31
Mayıs
2024
Cuma
GÜNCEL

'ÖĞRETMEN'E KAYBETTİREN KÜÇÜK BİR EKSİKLİK'



Prof. Dr.Şerif Mardin 'mahalle baskısı' kavramını ortaya atışının yıldönümünde 'Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği'nin düzenlediği 'Ne demek?istedim' başlıklı panelde konuştu. Mardin kavramın yeterince tartışılmadan politik sürecin içine sokulmasından rahatsız.


Şimdi uzun vadede bu inşanın, bu iki inşanın birbirleriyle rekabetinde, bir tanesinin kaybettiğini görüyoruz. Bunu önceden söylemek mümkün değil. Kim kaybetti, öğretmen kaybetti. Çok kaybetti mi, hayır çok kaybetmedi Burada küçük bir eksiklik var. Cumhuriyet’te ‘iyi, doğru ve güzel’ hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Avrupa’da yüzlerce sene dindar olsun olmasın, insanlar ‘iyi, doğru ve güzel’ konusunda tartışmalara girmiş, binlerce sayfa yazmış

Gazeteci Ruşen Çakır: ‘Mahalle baskısı’ kavramını tartışmaya geldik.
Bu toplantı Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla ve birtakım dostlarımızın katkılarıyla gerçekleşti. Tamamen kendi imkânlarıyla ve imkânsızlığıyla kavrulan bir kuruluşuz. Toplantımızın konusu mahalle baskısı.

Dediğim gibi bir yıl önce Şerif (Mardin) hocayla Washington’da, ki ben o sırada Vatan gazetesinin Washington temsilcisiydim. Hocanın da Amerika’da çıkan bir kitabı hakkında, kitap üzerine yaptığımız bir söyleşi, zaten gazetenin kitap ekinde yayımlandı bu söyleşi.. Ama hızla kitap ekinden gazetenin tüm sayfalarına taşındı ve ben de hoca da neye uğradığımızı şaşırdık. Herhalde herkes şaşırdı. Bu kavramı herkes Türkiye’de son dönemde olduğu gibi, her konuyu olduğu gibi herkes, kutuplar kendi ucuna doğru çekmeye çalıştı. Şurası da bir gerçek tabii ki, bu kavram Türkiye’deki son dönemlerde yaşanan bazı tartışmaların tam kalbine oturan bir kavrammış demek ki. Bu medya tarafından popülarize edilmesinin üzerinden bir yıl geçti... Şerif hocayla bu kavramdan ne kastettiğini tartışacağız.

Hocam doğrudan çok basit, afişlerimizde de var, sizin ağzınızdan ne demek istediniz?
Yani ne demek istediğimi anlatmak biraz uzun sürecek. Bir kelime ortaya atıldı, ondan sonra o kelimenin muhtelif bir şekilde kullanıldığı görüldü. O kelimenin ortaya konuş şeklinden itibaren, başka bir sorumluluğu ortaya çıktı. O da gerçekten o mahalle baskısı diye bir kavramdan öteye, bir teşkilatlanma şekli ve zamanla da değişen bir şey olduğunu ortaya atmak gerekir. Çünkü bu mahalle baskısı hani hiçbir zaman yerinden kımıldamayan kültürün bir yönü. Mahalle baskısının niçin ve nasıl değiştiğini anlatmak gerekir. Bu sorumluluğumuzun ilk şekli ve bir bölümünü ifade ediyor. Benim sorumluluğum, o konuda.

