18
Mayıs
2024
Cumartesi
KÜLTÜR/SANAT

Türkiye'de Kadavracılık

Ölmüş insan vücudu, yani ceset veya kadavra, tarih boyunca çeşitli inanışların ve tapımların konusu olmuştur. Kimi tespitlere göre kötü etkilerinden korunmak için, bazılarına göre de iyi etkilerinden yararlanmak için insan toplulukları ölülere tapmışlardır. Bir insanlık ve tarih gerçeği olan bu inanış, Batı literatürüne Fransızca «Cult des morts», İngilizce «Cult of the dead» olarak geçmiştir.
Çağımızda bilim, ve teknolojinin getirdiği geniş olanaklara rağmen henüz mitolojiye, efsane ve hurafeye dayalı ilkel düşünce ve inanışlar epeyce yaygındır. Bunlar arasında özellikle ölüye tapım ya da ölüyü tanrılaştırma inancının gösterdiği yaygınlık daha çoktur. Bu inanışa kadavracılık adını vermek, onu hem kısa yoldan imgelemek bakımından, hem de tüm tarihi evrimiyle Türkiye’deki örneklerini güncelleştirmek ve özetlemek bakımından çok uygundur. Konunun eksenini oluşturan bu sözcüğün seçilmesi, ölüye tapım gerçeğinin iç yüzünü bilimsel bir dille anlatmayı kolaylaştırmak içindir. Çünkü literatürünü Batı dillerinin kültürel malzemeleriyle oluşturan çağdaş tıp, «ölü» sözcüğü yerine «kadavra» kelimesini seçmiştir. «Ceset» tabiri ise yalnızca Türkiye’de kullanıldığı ve üstelik Türkçe değil, Arapça olduğu için, kullanım alanı son derece dardır. Konunun ana ekseni olarak «kadavra» teriminin bu nedenle tercih edilmesindeki uygunluk açıktır.
Kadavracılığın ortaya çıkış nedeni ve tarihi konusunda bilim adamlarının görüşleri farklıdır. Ölünün, hemen bütün toplumların geleneğinde saygın kabul edilmesi ise, çeşitli nedenleri akla getirmektedir. Bunlar arasında ölen insanın, kutsal bir nitelik kazandığı, ya da tanrılaştığı inancı ön plana çıkmaktadır. Ayrıca Eski Yunan ve Roma toplumlarındaki (phallopheria) kültünde olduğu gibi, erkek insanın üreme organına tapımın da gittikçe gelişerek bu inanışa kaynaklık ettiği olasılığı vardır.
Günümüz Türkiye’sinde, çeşitli biçimleriyle gözlenen kadavracılık, ilkel animizmin bir devamıdır. Bu noktadan yola çıkarak gerek psikolojik, gerekse vicdanî açıdan toplumun ölüye tapma eğilimine eskiden beri sahip bulunduğunu söylemek mümkündür. Nitekim ta Selçuklulardan başlamak üzere, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı dönemlerinde de camilerin ön cephelerine rastlayan alanlar mezarlık haline getirilmiştir. Bugün örneğin İstanbul’da Süleymaniye, Fatih, Yeni Cami ve genel olarak Türkiye’nin hemen her yerinde binlerce mabedin kıble yönü birer mezarlık olarak gözler önündedir. Oysa İslâm ölülerin daima camiden uzak tutulmasını emretmiştir.
Bu ilkel inanışa gelince, tarih boyunca sosyal ve uygar olarak yaşayan insan topluluklarının yerleşim alanı dışında kalmış, devasa büyük ormanların orta kesimlerinde, uçsuz bucaksız çöllerde ve geçit vermeyen dağlık arazilerde yaşamış tek tük kabile insanlarının inanışları animizm olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kadavracılık da animizmin bir devamı olarak ilkeldir.
