilleşme yaşanmış, asker sivil ayrışmasının kuralları açık bir şekilde konmuştur. AB’nin toplumsal hayattan asker etkilerinin ortadan kaldırılması yönündeki emposeleri AB adaylarından istenen temel bir koşul olmuştur. Asker ve sivil farklılaşmasının gözle görülebilir nedenleri bunlardır. Ancak gözle görülmeyen ama gözlemlenebilecek diğer nedenler gerilim üretir türdendir.

Ordu mensupları da hiç şüphe yok ki sadece temel görevleri olan vatan savunması ile ilgilenip sadece bu konuya odaklanmak isteyeceklerdir. Buna rağmen unutulmamalıdır ki, ordu mensupları da içinde bulunduğumuz toplumda yaşamaktadırlar ve toplumun içinden geçtiği toplumsal süreçlere şahitlik etmektedirler. Bu şahitlikleri onları, tarihin kendilerine yüklediği koruma görevine içtenlikle inandıklarından, kuruluş ilkelerinin vazgeçilmezliği konusunda tavizsiz olmaya zorlamaktadır.

Diğer bir kutup ise Cumhuriyet’in temel ilkelerinin de dahil olduğu her türlü koruma etkinliğinin sivil elde olması gerektiğine inanmış görünmektedir. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerden gelen rüzgârların etkisiyle bu alanda da gözlemlediğimiz gerilim kendiliğinden oluşmaktadır. Bir yan, tarihi arkasına alarak diğer yan ise günümüz anlayışlarını ileri sürerek kendi haklılıklarını kamuoyuna göstermek istemektedirler. Demokratik hareket alanının yaratılması ve vesayetin kaldırılması isteği ya da kurucu unsurların yönetim arzularından vazgeçmemeleri gerilim kaynağını oluşturmaktadır.

Demokratikleşme - ‘statuque’culuk
Özellikle 2002 genel seçimlerinden sonra iktidar partisi siyasi özgürlüklerin genişletileceğine ilişkin birçok vaatte bulunmuştu ve halkı büyük beklentiler içerisine sokmuştu. Özgürlük talepleri özellikle yaşamlarında dinsel kurallara daha fazlaca yer vermek isteyen kesimlerden geliyordu. Siyasetin sol kesimi özgürlük konusunda en talepkâr olan kesim olmasına karşın bu dönemde bu taleplerinden vazgeçmiş göründüler. Özgürlük örneğin başı örtülü olarak üniversitelere gidebilme ya da kamu sektöründe çalışabilme ya da dinsel uygulamalarını eksiksiz yerine getirebilme- gibi alanlara indirgenmiş oldu. Örneğin sınıflar arası çelişkilerin dile getirilmesindeki kısıtlamalar özgürlük talebi olarak sayılmayıp, hiçbir şekilde dillendirilmedi. Ne de toplumun büyük çoğunluğunun çıkarlarını savunabilecek bir siyasal söylem özgürlük tasarımı içerisinde yer aldı.

Dolayısıyla ülkemizdeki demokrasi ve demokrasinin demokratikleştirilmesinden sadece dinsel rutinlerin serbestleştirilmesi anlaşıldı. Siyasal iktidar AB’ye üyelik müzakereleri boyunca zikredilen talepleri tamamıyla inançsal özgürlükler şeklinde yorumlamayı tercih etti. Toplumun her kesimin sorunlarının çözüme kavuşturulmasından ziyade muhafazakâr kesiminin bastırılmış arzularına cevap vermek olarak algıladı. Kısacası demokratikleşme yaklaşık 10 yıldır aslında bu türden bir demokrasi olarak algılandı ve bunun karşısında geliştirilen her türden düşünce ‘statuque’ cu olmakla suçlanarak etkisiz hale getirildi. Böyle bir durum halk arasında senin demokrasin benim demokrasim ayrımını doğurdu. Halkın bir kesimi, demokratikleşme alanının yaratılması, yönlendirilmesi ve artırılması, sadece dinsel inanışların geniş uygulama alanı bulması ile aynı anlama geldiğini görmekten rahatsızlık duydu. Özgürlük ve özgürleşmenin aslında herkes için olduğu unutuldu.

Etnik konu
‘Açılım süreci’ yaygın tartışmalara neden olmaktadır. ‘Habur’ görüntüleri kimilerince barışa duyulan özlemin yansılamaları, kimilerince ve de çoğunlukça da bir meydan okumadır. Devletin üniter yapısının parçalanmaya başlamasının sinyalidir. Dolayısıyla çok ciddidir. Bu noktada da toplumda derin gerilimler oluşmuştur.