Evet sorumluluğunuzun gereğini yapmanızı rica ediyorum. Şöyle bir şey var hocam, bu kavramın bu kadar çok ilgi görmesinin arkasında, Türkiye’de yaşanan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ve laiklik üzerine tartışmalar ve kaygılar vardı. Ve bu kavrama en çok sahip çıkan kesimler de, AKP’ye kuşkuyla bakan kesimlerdi. Böyle bir kullanım değeri oldu.. Bu sizi biraz rahatsız etti.
Evet rahatsız etti. Çünkü bu kavram bir nevi politik sürecin içine sokulmadan önce, kavramın kendisinin neler sakladığını, biraz anlamak lazım. Neler sakladığını anlamak lazım, neler sakladığını anlamadan, oradan konuşmak çok zor olur. Onun için bu işin bir profesörce bir tarafı var maalesef. Onun içindeki teşkilatlanmanın ne biçim bir şey olduğu, kimlere atıf verilmesi gerektiği, biraz sıkıcı bazı tarafları var açıklanmasının. Onları yapmak şart. O zaman yeni bir çığır açıyorsunuz. Bu işin siyasi bir slogan olarak kullanılmasının dışında, kendi bir hayatiyeti olduğunu biraz ifade etmeye başlıyorsunuz. Zaten meselinin püf noktası odur, yani hayatiyetinin nereye dayandığının anlatılması ve bunu anlatırken basit bir şeylere, izanlara düşmez.

İsterseniz sıkıcı olabilecek dediğiniz kavramsallaştırmayı biraz geliştirin.
Şimdi, Mahalle baskısı denildiği zaman ilk insanın altını çizmesi gereken nokta şu: Mahalle hem şahıslardan meydana gelen, hem bir bütün olarak hareket eden bir unsur, bir yapı. Şimdi bileşimleri bu olduğuna göre, mahalleyi kendi tarihimize nasıl oturtacağız. Zaten böyle bir sorumlulukla karşı karşıya kaldığımızda ilk yaptığımız şey, işte kitaplara koşuyoruz. Ve o kitapların izah etmesi gereken nokta, bir mahallenin nasıl bir kolektif yapıya sahip olduğu ve aynı zamanda nasıl tek tek şahıslardan meydana geldiği ve nasıl birlikte ortaya çıktığı.

Durkheim ve Weber
İşte insan biraz bunu aradığı zaman, bildiği ve bilmediği bütün kaynaklara koşa koşa gittiği zaman, bir kere bunun, bu işin kültürle ve kültür üzerine çalışmış kimselerle bir ilişkisi olduğunu... İnsan bunu arıyor ve bu kültür üzerinde çalıştığı bu kimseler kimdir diye bakıyor:?Durkheim var. Ülkemizde çok tanınmış olan bir kişidir ve Durkheim aslında ilginç bir kişi, fakat kültürle hayatının sonuna doğru uğraşmış olan, onun için de bunu biraz eksik bırakmış bir isim. Yani bu yapıların değişiminin nasıl olduğunu anlatan pek kimse yok.
Aslında Durkheim bizim memleketimizde bir tişört şeklinde kullanılıyor. O tişörtü giyiyorsunuz, ondan sonra üstünüzde Durkheim yazıyor ve bütün hayatınızı o tişörtün verdiği imkân dahilinde tefsir ediyorsunuz, yaşıyorsunuz. Bunun odunsu bir tarafı var bu tefsirin.
Bu olmayınca, Durkheim bilhassa kültür değişiminin nasıl olduğunu çok iyi anlatmayınca hemen bunu çok iyi yapan bir isim var, Weber. Weber’e koşuyorsunuz, bu işi çok iyi yapan Weber’e koşuyorsunuz. Weber’de bunun değişim dinamiği çok iyi anlatılıyor. İnsanın daha doğrusu dinamiği çok daha iyi bir şekilde anlatılıyor.

Bu, Durkheim’ın bu kadar odunsu yaklaşımının yanında çok daha ilginç bir şey. Fakat Durkheim’a da bakıyorsunuz iyice tenkitler getirmiş. Tenkitin esası nedir? Benim çok istifade ettiğim Alfred Schultz. Diyor ki, tamam evet değerler var ama bu değerlerin insanlar tarafından nasıl bir bütün haline geldiğini anlatıyor.