Bu ilgiyle şunu vurgulamak gerekir: Animizmin, bütün dinlerin ilk biçimi olduğu yolundaki tezlerin ve iddiaların tamamı gerçek dışıdır. Ancak bu tezlere ve iddialara günümüzün kadavracı toplulukları tarafından verilen önem bir tesadüf değildir.
Örneğin Türkiye Milli Eğitim sisteminde, «dinlerin ortaya çıkışı» konusu, sözde Batılı pozitivistlerin yukarıda değinilen tezleri doğrultusunda açıklanmaktadır. Oysa Türkiye pozitivist değil, tam tersine rejim olarak bilim dışı bir inanış biçimi olan kadavracı-mistik bir çizgi izlemekte ve kadavradan ilhamını alan teokratik bir siyasal sisteme dayanmaktadır. Bu ülkede resmi kadavracılığın, materyalist gibi gözüken İslâm karşıtlığı tutumu içinde boğuk ve puslu gösterilmesi ise Türkiye’nin hiç bir zaman gizlenemeyecek olan bir çelişkisidir. Çünkü bilimsel materyalizmi ve onun bir çeşit felsefesi olan pozitivizmi sözde benimsemiş bir devletin, bununla birlikte bir din edinmesine, sert ve dayatmacı bir laisizmle toplumunu ezen bir uygulamada ısrar etmesine rağmen rûhânî fanatizmin öncülüğünü bizzat yapması, gerçekleri gizlemeye yetmemektedir.
İlkel animizmden mistik animizme ve ondan kahraman ve kurtarıcı «insan-tanrı»’ya kadar uzanan bu spekülatif inancın Türkiye’deki çeşitli kategorilerini incelemek, konuyu etnoloji, antropoloji ve genel sosyoloji bakımından ele alacak araştırmacıların işidir. Onun için konuyu bu boyutlarda burada açmak mümkün değildir. Ancak bilim adamları bu ilkel inanışa son yıllarda ağırlık veren gerek devletin, gerekse toplumun, ülkeyi ne kadar tehlikeli yönlere doğru sürüklediğini göz önünde bulundurarak kadavracılığın, psikolojik bunalımlardan siyasal bunalımlara, sosyal ve toplumsal çalkantılara, hatta çatışmalara ve iç savaşlara kadar çeşitli sorunların nedeni olabileceğini düşünmelidirler. Bu meseleyi bilimsel olarak ele almalı ve neden olabileceği tehlikeler hakkında yöneticileri ve toplumu aydınlatmalıdırlar. Çünkü insanlığın serüveni boyunca hiç bir şirk rejimi uzun ömürlü olamamıştır!
Çok eskilerden beri insanların vicdanını meşgul etmiş olan kadavrayı bu ilgiyle biyolojik açıdan da biraz irdelemek, insanı tanrılaştıran odaklar, yönetimler ve mistik çevreler için aydınlatıcı olabilir. Çünkü kadavra ile birlikte söz konusu olabilecek inanış, düşünce ve yorumlar, keza yaşam ve ölüm olayı ile ruh hakkında ortaya konacak tamamlayıcı bilgiler hem şartlanmış beyinleri maniple edebilir; onları düşünmeye yöneltebilir; hem aynı zamanda ölülere tapan toplumların nasıl fanatikleştiği, nasıl saldırganlaştığı konusunda Müslümanları ve uygar çevreleri uyarıcı olabilir.
Bilindiği üzere bugün Türkiye’de uygulanan sözde pozitivist eğitim sistemine bağlı okullarda, üniversitelerde ve özellikle tıp fakültelerinde bile insan vücudu incelenmekte ve ayrıntılı biçimde işlenmektedir. Vücudun anatomisi;  hayati sistemleri; sistemler arası ilişkiler; (hücre, doku, et, kan, sinir, kas ve kemik bazında) yapı birimleri; organlar, bu organların işlevleri, salgı ve hormonları ile fonksiyonları hakkında hem pratik hem teorik olarak eğitim verilmekte; vücudun fizik, fizyolojik ve psikolojik işleyişi geniş boyutlarda tanıtılmakta ve öğretilmektedir. Aynı zamanda insan ölüsünün çürüyüp tamamen ayrışıncaya kadar geçirdiği aşamalar da, bilimin ulaştığı düzeylere kadar açıklanmaktadır.
