27
Mayıs
2024
Pazertesi
GÜNCEL

KÜRT AÇILIMI VE DEMOKRASİLERDE KARAR

Ana kavramlar üzerine anlaşılsa dahi bazı konular etrafında fikir ayrılıkları devam edecektir. Demokrasilerde, en hayati konularda dahi konsensusa ulaşmak her zaman mümkün olmaz. O gibi durumlarda, kimin daha haklı olduğuna zamanı gelince sandık başına giden seçmen karar verir...

Türkiye Büyük Millet Meclisinde ‘Kürt Açılımı’ projesinin ilk oturumu yapıldı. Bekleneceği gibi, ‘müzakereler’ son derece gergin bir havada cereyan etti. Müzakere değil, karşılıklı suçlamalar yapıldı. Ana Muhalefet Partisi Genel Kurul salonunu terketti.

Akabinde, açılımı değerlendirmeye başladık. Birbirimize yol katedip etmediğimizi sorduk. Bundan sonra açılımın nasıl bir seyir takip edeceğini tahmin etmeye çalıştık. Birbirimiz ile bundan sonraki gelişmerin nasıl olması gerektiği konusundaki görüşlerimizi paylaşmaya başladık.

Bu satırların yazarı, konsensusa dayalı bir açılımın kısa sürede gerçekleşebileceği konusunda iyimser değildir. Çünkü, açılımın üzerine bina edileceği temel anlayışlar üzerinde bir konsensus bulunmamaktadır. Bu nedenle, siyasal partiler birbirleri ile gerçek bir müzakere yürütmekte güçlük çekmekte, karşıt görüşlerin Türkiye için büyük bir tehlike oluşturacağını düşünmekte ve bu nedenle birbirlerini vatan hainliği ile dahi itham edebilmektedirler.

Konsensus mümkün mü?
Bu şartlar altında ilave oturumlar yapılması ne işe yarayacaktır? Bu koşullar altında, bir konsensusa varılabilmesi ve açılımın niteliğinin birlikte kararlaştırılabilmesi mümkün müdür?

Bir konsensusa varılabilmesi ve açılımın anahatlarının birlikte tespiti çok yararlı olacaktı. Çünkü çözümlenmesi gereken sorun Türkiye’nin genel menfaati ile ilgilidir. Gelişmiş demokrasilerde, ülke bu çeşit problemler ile karşılaştığı zaman, siyasi partiler anlaşamadıkları başka hususları bir kenara bırakıp o sorun üzerine birlikte odaklanırlar. Parti liderleri, parti menfaatlerini ve kendi kişisel siyasi menfaatlerini ikinci plana atıp her ne pahasına olursa olsun ülkelerinin karşılaştığı önemli sorunu birlikte çözmek için çaba sarfederler.

Ülkemizde kısa sürede siyasi partilerimizin böyle ortak bir çaba içine girmeleri muhtemel görünmemektedir. Çünkü bugün hükümetin açılım projesi ile ilgili esas ayrılık noktası çok temel bir noktada, ‘Türk milleti’ ibaresindeki ‘Türk’ sözcüğü üzerinedir. Konu ile ilgili Meclis’teki ilk oturumda, Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı sayın Deniz Baykal, Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan’a bir türlü ‘Türk milleti’ dedirtilemediğini ifade etmiştir. “Hedef, Türk, milletinin içinden yeni bir millet çıkarmaktır. Türkiye’de yaşayan Kürt, Türk milletinin Kürdüdür. Her etnik kimliğe ayrı bir millet mi oluşturacağız?” diye eklemiştir. Aynı oturumda Milliyetçi Hareket Partisi Başkanı sayın Devlet Bahçeli, “Buranın adı Türkiye, milleti de Türk milletidir. Anayasayı kurcalayarak, kolektif kimlik ve hakların oluşmasına cevaz vererek ulaşacağımız sonuç, kutuplaşma, bölünme, çatışma ve ayrılıştır” demiştir ve “Siyasi İslamcılığın bugünkü fason sahipleri, bu proje ile küresel oyunun parçası haline gelmiş ve ırkçı noktaya sürüklenmişlerdir” diye ilave etmiştir.