Burada ilginç olan şey şu: Bir kere değerleri paylaşamıyorsunuz , yani şahıslar tek tek şahıslar olarak kalmıyor çünkü orada bir değer varsa kültürel bir değer varsa, onu paylaşıp bütünü öyle bir araya getiriyorlar. Yalnız paylaşırken ilginç bir şey var, paylaşırken ‘bakmak’ lazım yani onun Almanca bir ifadesi var, bakmayı çok iyi anlatıyor. ‘Öyle olmak istemek’ gerekiyor. ‘Öyle olmak istemek’ demek ki tek tek şahısların taşıdıkları değerlerin bir bütün haline getirilmesinin yeni sürecini anlatıyor.
Ve bu da güzel, fakat orada bir şey daha var, tabii bunun her zaman bir yapılandırma işi olduğunu unutmamak lazım.

Orada değerler var, değerlerin paylaşılması var. Değerlerin paylaşılması için ‘göz’ ve ‘bakış’ gibi bir şeyin bu işin içinde olmasının zorunlu olduğunu söylüyor Schultz. Demek ki ‘değerler paylaşılması’ ve aynı zamanda paylaşılmak için her zaman ‘bakan’ bir topluluk... Bu da çok ilginç.

Toplumun kurulması
Bir topluluğun kurulması için başka yerlerden insanların aldığı etkilerle bir şey daha lazım, yani ‘değerler’, ‘değerlerin paylaşılması’, ‘bütünün meydana gelmesi’ bunun için de ‘bakış’ın olması. Bir ilave yapılmalı, o ilaveyi ben çıkarıyorum. Niçin? Çünkü bu Batı’daki sosyologlar için çok olağan bir şey. Nedir bu olağan şey? Herhangi bir topluluğun çalışabilmesi için bu değerlerin içinde özel bir değer tipi olması lazım. O değer tipi de nedir? ‘İyi, doğru ve güzel’ hakkında düşünceler. O zaman bunun beş tane öğesi olduğunu görüyoruz. Ama bu iyi doğru ve güzel hakkındaki düşünceler çok mühim. Çünkü bütün bunlar ne olursa olsun bu değerler iyi doğru ve güzel etrafında birleşmezse, bu belki arızi bir şekilde bir birleşme olur. Ama kollektivite meydana gelmez ben bunu burada bırakıyorum. Demek ki hocalarımızdan bu kadar bir şeyi çıkarabiliyoruz.

Mahallenin kendisine ve yapısına geçiyorum. Mahalle Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek bir birimdir. Hukuki bir hüviyete sahip olan bir kuruluş olmanın dışında, çok daha ayrımcılı bir şekilde, mahalle insan yaşayışının bir alanını ortaya çıkarıyor. Bu alan yalnız çok kompleks bir alan. Çünkü bu alanda yalnız mahalle yok, mahallenin içindeki cami var, caminin imamı var, imamın okuduğu kitaplar var, tekke var, tarikat var, külliyeler var, esnaf var, vs. Mahalle budur. Mahalle bütün bunları bir bütün olarak, bir kültür olarak çalışmaya başlaması, çalışmış olmasında. Şimdi bu çalışmanın detayları hakkında belki de en iyi bilgiyi şu bizim çok muhterem doktor Halil İnalcık’ın ‘İstanbul’ makalesine bakarsanız; orada çok güzel ve detaylı bir şekilde, mahallenin nasıl Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek bir birim olduğunu ve gerçek bir sosyal süreç olduğunu detaylı bir şekilde anlatıyor.
Peki bu strüktürü (yapı) aldık ve Cumhuriyet’e geliyoruz. Cumhuriyet’te bu strüktür ne oldu? Bu strüktür şöyle bir gelişme gösterdi. Bu strüktüre bir rakip geldi. Öyle bir rakip ki, bu bu yapının karşısında, öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı, ondan sonra ve Cumhuriyet’in öğretmenle birlikte getirmiş olduğu bütün bir inşa var ve bu inşa aslında mahalle strüktürüne rakip bir inşa.