Peki, insan denen varlığın, tapılacak bir şey olamayacağını, tanrılaştırılamayacağını, -bilimin ölçüleriyle ve doğal hukuk çerçevesinde- hak edebileceği saygınlık sınırlarını aşan bir kutsal kimliğe hiç bir zaman sahip olamayacağını anlatmak için bütün bunlar acaba yeterli değil midir? Türkiye toplumuna hiç bir zaman yöneltilmediği için bu ülkede yaşayan insanların çoğu, belki ilk kez böyle bir soru karşısında şaşkınlığını ifade edecek, belki de «Biz ölüye mi tapıyoruz!» diyerek buna ilginç bir soru ile karşılık verecek, tepki göstereceklerdir. Çünkü toplumsal yaşamın çarpıcı gerçeklerinden biri de şudur: Suçlu insan, genelde işlediği fiilden tamamen habersizmiş gibi davranır. Bu durum karakollarda ve mahkemelerde hemen her gün örnekleri ile yaşanan bir gerçektir. Halk dilinde sık sık kullanılan «Numara yapma!» uyarısı bu davranışın yaygınlığını kanıtlamaktadır. Onun için suçlu ile tartışmak kolay değildir. Yaptırım gücüne sahip bir otorite ancak ona söz dinletebilir. Ama eğer o, size diş geçirebilecek bir olanağa sahip ise ona suçunu anımsattığınız andan itibaren suçlu siz olursunuz! Tıpkı Copernicus, Bruno ve Galileo adındaki bilginlerin içine düştükleri durum gibi. Nitekim ünlü bilgin Galileo, aynen Bruno’nun başına geldiği üzere canlı canlı ateşe atılmaktan korkmuş, bildiği ve bulduğu bütün bilimsel gerçekleri kilise heyeti karşısında inkâr ederek kurtulmayı seçmişti. Onun için hem suçlu hem güçlü olan muhataba gerçeği anlatmak zor olduğu kadar aynı zamanda tehlikelidir! İbrahim Peygamber’den Hz. Muhammed’e kadar; mezarın, anıtın, heykelin ve putun bayağılığını anlatan binlerce peygamber, milyonlarca Dava arkadaşları ve mensupları, tarih boyunca kadavracıların şiddetli tepkileri ile karşılaşmış, saldırılarına uğramış ve birçoğu feci şekilde şehit edilmişlerdir. Üstelik bunlar öldükten sonra birçoğunun üzerine görkemli türbeler yapılarak davalarına bizzat uyduları tarafından ihanet edilmiştir. Onun için insanlık onurunu ayaklar altına alan kadavracılığa karşı verilecek mücadelede asla telâş göstermemeli, şiddet kullanmamalı, hele tahrik olmaktan mutlaka sakınmalıdır. Unutulmamalıdır ki yakın geçmişte bu tuzağa düşürülen birçok kimsenin hayatı karartılmıştır. «Heykel kırdı» diye komploya kurban gidenlerin sayısını bugün tespit etmek artık mümkün değildir.
