Ekrandaki son eğlenceliklerden 'Korolar Yarışıyor'un anlattığı: 'Kendi kendimizi beceremeyeceğimiz bir cendereye sokuyoruz, koro işini kotaramayacağımız ortada'
İlk kez yayınlanan bir programa bakıp geleceğine dair bir öngörüde bulunmaktan sakınmaya çalışırım ama, “Korolar Yarışıyor”da birkaç koroyu izledikten sonra bu şovun hiçbir başarı şansı olmadığını düşünmekten kendimi alamadım. Yanlış anlamayın, sadece koroları yarıştırmanın Türkiyeli dinleyici için hiçbir şey ifade edemeyeceği kanısındayım, yoksa bu “şov” bir süre sonra bölgelerin, şehirlerin hatta, Rojin nedeniyle, dillerin yarışmasına “dönüşebilir” ve izlenme rekorları da kırabilir.
Şurası çok açık; insan sesini çokseslendirerek kullanan koral müzikler Hıristiyanlık tarihi ve kilise kültürüyle bağlantılıdır ve bu tarihin bir kısmı Osmanlı topraklarındaki azınlıklar tarafından yaşandıysa da, Müslüman ahali için asla başat ve tanıdık bir kültür olmadı. Batı’da ise tarih bambaşka bir seyir izledi, ortaçağdan itibaren çoksesli müziğin ilk örnekleri kilise ve koro kültüründe uç verdi ve koroda şarkı söylemek, çoksesli müziğe kulak aşinalığı sokaktaki insan için tipik bir müzik dinleme ve icra etme eylemine dönüştü. Bu nedenle, en küçük bir Avrupa şehrinde bile onlarca amatör koronun varlığı hemen fark edilebilir, koral müziğe dair çok zengin bir repertuar mevcut olduğu gibi, dindışı popüler müzikler de korolar tarafından sıkça yorumlanır, özellikle genç koristlerin devamına fayda sağlar. Bu açıdan düşününce, “korolar çarpışıyor” (Clash of the Choirs) diye bir yarışmanın neden Batı ülkelerinde (yarışmanın fikir annesi ünlü bir İsveçli şarkıcı ve korist olan Caroline Thérese’dir) tasarlandığını, sevildiğini ve örneğin ABD versiyonun, neden tam da Noel gecesinden hemen önce sonuçlandığını kolayca anlarız.
Gelelim erken Cumhuriyet döneminde (30’lardan 50’lere kadar süren) uygulanan kültür siyasetlerine ve bu kapsamda çoksesli müziğe ve korolara atfedilen öneme. Bu konuda ben de dahil birçok insan yazdı ama, böyle programları gördükçe daha ne kadar yazılsa azdır diye düşünmeden edemiyorum. Doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmadan yazıyorum, Türkiye Cumhuriyeti müzik siyasetleri, müziğin çokseslendirilmesi ile toplumun “ilerlemesi”, “Batılılaşması” arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu varsayar. Ayrıca, çoksesli müziğin “seçkin” örneklerini olabildiğince kamusal alana taşımak, sahnelerde, törenlerde, parklarda, bahçelerde sergilemek ister. Örneğin, 30’lu yıllarda Boğaz vapurlarına yerleştirilen hoparlörlerden klasik Batı müziğinin “hafif” örnekleri dinlenebilirken, Anadolu şehirlerinde bedava halk konserleri düzenlendi, bu konserleri izlemenin çoğu zaman “zorunlu” olarak gerçekleştirildiğine dair rivayet ise çok yaygındır. Türk ya da öncülü olan Osmanlı müziğinin tabii ki koroyla falan bir alakası yok. Saray müziği olsa olsa bir tür oda müziğine benzer, halk müziği ise âşıkların tekelinde ve şehir ortamından çok uzakta icra edilir. Ama devir “Batılı” kodlarla düşünmenin, musiki inkılabı yapmanın devri olduğundan, hem halk müziğine, hem de “sanat” (çokseslisi değil, Osmanlı’dan geleni) müziği icrasına “koral müzik” müdahalesi yapılır.