Öğretmen az kaybetti
Şimdi uzun vade bu inşanın, bu iki inşanın birbirleriyle rekabetinde, bir tanesinin kaybettiğini görüyoruz. Bunu önceden söylemek mümkün değil. Kim kaybetti, öğretmen kaybetti. Çok kaybetti mi, hayır çok kaybetmedi. Öğretmenin ortaya getirmiş olduğu yeni inşa ve grup tipinin bir etkisi olmuş Anadolu’da. Fakat 1950’den beri bu rekabette tuhaf bir şekilde çok aydın olan, çok iyi işler yapmak isteyen, halka doğru gitmekte bayağı kendine bir şekil vermiş olan, halkı seven falan öğretmenin bu işte geride kaldığını görüyoruz.
Benim buradaki buluşum şu: Öğretmen, okul, öğrenci, kitapları vs. bütün o yeniden inşa edilen ve Cumhuriyet’in bize getirmiş olduğu bu inşa edilmesi istenen kolektiviteden ve bu işe iştirak eden, katılan vatandaş. Burada küçük bir eksiklik var. Cumhuriyet’te ‘iyi, doğru ve güzel’ hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Diyeceksiniz ki: “Adam, laik bir sistem ileri sürdüğü için bu işlerle uğraşmaz bu insanlar.” Avrupa’da yüzlerce sene, binlerce sene, dindar olsun olmasın, insanlar her iki grup da ve bu arada bilhassa laik diyebileceğimiz grup, iyi, doğru ve güzel konusunda tartışmalara gerişmiş ve bu konuda binlerce, on binlerce sayfa yazmış. Kim mesela, bunların piri kim? Bunların piri Kant. Kendisi iyi, doğru ve güzelden başlayarak bir felsefe inşa etmeye çalışmış olan birisi. Biraz Kant’ı böyle yanlı hale getiriyorum. Ama Kant’ta bu yan var.

Öğretmen ve mahalle
Bizim Cumhuriyet öğretimizde, ‘iyi, doğru ve güzeli’ derinliğine araştıralım diye bir şey yok. Orada binlerce sayfa tartışma bulamazsınız. Şimdi bu çok önemli bir şey. Binlerce sayfa bulmadığımız zaman ne kalıyor. Bu değerleri insanların birbirlerine karşılıklı olarak üstlerine almasına? ‘Göz’ kalıyor,?‘bakma’ kalıyor. Göz ve bakma paradoksal olarak, yani sanki mahalle baskısının önemli unsurlarından biriymiş gibi geliyor. Gerçekten orada önemli bir şey var, aynı zamanda öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca, işte orada olan diğer elemanlar geliyor. Ha mahallenin kendisine baktığımız zaman, orada gerçekten, ‘iyi, doğru güzel’ hakkında bir düşünce var. Nedir o düşünce? İslami düşünce tarzı. Bu İslami düşünce tarzının, ancak fevkalade statik bir şekli olduğunu söylemek mümkün değildir.