Bu nedenle önce ıslah ve irşad amacıyla, (ölü bedenin, ölüm olayından hemen sonra başlayan ve ceset tamamen çürüyünceye kadar geçirdiği aşamalar hakkında) bilimsel açıklamalarla ve soğukkanlılıkla kadavracı toplumu aydınlatmak ve onu rehabilite etmek gerekir. Çünkü kadavracı insanın psikolojisi bozuktur. O, bir çeşit hastadır. Dolayısıyla başta yardıma da muhtaçtır. Ancak bu toplumsal hastalığın ağır belirtileri de yok değildir. Bunların başında saldırganlık gelir. Tarikatçıların ve laikçilerin Müslümanlara karşı birleşmeleri halinde bu tehlikenin boyutlarını daima önceden tahmin etmek gerekir!!! Üstelik eğer bir devlet, bütün gücüyle, propaganda araçlarıyla ve tüm olanaklarıyla toplumun beynini yıkayarak kadavracılığı yaygınlaştırmayı ve yerleştirmeyi bir ideoloji haline getirmişse, böyle bir ülkenin sınırları içinde ölü insan bedeni hakkında söylenebilecek her sözü büyük bir dikkat içinde sarf etmek lâzımdır. Bu konuda en ufak bir duygusal sertlik, Allah’a ve bilime inananların yaşamına mal olabilir; hatta toplu katliamlara bile neden olabilir!!! Hiç unutmamak gerekir ki Türkiye işte böyle bir ülkedir.
Onun için bu ülkede her zaman linç edilebilecek iki grup insan vardır: Müslümanlar ve materyalistler. İnanç konusunda, aralarındaki derin uçuruma rağmen, bu iki grubun, ölü insan bedenine ilişkin (tutumları aynı değilse de) düşünceleri büyük ölçüde çakışmakta ve örtüşmektedir.
Burada önemli bir gerçeğe işaret etmeden geçmemek gerekir. Türkiye toplumunda kültür düzeyinin düşüklüğü nedeniyle materyalistleri ateistlerle karıştıranlar çoktur. Oysa materyalistler pozitivist-seküleristtirler. Ateistlere gelince, arasında hiç bir inanca bağlı olmadığını söyleyenlerin, ya da böyle bir izlenim uyandıranların sayısı çoktur. Oysa ateistlerin hemen tamamı lâikçi ve dincidirler. Ölüye tapmayan ve heykel karşısında saygı duruşunu reddeden hiçbir lâikçi yoktur. Dinsiz, ya da pozitivist geçinmelerine rağmen spekülatif birtakım inançlara sahiptirler. Büyük bir kısmı Alevi kesimden, bir kısmı da Sünnî-Hanefist kesimden kopan bu zümrenin hepsi de ideolojik kadavracılığı benimsemiş paganlardır. Türkiye’de kökten putçuluğun teorisyenlyeri, finansörleri ve hararetli savunucuları bu kesimden gelmektedir. Aynı zamanda ekonomi, siyaset ve savunma çarklarının başındaki kadrolar bu zümreden oluştuğuna göre, -resmi kadavracılık şöyle dursun- genel ölücülüğe karşı gösterilecek-eleştirel tutumların en düşük frekansı bile Müslümanlar için ne büyük felâketlere yol açabileceğini asla unutmamak gerekir!!!
Genelde, ateist oldukları izlenimini uyandıran laikçi kesim ile materyalistler arasındaki farkı bilmek, onları birbirine karıştırmamak Türkiye’de gerek kamplar arası genel ilişkilerde, gerekse kadavracılığın belirlediği gelişmeleri anlamak bakımından anahtar bilgi olarak oldukça önem taşır. Çünkü bu iki kesimi birbirine karıştırmak, yaşamsal durumlarda isabetli bir tercih yapamamak gibi sorunlara yol açabilir. Nitekim Aziz Nesin’i sırf ateist olarak damgalayanlar vaktiyle büyük hataya düştüler. Oysa Aziz Nesin (gerçekte bir ateist olsa bile) bir kadavracı değil, çok cesur ve açık yürekli bir materyalist idi. Sözünü hiç bir zaman esirgemedi ve mertçe «Ben Müslüman değilim» dedi. İnandığı gibi yaşadı ve her şeyden önemlisi, cesedinin, hiç bir rûhânî ayin ve tören düzenlenmeden toprağa gömülmesini vasiyet etti ve öyle de yapıldı. Oysa şimdiye kadar ölmüş nice ateistin cenazesi hep camilere taşınmış, bunların sözde namazları kılınmış ve cesetleri Sünnilere ve Alevilere ait mezarlıklara gömülmüştür. Üstelik bunların bazıları, anılarında, makale ve kitaplarında «Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanmadıklarını» açıkça söylemiş olmalarına rağmen böyle yapılmıştır. Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki, Turan Dursun ve İlhan Arsel gibi, ateist olduklarını dünyaya ilân edenlerin hiç biri samimi değildir. Bunlar, en koyu cinsinden kadavracı birer dindar, hatta birer dincidirler.    