Kürt kimliği ve ‘Türk milleti’
Aslında her iki parti başkanı, da Kürt kimliğini reddetmemektedir. Ancak, Kürt kimliği ile ‘Türk milleti’ ibaresini bağdaştıramamaktadırlar. Çünkü, ‘Türk milleti’ deyimindeki ‘Türk’ sözcüğüne etnik bir anlam yüklemektedirler. Bu nedenle, sayın Baykal, ‘milletin içinden yeni bir millet çıkmasından’ çekinmekte, aynı nedenle sayın Bahçeli, Kürt kökenli vatandaşlarımıza ‘kolektif hakların’ verilmemesi gerektiğini ileri sürmektedir. Gerek Baykal gerekse Bahçeli’ye göre, Kürt kökenli vatandaşlarımıza Kürt olarak özel hakların verilmemesi gerekir, çünkü bu tür hakların verilmesi yeni bir ulusun ortaya çıkmasına ve ülkenin bölünmesine neden olur.

Bu beyanlara karşılık, sayın Başbakan konu gündeme geldiğinden beri ‘Türk’ kelimesine etnik bir anlam yüklememekte, bu sözcüğü ülkedeki bütün vatandaşları kapsayacak şemsiye bir kelime olarak kullanmaktadır. Sayın Başbakan’a göre Kürtler, Türkler dahil diğer vatandaşlar ile birlikte milletimizi oluşturmaktadırlar, fakat aynı zamanda bu kimliklerinin yanında Kürt kimliğine de sahiptirler ve bu nedenle onlara bazı hakların tanınması gerekir. Örneğin nasıl Türk kökenli vatandaşlarımız kendilerine özgü kültürlerini araştırabiliyorlarsa Kürt kökenli vatandaşlarımız da aynı hakka sahip olmalıdırlar. Sayın Başbakan, sayın Baykal ve sayın Bahçeli’nin aksine, bu tür bir politika gütmenin paralel bir millet ortaya çıkarmayacağını ve ülkenin bölünmeyeceğini düşünmektedir.

Konuya Etnisite Teorisi’nin kavramları ile bakarsak, sayın Baykal ve sayın Bahçeli bir toplumda hem birincil kimliklere hem de ikincil kimliklere sahip olunabileceğini, bir kişinin kendisini hem bir milletin vatandaşı hem de etnik grubun üyesi olarak algılayabileceğini kabul etmemektedirler; Sayın Başbakan ise aksi kanaattedir. Sayın Baykal ve Bahçeli, ikincil kimlik sahiplerine (belli bir etnik gruba), onlara özgü haklar verilirse o kimselerin ikincil kimliklerini birinci kimliğe dönüştürerek ayrı bir millet oluşturmaya başlayacakları kanaatindedirler; Sayın Başbakan ise öyle düşünmemektedir.

Hak ayrımı
Etnisite Teorisi’ne göre, bir etnik gruba belli haklar verilirse, verilen hakların türüne göre o etnik grup mensupları ikincil kimliklerini birincil kimliğe dönüştürmek eğiliminde olabilirler veya olmayabilirler. Bu hsusus ile ilgili olarak bireysel hak ve kolektif hak ayırımı yapılmaktadır. Örneğin bir grubun üyelerine kendi kültürel tarihini araştırma hakkı tanınması bireysel bir haktır; o gruba ait bir üye bu konuya ilgi duyabilir bir başkası duymayabilir. Ayrıca kültürel kimliği araştırmanın kişiyi, ikincil kimliğini birincil kimliğe dönüştürme eğilimine yöneltmesi ihtimali yüksek değildir. Kişi hem genel kültür grubuna hem de kendi kültür grubuna aynı anda ait olabilir. Biri diğerini güçleştirmez. Öte taraftan, kişinin resmi dilde değil sadece kendi etnik grubunun dilinde eğitim görme hakkı yahut kendi siyasi (bölgesel) yönetimini kurma hakkı kolektif haklardır. Bu haklar, kişinin ikincil kimliğini birincil kimliğe dönüştürmeye çaba göstermesi ihtimalini arttırır, çünkü bir devlette iki resmi dil ve iki ulus olamaz.