Belediye alanı
Şunu hatırlayın 1970’lerden sonra mahallenin değerlerini kendi üstlerine almış olan yeni bir alan ortaya çıkıyor. O da belediye alanı. Bu konuda çok neşriyat okuduk. Belediye alanı içinde eskiden mevcut olmayan birtakım işlerin nasıl yapıldığını ve müspet olarak yapıldığını gördük. Fakat belediye bu işleri geliştirirken, aslında mahallenin bilhassa üzerinde durmuş olduğu ve erkek-kadın farkı üzerindeki ‘göz’lemeyi, göz ile bu farkı belirtmeyi isteyen bir yaklaşımdan ya da bir özellikten kendisini hiçbir zaman ayıramamıştır. Şöyle tekrar edeyim, bir kolektive olmak için değerleri paylaşmak lazım, değerleri paylaşmak için görmek lazım, kendi üstüne almak lazım. Mahallede bu çok gelişmiş olan bir yaklaşım tarzı. Niçin gelişmiş, mahallede çünkü ‘iyi, doğru güzel’ hakkında bazı değerler var. O da İslami değerler. Fakat aynı zamanda da o değerlerin nasıl kullanılacağına dair bir hal çaresi var. O hal çaresi nedir? ‘Göz’ün erkek ve kadın farklılıklarının üzerine tepkisi üzerinedir. Mahallede göz bundan dolayı çok önemlidir ve her ne kadar öğretmende de, ‘iyi, doğru ve güzel’in olmaması dolayısıyla ‘birtakım yeni şeyler geliyor’ diyorsak da mahalle bilhassa kadın ve erkek farklılıklaüzerinde değerlerini kondurduğu için, mahallede ‘göz’, ‘bakma’, ‘birbirine bakma’ bir kontrol şekli olarak çalışıyor. Bu Türkiye’de genel bir şeydir ve kadın-erkek farklılıklarından ileri geldiğindendir. Buna bir ilave getireyim. Şunu hatırlayalım, Türkiye’de bu işi yapan yalnız mahalleli değil, yani gözle kontrolü meydana getiren yer yalnız mahalle değildir. Benim görebildiğim kadar, Türkiye’de ‘herkes herkesi’ gözlüyordur.

Siz beni, ben de sizi gözetliyorum. Biz topluluğumuzu öyle yapıyoruz. Mahalle de öyle yapıyor ben de öyle yapıyorum. Bu eskiden bize intikal etmiş olan bir kolektivite kurma şekli: Göz.

Baskı kavramı nerede devreye giriyor?
Göz baskıdır. Bir topluluğu gözle inşa ederseniz, o bir baskıdır. Kimsenin o gözden kaçması mümkün değildir. Türkiye’de de bunu her gün görüyoruz. Bizim şikâyetimiz belki derin devletin gözlemesi filandır ama biz de birbirimizi inşa ederken biz de ‘göz’le inşa ediyoruz. Bunu her yerde görebilirsiniz. Erbakan’ın sarı kravatında da vardır, bazı kadınların modaların o kadar çabuk peşinde gitmelerinde de vardır. Türkiye’de buna çok büyük destekler bulabilirsiniz. Son olarak Türkiye’de ‘gözle topluluğu inşa etmek’ sonradan belediyeler geliştiği zaman, belediyeler tarafından devranılmış bir şeydir. Onun için belediye ‘göz’le görülebilecek olan bir şey yapıyor. İçki içilecek yerleri sınırların dışına gönderiyor. Bu ‘göz’le yapılan bir şey. Ve Mahallenin gözle olan kontrolü belediyede her zamankinden daha sert bir şekilde yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Radikal
Yayın Tarihi : 27 Mayıs 2008 Salı 11:59:18


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
oviraptor IP: 88.245.248.xxx Tarih : 27.05.2008 22:32:26

Öğretmen halk için halkı eğitmek için yükseltmek için vardır ve o doğrultuda çalışır hiç kimse aksini iddaa edemez. ama imam sadece dine çalışır onun için insan ne olursa olsun din yücelsin yeter hatta dini yüceltebilmek için halk düşmanlarından yabancı düşmanlardan yardım almaktan entirkalar oynamaktan hiç geri kalmaz avrupa ve orta doğu tarihi bunun gibi binlerce örnekle doludur . bizde de son yedi yılda bir baş örtüsü için memleketin babalar gibi satıldığına şahidiz afrikalıların bir sözü vardır . hiristiyanlar afrikaya geldiklerinde ellerinde incilleri vardı bize gözlerinizi kapayın ve isadan bağışlama dileyin dediler gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde onların incili onlarda ise bizim topraklarımız vardı . bu yüzden din ve imam sadece aldatma kandırma için vardır eğer şeytanın tanımını yapın deseler ben din adamlarını ve imamları tarif ederdim