Cüneyt Gökçer, oyunculuğun yanı sıra yönetmen, yönetici ve eğitmen olarak da tiyatronun en etkili isimlerinden biri olmuştu. Türk tiyatrosunda 'hocaların hocası', son söyleşilerden birinde “Biz tiyatronun ilk kuşağı sayılırız ve seyirciyle birlikte yetiştik” demişti...
Büyük rollerin oyuncusu Cüneyt Gökçer altmış yıla yakın süren sahne hayatında tiyatronun neredeyse bütün büyük rollerini oynama şansı buldu. Oynadığı oyunlardan bazıları (soldan sağa): Ayten Gökçer’le ‘My Fair Lady’ (1968), Şafak Akalın’la ‘Don Kişot’(1971), Shakespeare’in ‘Onikinci Gece’si (1964), Semih Sergen’le ‘50 Numaralı Hücre’...
Hocaların hocası, Türk tiyatrosunun duayeni, aktörlüğü derin bir nefes alma hatta yaşama biçimi olarak gören büyük usta... Bu nitelemeler Cüneyt Gökçer için söylenebileceklerden sadece birkaçı. Bundan 15 yıl önce 50’nci sanat yılını kutladığında “Dolu dolu geçen bir 50 yıl. Mutluluk duyuyorum. Öyle arada bir ara verilip dönülen bir şey olmadı benim için sanat ve tiyatro. Hep sanatla ve tiyatroyla dolu dolu geçti hayatım. Oynamadığım, eser vermediğim tek bir yıl olmadı,” demişti Gökçer. Usta oyuncu 65 yıllık başarılı sanat hayatının ardından önceki gece vefat etti. Elbette ardında söylenecek binlerce övgü dolu söz ve dolu dolu bir ‘oyunculuk’ külliyatı bırakarak...
Yaşıtlarının Kral Oidipus, bir sonraki neslin Hamlet, yaşı 30’u aşmışların Kral Lear bugünün gençlerinin ise televizyonda gördüğü filmlerden tanıdığı Hazreti Ömer ya da Mevlana’ydı Gökçer. Çok daha fazlası onun 1936 yılında Ankara Halkevi Temsil Kolu’nda çıktığı ilk sahne deneyimiyle başlayan sanat hayatında saklıydı. 1920’de Malatya’da doğan Gökçer’in babası Atatürk’ün Selanik İdadisi’nde sınıf arkadaşıydı. Oğlunun Deniz Lisesi’nde okumasını istiyordu ve her şeyi ayarlamıştı. Ancak Gökçer’in hayali başkaydı: “Benim hayalim sinema, filmler, artistler, Amerika Hollywood. Çocuk kafam hep onlar üzerine çalışıyor. Tam o sırada Konservatuvar diye bir okul açıldığını duydum. Soluğu Cebeci’de aldım. Okul hakkında bilgi edinince tam bana göre olduğuna karar verdim, mutlu oldum. Hemen anneme anlattım.”
Muhsin Ertuğrul’dan el aldı
1936’da girdiği ilk sınavı kazanamayan Gökçer’e ertesi yıl ‘rahatsız olduğu’ gerekçesiyle bir şans daha verildi. Gökçer konservatuarın ikinci yılına geldiğinde dünya büyük bir savaşa doğru sürüklenmekteydi. Hitler’in baskılarına dayanamayıp Almanya’dan kaçanlardan biri de Türkiye’de konservatuvarın gelişimine büyük katkıda bulunan Carl Ebert’ti. Gökçer, kısa zamanda Erbert’in gözdesi oldu. Daha sonra hayatına başka bir hoca girdi
Gökçer’in. Eşi Ayten Gökçer’in 2005 yılında onun adına konulan Afife Ödülü’ne layık görülen Cüneyt Gökçer yerine ödülü alırken “Ona el vermişti” dediği Muhsin Ertuğrul.
Ertuğrul’un iki Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü’nde de onunla çalışan Gökçer, 1958’de ustasında boşalan görevi 38 yaşında devraldı. Sonra uzun bir maraton başladı onun için. Gökçer yöneticiliği süresince Batı Tiyatrosu’nun başyapıtlarının yanı sıra daha fazla Türk tiyatro eserine yer verilmesini gerekliliğini savundu. Refik Erduran, Cahit Atay, Güngör Dilmen, Recep Bilginer, Necati Cumalı, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Turan Oflazoğlu, Orhan Asena gibi yazarların eserlerini seyirciyle buluşturdu. Muhsin Ertuğrul döneminde başlatılan, tiyatronun yaygınlaşması politikasını sürdürdü.
1983’te “İdarecilik ayrı bir görevdir, gelir geçer. Ben her şeyden önce sanatkarım. Rejisörüm, aktörüm. Sanatıma devam edeceğim,” diyerek bıraktığı görevi süresince en büyük başarısı Devlet Tiyatroları’nın sanat politikasını, Türkiye’deki siyasi krizlerin dışında tutması oldu. Ama 1970 darbesi sırasında Shekaspeare’in ‘Cephede Piknik’i sahneleyecek, 1980’de de nankör evlatlarca parçalanan ülkesine ağıt yakan ‘Kral Lear’ olarak sahneye çıkacaktı.