Bir yanda açılım projesinin yerel bir proje olmadığını iddia ederek, dış güçlerin ülkeyi bölme planının bir parçası olarak algılayanların olduğu gibi diğer yanda bunu bir fırsat olarak değerlendirenler de vardır. Her iki kutbun da savunucuları aktif ve samimidirler. Nihai amaç ülkenin birliğini koruyarak uzun zamandır süregelen terör sorununa bir son vermektir. Ama bunun ‘nasıl’ başarılacağı konusunda bir uzlaşı görülmemektedir. Konu çözümsüz dahi bırakılsa, gerilimlerimizin odağında yer almaya devam edecek gibidir.

Proje şu an için duraklatılmış durumdadır. Başarılı bir şekilde yürütülmemesinin ve sonuçlandırılmasının en büyük nedeni yeteri kadar ön hazırlık yapılamamasıdır.
Dahili sorunlarımız kendi yeterliliklerimizle çözemediğimiz durumlarda, dış güçlerin müdahalesini istemesek bile onlara davetiye çıkarmış olmuyor muyuz? Çok boyutlu toplumsal sorunların çözümü için uluslararası koşulların olgunlaşması gereklidir ancak çözüm için yetersizdir. Çözümü bizler keşfedebilmeliyiz.

O halde şunu sorabiliriz: Şu an için çok olumsuz görünen ve gerilim oluşturan konuları olumlu hale dönüştürme olasılığı var mıdır? Olumsuzluklardan olumluluklar üretebilir miyiz?

Örneğin Güneydoğu sorununa ilişkin gösterilen her türlü tepkiler karşısında mevcut koşulları olgunlaştırıp sorunun nihai çözümüne doğru yol almak mümkün mü? Tepki gösteriyor olmak dahi sorunun konuşulabildiği ve çözümde yol kat edildiğine delalet etmez mi? Dahili bir sorunun uluslararası konjonktürden yararlanarak nasıl çözülebileceğini öğrenmemize yardımcı olmaz mı? Uluslararası konjonktürü kendi lehimize kullanma refleksimizin gelişmesine katkıda bulunmaz mı? Yalnız olmadığımız bilincine erişmemize, diğer ülkelerle birlikte hareket edebilme ve bu arada kendi sorunlarımızı çözebilme becerimizin gelişmesini doğurmaz mı? Kısacası, korkularımızı avantajlar haline dönüştürmemiz için bu gerilimleri bir fırsat olarak değerlendirebilir miyiz?

Benzer noktalar diğer gerilim alanları için de söylenebilir. Hukuksal tartışmalarımızdan hukuk alanının çağdaşlaştırma sonucu çıkartılabilir mi? Asker-sivil ikileminden daha az bürokrasi daha az ilkesel tartışma ve daha az sertlik çıkartabilir miyiz? Yine demokratikleşme konusundaki uzlaşmazlıklardan daha modern daha özgür ve daha huzurlu bir toplum üretebilir miyiz?

Maalesef geldiğimiz noktada, bunların yerine yeni tür bir gerilimle halkımız karşı karşıya kalmış bulunuyor: Siyaseti yeniden düzenlemek ve daha çok iş yapabilmek yolunda muhalifleri engel görerek, sindirme ve bastırma isteği. Oysa özellikle ağır toplumsal koşulların baskısı altında başta bilim adamları olmak üzere toplumun entelektüel kesimleri soğukkanlılıklarını koruma ve rasyonaliteyi terk etmeme durumundadırlar. Nasıl ki, acil servislere hastasını koşturmak zorunda kalan refakatçinin aksine hekimin hiç telaşa kapılmadan hastaya müdahale etmesi gerekiyorsa sosyal bilimciler de toplumsal olaylar karşısında benzer soğukkanlılığı göstererek çıkış yolları önerebilmelidirler.

Tüm toplumsal aktörler yanlış yapıyor olsa bile bilimsel yaklaşımların doğrultusunda fikirler üretilebilmelidir ve bunlara çözüm mevkilerinde oturanlarca rağbet edilmelidir.

Ülkemiz insanının potansiyelinin dışarıya çıkarılması, görünür hale sokulması toplum bilimcileri tarafından üstlenilmesi gereken bir iştir; onların ileriye süreceği somut öneriler duygusallıktan arınmış olarak değerlendirilebilmelidir.

Soğukkanlı ve rasyonel hareket edilebildikçe, bilimsel objektiviteden ayrılmadıkça, çözümlenemeyecek hiçbir sosyal sorunumuz yoktur. Yeter ki sübjektif değer yargılarımızdan ve dünya görüşlerimizden sıyrılmayı başarabilelim. Bilimin öncülüğünün yaygın bir şekilde kabul edilmesi aynı zamanda azgelişmişlikten gelişmişliğe doğru evrilen toplumlarda görülen bir özellik olduğunu görelim, hatırlayalım.

Prof. Dr. Zafer Cirhinlioğlu, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
 

Radikal
Yayın Tarihi : 6 Ocak 2010 Çarşamba 22:46:41


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?