Bütün bu stratejik saptamalar desteğinde kadavracı bir toplumu aydınlatmak ve dikkatini hidâyet yönüne çevirmek bakımından insan bedeninin -ölümle birlikte başlayan maddesel başkalaşım- serüvenini ortaya koymak çok büyük önem taşır.  Bu nedenle iç yüzü kesin olarak bilinmeyen ölüm olayından hemen sonra başlayan bozulma,, çözülme, ayrışma ve çürüme değişimlerini biraz incelemekte yarar vardır.
Ölüm olayı ile birlikte hemen her canlıda olduğu gibi insan vücudunda da artık savunma sistemleri tamamen iflas eder. Çünkü beden içine konuşlandırılmış akyuvar orduları, antikorlar ve çeşitli salgı mekanizmaları da ölümün genel etkisi altında yaşamı terk ederler. Bedenin bütün kaleleri düşmüş olur. Bundan yararlanan mikroorganizmalar faaliyete geçerek rutubet ve ısı gibi çevre şartlarının uygunluğuna paralel biçimde vücudun kimyasal değişikliklere uğramasına yol açarlar. Böylece vücut bozulmaya, çürümeye ve kısa zaman içinde ayrışmaya başlar.
Ölümü izleyen ilk saatlerden itibaren cesedin hemen her noktasında çürükçüller yoğun bir hücuma geçerler. Bu organizmaların bir kısmını mantarlar, bir kısmını da bakteriler oluşturur. Bu minik varlıklar da elbette ki canlıdırlar ve kâinat disiplini içinde bir metabolizma sistemine sahiptirler. Bunlardan örneğin mikroskobik mantarlar bitki cinsinden, tek hücreli organikler de hayvan cinsinden sayılmakla birlikte mikroskobik düzeyde farklılık göstermezler. İşte bunlara bakteri ve virüs adı verilir. Çürükçüller bunların içinde ayrı bir kategori olarak tasnif edilirler. Kâinattaki ototrof-heterotrof dönüşüm sayesinde yaşama süreklilik kazandıran evrensel düzenin bir halkası da işte bu organizmalardır ve onların faaliyetleridir. Yani canlıların bir kısmı, hatta en minikleri, iri cüsseli öbür canlıları (uygun ortam ve koşullarda) parçalayarak, her gün milyonlarca sahnesini seyrettiğimiz yaşam olaylarının sistematiğinde önemli roller üstlenirler. Örneğin bunlardan leşçil bakteriler kadavraya dadanarak onun kısa süre içerisinde çürümesini, gaz ve etkisiz maddelere ayrışmasını sağlarlar. Böylece organik maddeleri (başkalaşmış malzemeler olarak) yeniden dönüşüm sistemine kazandırırlar. Bu bakterilerin her biri, kadavranın kalıntısını tam mineralleşmeye doğru her an biraz daha yaklaştırır.
