Atıf Yılmaz'ın yönettiği ilk Hıçkırık o tarihte çevrilmiş, gösterime girmiş mi, ayrıca saptamak gerekir. Kerime Nadir anılarında filmin çok beğenildiğini ayrıntılarıyla anlatır. Baş rollerde Nedret Güvenç ve Muzaffer Tema. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, tüm ekibi Çankaya'ya çağırmış, kutlamış. Ama o çağrıda Kerime Nadir unutulmuş. Yıllar sonra hâlâ buruk, dediğim gibi Romancının Dünyası'nda yazıyor...
İşte o 1950'ler. Hıçkırık romancısı ününün doruğunda. Şöyle böyle bir ün değil bu: 1938'de Hıçkırık'la başlayan uçsuz bucaksız beğeniliş, eleştirmenler, edebiyat tarihçileri, burnu büyük aydın okurlar istedikleri kadar küçümsesinler, inkâr etsinler, görmezden gelsinler, Samanyolu'yla, Gelinlik Kız'la, Funda'yla perçinlendikçe perçinlenmiş.
Okurları Kerime Nadir'i merak ediyorlar. Ne radyo, ne televizyon; radyonun yayın saatleri enikonu kısıtlı, televizyon sadece Hollywood yapımı filmlerin bazı sahnelerinde. Sevilen kişiler, radyo sanatkârları, tiyatro oyuncuları, işte romancılar, hep dergi sayfalarında, gazetelerdeki röportajlarında.
'Çok satarlık' henüz adlandırılmamış. Ama biliniyor ki, Kerime Nadir 'çok satar' bir romancı. Nüfusu bugünkünden epey az Türkiye'de, yüz binlerce okura 'gerçekten' ulaşıyor, onun eserleri.
Bir nezaket de söz konusu herhalde: Dan dan, en çok satan denmiyor da, "en sevilen romancımız" deniyor.
Selâmi Münir Yurdatap, "en sevilen romancımız" Kerime Nadir'i 1953 yılının ilk günlerinde, Maçka Palas'taki evinde ziyaret etmiş. Yazarın "zarif" salonunda karşılıklı oturuyorlar. Bir yandan da fotoğraflar çekiliyor. Kerime Nadir'in röportajlardan, söyleşilerden, hele hele fotoğraf çektirmekten, "poz almak"tan pek hoşlanmadığını... aslında hiç hoşlanmadığını öğreniyoruz. Ama Selami Münir Yurdatap'a "cömert bir kibarlık" göstermiş
Konuşulanlar sade, iddiasız şeyler. Bir satış ihtirasıyla uzaktan yakından ilintili değil. Âdeta 'masumiyet' söz konusu.
Kerime Nadir, yirmi yıl kadar öncesine dönüyor. Okumayı çok seviyormuş. Okumakla yetinemeyerek, okuduklarını 'hayal âlemi'nde yaşatmaya devam ediyormuş:
"Okuduğum bazı roman ve hikâyelerin mevzularını değiştirmek, bunlara pasajlar ilâve etmek arzusu, hayalimde birçok konuların canlanmasına sebep oluyordu..."
Yeşil Işıklar'ı öyle yazmış. Hemen vurgulamak isterim: Kısacık Yeşil Işıklar'da bir 'gotik roman' havası eser. 1930'lar İstanbul'u, sanki şatolu, malikâneli İngiltere'yle örtüşmüştür.
Yeşil Işıklar, Yarım Ay mecmuasında tefrika ediliyor. Peki, çok genç "muharrire" mutlu mu? "Şüphesiz... Bu heyecanı asla unutamam!"
Dönem, şu kadar sattım! / bu kadar sattın! kavgalarının, çekişmelerinin, bağırtılarının çağı değildir. Bir roman yazayım da hayatım değişsin! hırsları akıldan bile geçmez. Dahası, roman, öykü yazmak öyle pek teşvik de edilmez. Kerime Nadir diyor ki:
"... Çünkü ondan sonra (Yeşil Işıklar) yazmış olduğum dört romanda, o tarihte henüz basılmamış duruyordu... Gerçi ben onları kendim için yazmıştım, basılması için hiçbir teşebbüste bulunmamıştım." Meğer Hıçkırık bile "yazı masasında" iki sene beklemiş.
Kerime Nadir'in "bir şeyler" yazmasına aile aldırışsız. Oysa annesi okumaktan gönençli, hatta bir okuma tutkunu. Genç yaşında veremden ölen "dayım Meşhud Bey" şiir yazarmış, fakat hiçbirini neşretmemiş. Galiba, neşretmek, biraz da teşhircilikle eşanlamlı. Üstelik, on dört on beş yaşlarındaysanız, yeniyetme bir kızsanız: "... Muvaffak olamayacağımı zannediyorlardı. Daha doğrusu, bir genç kızın duygularını yabancılara satır satır dökmesini hoş görmüyorlardı."