Ünlü derleyici Muzaffer Sarısözen’in saz âşıklarından gramafona kaydedip notaya geçirirken “standartlaştırdığı” (yani, sözlerini “düzelttiği”, aksanını “yok ettiği”) türküleri icra eden “Yurttan Sesler” korosu tam da böyle bir icattır. Aynı melodiyi çalan farklı boylardaki onlarca sazlar, âşık yerine kocaman bir kadınlar ve erkekler korosuna eşlik eder, bu da yetmez, bir de bu “topluluğun” başına bir “şef” konur ve elinde sopa “idare etmeye” başlar. Volümü artsa da, kulağa gelen müzik halen tekseslidir! Aynı durum, daha da ciddileşerek “Türk sanat musikisine” de uygulanır, asık suratlı, siyah elbise ve kravatlı müzisyenlerden Dede Efendi icralarını hatırlayacağınız Dr. Nevzat Atlığ yönetimindeki koroyu bir düşünün. Peki, hiç mi Batı’daki “çokseslilik” kurallarına göre Türk eserleri bestelenmedi, Batı’dakine benzer korolar tarafından icra edilmedi?
Bestelendi ve edildi tabii ki, devlet konservatuvarları mezunlarının oluşturduğu koroların konser icralarını, TRT 3’te sıkça yayınlanan “çokseslendirilmiş halk türkülerini” bu işin meraklıları çok iyi bilir ve bize hatırlatabilir. Hatırlarız da, dinler miydik ya da halen dinler miyiz pek bilemiyorum. Halkın bu müzikle anlaştığını söylemek ise imkansızdır. Neden acaba? Geleneksel olarak, müziği tek bir solistten dinlemeye alışkınız, şarkı sözünü (güfteyi) net olarak anlamak, belki de sözlere sessizce içimizden katılmak istiyoruz, dini ilahilerimiz var ama kolayca erişilebilir (camilerde her pazar ilahiler söylenmiyor) değil, dindışı müziklerde (meyhanedeki fasılları saymazsak) koro kullanmıyoruz, kullansak da kimse yanlış söylemeye, yani detone olmaya takmıyor. Halbuki Batı’daki koro pratiğinde, amatör bile olunsa, beraber (unison) ve hatasız (detone olmadan) söyleme arzusu, gayreti ve bu işin ciddi bir eğitimi vardır. Tabii ki Türkiye’de de, örneğin ciddi müzik heyetlerinde ve konuya düşkün arkadaşların oluşturduğu fasıllarda falsolar olmayabilir, yine de müzikle ilişkimiz formel bir eğitimden çok, alışkanlıkla, ezberlemeyle, taklitle oluşur, herkes birbirine yerli yersiz “hocam” der, birbirinin hocası da olur zaten! Kulaktan dolma, sadece sesin güzelliğine (“yanıklığına”) odaklanan, kaygısız, kompleksiz, oldukça gevşek bir müzikle yaşama pratiğidir bu.
Kakafoni
Bütün bu kendimize özgü özelliklerimiz “Korolar Yarışıyor”da ortalığa dökülüyor. Çeşitli şehirlerden yarışmaya katılacak koroların mensuplarını seçecek olanların konuya ehilliği tartışmalı zaten; örneğin, arabeskin starlarından Ferdi Abi Adanalı ya, Adana’dan katılacak yarışmacıları seçiyor. Belli ki, koro müziğiyle ne bir ilişkisi olmuş ne de ilgilenmiş, koroyu yönetirken “Yurttan Sesler”deki şeften farklı bir şey yapmıyor, elini, kolunu oynatıp duruyor, müzisyenler ise kendi “bildiklerini” okuyorlar. Yani, hepsinin maşallahı var, birarada söylemekten bihaber, detone olup duruyorlar. Hele bir de, şarkının “çoksesli” söyleneceği kısacık bir bölüm oluyor, maazallah, ortalıkta notalar uçuşuyor, kakafoniden kulaklar zonkluyor. Bu işin Ferdi Abiyle bir alakası yok, bütün korolar arızalı, hepsi birer detone abidesi. Başta söylediğim gibi sorun kültürel, kendi kendimizi beceremeyeceğimiz bir cendereye sokuyoruz, koro işini kotaramayacağımız ortada. Yarışmaya dönersek: Birinci kim oldu dersiniz? Bir Erkin Baba klasiği olan Fesuphanallah’ı Arapça, Kürtçe ve Türkçe yorumlayan ve hatta araya bir gazel ve de bir de rap sıkıştıran Mardin Korosu. Koçları Rojin olan bu koronun geldiği şehre dikkatinizi çekerim. Evet Mardin, kiliselerinde koroların bulunduğu en kâdim Hıristiyan mezheplerinden biri olan Süryanilerin tarihi merkezi! Tesadüf olabilir mi? Fesuphanallah!