Kadavracı topluluklar içinde bu bilgilere sahip bulunanlar (örneğin okumuş lâikçiler) bile ne ilginçtir ki kapıldıkları hurafelere yapışıp kalarak ölüyü kutsal sayar onun için çeşitli törenler düzenler, mezarına ve heykeline karşı saygı duruşunda bulunarak ona tapınırlar. Özellikle bu kesim içinde ölüye dilekçe yazanlar, akıl ve hayali zorlayan bir çelişki içinde yaşamaya kendilerini mecbur görürler. Buna rağmen onların her fırsatta tarikatçıları gerici ve mürteci diye aşağılamaları ise çok daha ilginçtir. Türkiye’nin ürkütücü ve ibret verici manzaralarından biri de işte budur.      
Ancak şunu çok iyi bilmek gerekir ki peygamberler de dahil, bütün insanların vücutları, temel yapıları bakımından aynı sonuca uğrarlar. Dolayısıyla gerek mistik cemaatler, gerekse ideolojik kitleler tarafından evliya, kutup, şeyh, seyit, yatır, şehit, kahraman, lider kurtarıcı ve ulu önder gibi çeşitli unvanlarla yüceltilen insanların hiç biri bu sonuçtan kurtulamaz. Mumyalanarak mermer lahitlerde ve görkemli anıt mezarlarda saklanan cesetler bile binlerce yıl sonra bozulmaya ve dağılıp kaybolmaya mahkûmdurlar. Şehitlerin ölümsüzlüğü ise metafiziktir. Dolayısıyla fizik bir bedenin, fizyolojik ve psikolojik fonksiyonlarıyla çalışan insan zekâsı, bu olayın iç yüzünü algılayabilecek niteliğe ve kapasiteye sahip değildir. Bu aynen ruh, ahiret, cennet ve cehennem gibi, iman ve teslimiyet meselesidir.
Kadavranın çürümesi, ölüm olayının bir devamı olarak zorunludur; insanın ezelî kaderinin gereğidir; onun, maddesel evrende embryo ile başlayan hayat yolculuğunun son halkalarındandır. Her insan, kâinatın disiplini içinde rolünü ve ömrünü tamamladıktan sonra her canlı gibi böyle bir sonla karşılaşacaktır.[1]
İnsan, maddesel perspektifte aynen hayvanlar ve mantarlar gibi yer küre üzerinde yaşayan tüketici heterotrof bir varlıktır. Ototrof canlılar grubu için doğal bir yem kaynağıdır. «Sünnetullah» olarak bilinen doğa rejiminin yer küre üzerindeki yasaları gereği, kıyamet kopuncaya kadar insan, tüm heterotrof canlılarla birlikte sürekli olarak ototrof grubu besleyecek ve ondan beslenecektir. Yer yüzündeki doğal yaşam kanunları, bu devir-i daimin sürekliliğini gerektirmektedir. Dolayısıyla ölüm, bu dünyaya dönüşü olanaksız bulunan bir yolculuğun başlangıcıdır ve her canlı için mukadderdir. Aynı zamanda kıyamet kopuncaya kadar yer yüzünde yaşamın sürekliliğini sağlayan bir değişim mekanizmasıdır. İnsan vücudu da bu mekanizmada işlev yapan bir malzemedir. Dolayısıyla yer küreyi saran hava içinde %3 oranında bulunan karbondioksit miktarının korunması, onun yeşil bitkiler tarafından fotosentezle besin maddelerine dönüştürülmesi, atmosfer için gerekli oksijenin sağlanabilmesi, özet olarak dünyadaki ekolojik dengenin korunması için ölüm zorunludur ve ölen beden çürümelidir.
Öyle ise bedenin çürümesi doğaldır. İslâm’ın diliyle İlâhî kanunların (materyalistlerin tabiriyle de doğa yasalarının) kaçınılmaz sonucudur. Onun için insan bedeninin çürümesini önlemeye, ya da bu olayı geciktirmeye çalışmak, dolayısıyla bir an önce tabiatın kucağına dönerek onun biraz önce özetlenen devr-i daim çarkı içindeki görevini yapmasına engel olmak bir sapkınlıktır. Allah’ın koyduğu yasalara başkaldırıdır. Böyle bir girişim, ister mistik inanış ve eğilimlerle ölü üzerinde türbe inşa etmek ya da mezarının üzerine sanduka koymakla olsun, ister ideolojik niyetlerle cesedi mumyalamak, onu mermer lahitler içinde saklamak, üzerinde anıt mezar yapmak gibi farklı amaç ve biçimlerde olsun, sonuç değişmez. Her iki niyet ve davranışta da Allah’ın kanunlarına (ya da doğa yasalarına) karşı direniş vardır.