Sayın Baykal ve sayın Bahçeli, bireysel hak (ki bu hakka aynı zamanda kültürel denir) ve kolektif hak (ki buna aynı zamnada siyasi hak da denir) ayırımı yapmadıkları izlenimini vermektedirler. Bu yüzden, Baykal Kürt kökenli vatandaşlardan söz ederken “Türk milletinin Kürdü” gibi Etnisite Teorisi’nde yeri olmayan bir tanım kullanmakta, sayın Bahçeli’de bu vatandaşlarımıza verilebilecek haklardan bahsederken sadece kolektif haklara atıf yapmaktadır. Sayın Başbakan bu ayırımı yapmakta ve hükümetinin açıkladığı kadarki açılım paketinde yalnızca bireysel haklardan sözedilmektedir.

Eğer sayın Başbakan ve iki siyasi partimizin Sayın Başkanları her şeyden önce Türk kavramının ve kimlikler konusunun anlamları hakkında bir görüş birliğine varmazlarsa konuyu anlamlı bir şekilde müzakere etmekte dahi zorlanabilirler, bırakınız belli konularda paralel düşünmeye başlamayı. Eğer konu Meclise taşınmadan, sayın Başbakan ile sayın Parti Başkanları arasında açılım konusu ele alınsaydı tarafların aynı dili konuşmadıkları ortaya çıkacak, tarafların belli beyanlarının aslında ne anlama geldiği her iki tarafca da daha iyi kavranacaktı. Bu fırsatın kaçırılması yazık olmuştur. Ümit ve temenni edilir ki ilk fırsatta telafi edilir ve anlamlı müzakereler başlar.

Üç önemli nokta
Bu yazıyı, gündemdeki açılım konusu ile ilgili bence önemli üç noktaya kısaca değinerek sonlayayım. Birinci nokta şudur. Atatürk, İsmet İnönü, daha sonraki pek çok devlet adamımız, yakın yıllarda Cumhurbaşkanlarımız Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer ve bugün Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker Başbuğ, konuya, bazen açıkça ifade ederek bazen ima ederek, birincil kimlik-ikincil kimlik kavramlaştırması açısından bakmışlardır. Atatürk, milleti büyük ölçüde türdeş (homojen) bir varlık olarak düşünerek ve bu topraklarda yüzyıllar boyunca çeşitli etnik ve dini unsurlar arasında cereyan eden kültürel alışverişi görüşü göz önünde tutarak artık bir ‘millet’den bahsedebileceğimiz sonucuna varmış ve bu millete ‘Türk’ ‘sıfatını’ değil ‘ismini’ vermiştir. Sıfat belli etnik kimliği ima eder, isim şemsiye, ortak adı. 1924, 1960 ve 1982 Anayasalarımız, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğunu belirtmiştir. Bu Anayasalar, Türk olmak için, belli etnik kimliklere yahut dinlere mensup olmamak gibi, başka bir şart aramamıştır. Bu demektir ki bu Anayasalar Türk olmak için belli bir etnik gruba ait olmak şartını da aramamıştır.

İkinci nokta da şudur. Silahlı kuvvetler ile PKK arasında silahlı çatışmaların belli bir yoğunlukta sürdüğü 1984-1999 yıllarında dahi Türk ve Kürt kökenli vatandaşlar arasında yaygın bir husumet ortaya çıkmamıştır. Güneydoğu insanımız birinci derecede aş ve iş istemekte, kendisine kötü muamele edilmemesini istememektedir. 1990’ların sonlarında yapılan bir araştırma bölgede siyasi haklar isteyenlerin sadece yüzde 4 civarında olduğunu göstermiştir. Bu şekilde düşünenlerin büyük çoğunluğunun da ayrı bir devlet değil, bazı yerel yönetsel haklar istedikleri bulunmuştur. Daha yakın yıllarda yapılan araştırmalarda, daha yüksek oranlarda federasyon talepleri ile karşılaşılmıştır. Ancak federasyondan ne murat edildiği sorulduğunda Güneydoğu insanımızın aslında hayat şartları arayışı içinde olduğu anlaşılmıştır.

Üçüncü nokta ise şudur: Ana kavramlar üzerine anlaşılsa dahi bazı konular etrafında fikir ayrılıkları devam edecektir. Demokrasilerde, en hayati konularda dahi konsensusa ulaşmak her zaman mümkün olmaz. O gibi durumlarda, kimin daha haklı olduğuna zamanı gelince sandık başına giden seçmen karar verir.

Prof. Dr. Metin Heper: Bilkent Üniversitesi, İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı.

Metin Heper - Radikal
Yayın Tarihi : 20 Kasım 2009 Cuma 18:03:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?