Devlet de onu unutmadı ve 1981’de 61 yaşındayken Devlet Sanatçısı unvanı verdi. 1963’te Yunanistan Krallığı’nın I. Georges Nişanı, 1970’te İtalya Cumhurbaşkanı’nın Commandatore Nişanı’na değer görülmüştü.
Ama aynı devlet 1994’deki 50’nci Sanat Yılı kutlamalarını unutacak, AKM’deki geceye hiçbir yöneticinin gelmemesi, basının dikkatinden kaçmayacaktı. Yine de onu mutlu eden ödüller gelmeye devam etti hayatı boyunca. En keyiflilerinden biri de Ankara’da onun adına bir sahne yapılmasıydı. Ancak o törene de gidemedi. Yine eşi vardı onu temsilen. Ve hüzünlü bir konuşma yaptı eşinin kelimeriyle. Zaten Cüneyt Gökçer hayatı boyunca özel hayatıyla ilgili konuşmadı. Onların büyük aşkını Ayten Gökçer’in ağzından dinledik hep ve o sevgiye özenircesine baktık.
1951’de ‘Vatan ve Namık Kemal’ filmiyle girdiği sinemada son filmi de 1998 tarihli ‘Mektup’tu ve hayranlarıyla onu yeni tanıyan gençlere oyunculuk dersi vermişti. Zaten hayatın son dönemini de eğitmenliğe adamıştı. 1985’ten 1988’e Hacettepe Üniversitesi’nde o tarihten sonra da Bilkent Üniversitesi’nde sayısız öğrenci yetiştirdi.
Kral Lear’dan Hamlet’e, Faust’tan Sezar’a birçok karakteri canlandırdı. Sayısız oyun yönetti. Ve onun bu enerjisinden opera da nasibini aldı. 13 operanın yönetmen hanesinde onun ismi vardı. Tüm eserlerini sevse de “Paris Milletler Festivali’nde oynadığımız ve ödül aldığımız ‘Kral Oidipus’u unutamam. Reji olarak ‘On İkinci Gece’, Pirandello’nun ‘4. Henry’si, ‘Hamlet’, ‘Kral Lear’ ve ‘Damdaki Kemancı’yı ayırırım” diyerek hayranlarını yönlendirmeyi de ihmal etmedi. Onun için sanat yaşam biçimiydi ve bunu açıklarken genç meslektaşlarına inceden nasihat de ediyordu: “Tiyatronun ilk kuşağı sayılırız. Seyirci de bizimle birlikte yetişti. Güzel şeyler verirseniz izleyici onu alır, hep ortanın altında bir şeyler verirseniz seyirci ona da alışır...”
‘Bir kuyruklu yıldız’
Yıldız Kenter: Büyük bir tiyatro adamıydı, büyük bir oyuncuydu onunla aynı sahneyi paylaşmaktan hep onur duydum. Benim gerçek bir ustamdı. Türk tiyatrosu için büyük bir kayıptır ama büyük de bir kazanç olmuştur, olmaya devam edecek yetiştirdiği öğrencilerle, feyz verdiği ve destek olduğu kişilerle yaşamaya devam edecek.
Cihan Ünal: Cüneyt Gökçer Türk tiyatrosunun en büyük aktörlerinden biriydi. Benim hem hocam olmuştur hem de yönetmenim. Devlet Tiyatrosu onun genel müdürüğü sırasında uzun yıllar çok parlak bir dönem yaşamıştır. Türk tiyatro dünyası yüz akı bir dev aktörünü, rejisörünü ve hocasını kaybetmiştir. Çok üzgünüm, nur içinde yatsın.
Gülriz Sururi: Çok başarılı bir sanat yaşamı oldu. ‘Oidipus’, ‘Damdaki Kemencı’ gibi unutulmaz rolleriyle hafızalarımıza kazındı. Güzel bir hayat yaşadı. Kuruluş yıllarında Devlet Tiyatroları’nı uzun yıllar yönetme şansına sahip oldu, önemli roller oynadı. Mesleki açıdan hayatta bütün istediklerini gerçekleştirmiş biri olarak sanırım gülümseyerek dünyamızdan ayrılıyor. Kendisiyle çalışma fırsatı bulduğum için çok şanslıyım.
Lemi Bilgin: Öğrenciliğim hariç aralıksız 30 yıldır asistanlığını yapıyorum. Hem hocam, hem genel müdürüm, hem rejisörüm, hem sahnede beraber oynama şerefine ulaştığım, hem birlikte uzun yıllar hocalık yaptığımız çok değerli biri benim için. Ama Türk tiyatrosu, hatta dünya tiyatrosu için, ender gelen aktörlerden birini yitirdik. Gerçekten Türkiye’nin üzerinden geçen bir kuyruklu yıldız gibiydi. Türk tiyatrosunun bir numarasını kaybettik.
Akif Yeşilkaya: Bugün Türkiye’de tiyatro yapan her kim varsa baktığı zaman şöyle düşünecektir; Cüneyt hoca ya hocası olmuştur ya hocasının hocası olmuştur ya da hocasının hocasının hocası olmuştur. Çok büyük bir yönetmendi, çok büyük bir aktördü.
Dikmen Gürün: Karl Ebert’in öğrencisidir ve onun geleneğini sürdürmüştür. Devlet Tiyatrosu ve Operası Genel Müdürü olarak 30 yıldan fazla görevde bulunması dikkate değerdir. Kuşkusuz yönetici, sanatçı olarak bir döneme imzasını atmıştır.