Bu niyet ve davranışlar çarpıcı çelişkileri de ortaya koymaktadır. Çünkü Müslüman olduğunu ileri süren Sünni ve Alevilerin evliya diye aşırı yücelttikleri kişiler için yapılan türbelerin ve sandukaların İslâm’la bağdaştırılması mümkün değildir. Üstelik bu saplantı, özellikle Cumhuriyet döneminde yönetimi ele geçiren (sözde) ateist kesim için bir esin kaynağı oluşturmuştur. Bu zümre, Sünnileri ve Alevileri örnek alarak ölü beden için korkunç projeler gerçekleştirmiş ve kamu parasının büyük bölümünü hep bu amaçla kullanmıştır. Çelişkinin bir başka yanı da ateist sanılanların (bu olayda saptanan ölü bedene tapmaları ile) bu kesimin gerçekten ateist olmadığı, tam tersine Sünnilerden ve Alevilerden çok daha dindar olduğu anlaşılmış bulunmaktadır! Tabiatıyla bunların materyalist de olmadıkları açıkça meydana çıkmaktadır ki sözde pozitivist felsefeye bağlı oldukları ve laikliği bu felsefi kaynaktan yola çıkarak savundukları da hiç bir temele dayanmamaktadır. Kadavracılığın bir hurafe ve sapkınlık olduğu bu suretle açık seçik olarak gözler önüne serilmiş bulunmaktadır.
Gerek Müslümanlar, gerekse materyalistler bütün bu gerçekleri ayrıntılarıyla bilmekte ve kabul etmektedirler. Ancak materyalistlerin iman gibi bir dayanakları bulunmadığı için bütün kadavracı zümrelerle faydacılık noktasında birleşirler. Dolayısıyla kadavracılığa karşı onlardan bir tavır beklememek gerekir. Bu da materyalistlerin önemli bir çelişkisidir ve onların ahlâk düzeyini gözler önüne sermektedir! Çünkü kendi aralarında çatışıyor olsalar bile bütün kadavracı kesimleri sırf çıkar için seyretmekle yetinmektedirler. Bu nedenle de, sayıları yaklaşık üç bin dolaylarında olan Türk materyalistlerini Türkiyeli kırk milyon ateistten ayırmak hemen hemen mümkün değildir. Dolayısıyla materyalistlerin gerek laikçi-dindar ateistlerle, gerekse ortodoks ve heterodoks Hanefistlerle ve Alevilerle oluşturdukları kalabalık cephe, Türkiye’de Müslüman azınlık için daima büyük tehlikeleri haber verir!!!
Bu ülkede tıp fakülteleri şöyle dursun, lise biyoloji kitaplarında bile ölü bedenin neye uğrayacağı hakkında çok açık bilgiler verilmesine rağmen, (gerek Sünni-Alevi kesimler tarafından yaşatılan evliyalar kültünün, gerekse devlet tarafından dayatılan Şaman-kadavracı ideolojiyi beyinlerde kemikleştirmek için sürdürülen yoğun şartlandırma çabalarının etkisiyle) toplum ölüye tapım doğrultusunda adeta kışkırtılmıştır.