Edebiyatımızın toplumbilimsel değerlendirişleri yazık ki çok kısıtlı. 1930'larda "bir genç kızın" yazarlığına ürküntüyle yaklaşılıyor da... Beni çok üzen bir anıya yol alıyorum: İki üç yıl önceydi; çok duyarlı, muhafazakâr kesimden değerli bir şairimiz, benden genç bir dostum, "Heves edip roman yazmıştım" demişti, "dindar Fakir Baykurt denebilecek bir roman; ama yayımlayamazdım." Sormuştum; yayımlayamazmış, bir tür çevre baskısı, içsel kaygı... "Sonra da büsbütün içime kapandım..."
'İçe kapanıklık' demek eskilerden miras.
'Çok satar' Kerime Nadir, şöhreti için o kadar şaşırtıcı konuşuyor ki, şaşırtıcı ve alabildiğine 'içten', donakalıyorsunuz:
"Hayatımın en acı hatırasını bana Hıçkırık mal etmiştir. İlk gençliğimin tertemiz ve saf duygularını ihanete kurban eden ve ömrümü ebedî bir şanssızlığın çıkmazına sokan bir nişanlıyı o bana getirmişti. Hıçkırık'ın yazarı olduğum için benimle hayatını birleştirmek isteyen bu adam, Hıçkırık'taki leylakların hayali kadar bile hayatıma kıymet vermedi!.."
Selami Münir "onun bu acı hatırasına hürmetle" susmuş! Ünlemi özellikle kondurdum. Günümüzde kim, hangi söyleşi, röportaj yazarı bu fırsatı kaçırır?! Manşetlik dedikodu ziyan olmuş...
1950'ler özel hayata hâlâ saygı devri. 1930'lar ise 'mektup' çağı. Hıçkırık'tan sonra Kerime Nadir mektuplar-mektuplar alıyor: "... bu eserin hayranlarından aldığım mektupların sayısı pek çok, tahmin edemeyeceğiniz kadar çoktur. Hemen hepsi, bu romanın kendilerini ruhen doyurduğunu, gönül susuzluğunu onun sayfalarında giderdiklerini yazıyorlardı."
Yurdatap, "daha ziyade" kadınların mektup yazdığını sanıyor. "Aldığım mektupların yüzde doksanı erkeklerdendi..."
Söyledim: Edebiyatımızın sosyolojisi yok. 1938 tarihli Hıçkırık'ın 'erkek okur'la buluşması dikkat çekmemiş.
Hıçkırık Tan gazetesinde tefrika edilmiş. Kerime Nadir'in telif ücreti sıfır kuruş. Geçelim. Dahası, "Bitince, kitap halinde, kendi hesabıma bastırdım."
Peki ama, Hıçkırık'la başlayarak, bu romancı çok seviliyor, çok okunuyor; acaba neden? Yanıttaki alçakgönüllülük, dilerim, gözünüzden kaçmaz:
"Söylediklerine göre, anlatış samimiyeti, tasvirlerin canlılığı, akıcılığı, hissî derinliğini ve bilhassa insan ıstırabının özlü bir şekilde belirtilişini..."
Ama hemen ekliyor: "Özlediğim eseri henüz yazmış değilim. Halet-i ruhiyemin tereddüdü buna mani oluyor. Özlediğim eseri yazmak gayesiyle birçoklarına başladım. Fakat istediğim gibi olmayınca geri kaldı... Bu, benim için bile müphemdir."
Fotoğraflara bakıyorum: Kerime Nadir saçları permanantlı; Kerime Nadir yazı masası başında; Kerime Nadir "çok sevdiği yeğeni Nejat"ı kucaklıyor; Kerime Nadir piyano önünde; Kerime Nadir tuvali başında...
"Büyük misafir salonunu ve yazı odasını süsleyen, güzel ve sanatkârane tabloları tevazula gösterdi:
-İşte boş vakitlerimde, dinlenmek için bunları yaparım.
-Yaa... Ne zamandan beri ressamsınız? Hiçbir resim sergisine iştirak ettiniz mi?
-Ressam değilim ki! Sadece, çocukluğumdan beri resim yapmayı çok severim. Hocam yoktur, kendi kendime çalıştım."
Sonra, biraz piyano, biraz keman, biraz cümbüş. "... Umumiyetle alaturka müziği severim. Bunu, garp müziğini sevmem mânasına almazsınız tabiî.."
Az sonra Selâmi Münir'in röportajı bitiyor. 1950'lere mi şaşarsınız, edebiyat tarihimizin hor gördüğü Kerime Nadir'in ince ve duygun yanıtlarına mı, bilemem. Günümüzün 'ortam'ıyla kıyaslamaya 'cesaretiniz' var mı, onu da bilemem...