Türklerde «insan-tanrı» inancı eskidir. Sözde İslâm’a girdikten sonra da bu millet «insan-tanrı» inancından vazgeçmemiştir. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, İslâm öncesi eski dinlerden kalma etkinin sürüyor olmasıdır. Bu, daha çok devlet tarafından ideolojik bir doktrin haline getirilmiş bulunan resmi kadavracılığın esin kaynağını oluşturur. İkincisi ise (sözde) İslâm’a girdikten hemen sonra Türklerin organize ettiği (başta Nakşibendilik olmak üzere) mistik akımların yaptığı etkidir. Toplum, sözü edilen etki altında bu inanış biçimini günümüze kadar sürdürmüştür. «Evliyalar, kahramanlar, fatihler, padişahlar, kurtarıcılar, ulu önderler, türbeler, süslü lahitler, mumyalar, sandukalar, katafalklar ve anıt mezarlar» bu inanış biçiminin ilginç simgeleridir. Bu tapınaklar, Türklerin İslâm’la ne kadar ilişkili olduğunu gözler önüne sermektedir. Bununla birlikte Türkiye halkının, bugün şu veya bu şekilde Müslüman olduğunu ileri sürüyor olması ise eşine ender rastlanabilecek bir çelişkidir. Çünkü bütün peygamberler şirkin en bayağı örneği olan kadavracılığa karşı amansız savaşlar vermişlerdir. İnsanlık tarihi, peygamberlerin bu konuda verdiği çetin savaşların örnekleriyle doludur. Ne ilginçtir ki, bugün Müslümanların yanı sıra birçok Hanefistin de evinde Çağrı adındaki ünlü filmin video kasetleri ve CD’leri bulunmaktadır. Oysa bu film Hz. Muhammad’in şirke ve müşriklere karşı giriştiği savaşlardan çarpıcı sahneleri de içermektedir. Keza, milyonlarca Türkün evinde bulunan Kur’an’da –müşrikler hakkında- aynen şu sözler geçmektedir:
«Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, göklere doğru tırmanırmış gibi kalbine sıkıntı verir. Allah inanmayanların üstüne pislik indirir.»[2]
«Ey inananlar! Müşrikler ancak bir pisliktir. Dolayısıyla -onların bu yılından sonra- onları sakın Mescid-I Haram’a sokmayınız.»[3]
Bütün bunlara ek olarak Kur’an’ın, «insan tanrı»’yı ne kadar aşağıladığına ilişkin şu âyet üzerinde kadavracılar şimdiye kadar hemen hiç düşünmemişlerdir. Âyetin meali şöyledir:
«Yalan yere şahitlik etmekten ve insan-tanrı sembollerinden sakının!»[4]
Özellikle Hz. Muhammed’in Mekke’li kadavracılara İslâm’ı telkin ederken onları insan-tanrı sembollerine tapmaktan soğutmak için ne kadar çarpıcı stratejiler izlediğini tarihler çok açık şekilde kaydetmektedir. Bu tarihler Türkiye’de okunmakta, hatta okutulmaktadır. Buna rağmen Türklerin kadavracılığa ve insan-tanrı sembollerine verdiği önem azalmamakta, aksine gittikçe bu inanış biçimine farklı içerikler kazındırılmaktadır. Nitekim egemen azınlık bu inanış biçimini günümüzde resmi bir din haline bile getirmiş bulunmaktadır.
Aslında bu tutumun, yine dönüp dolaşıp kimlik bunalımından kaynaklandığına büyük ihtimal vermek gerekir.  Çünkü özgün bir tarih ve zengin bir kültür altyapısına tarih boyunca kavuşamamış, dilini bir enternasyonal lisan olarak geliştirememiş, dünya sanayiinin, teknoloji ve bilimin çağımızdaki ataklarına katkıda bulunamamış, yıkılan bir imparatorluktan küçük bir ülke olarak geriye kalmış, kendine özgü bir alfabeye bile sahip olamamış Türkiye’nin neden kadavracılığa sarıldığı açıkça ortadadır.
Kadavracılığın akıl ve mantık yoluyla aklanabilecek hiç bir yanı bulunmamaktadır. Bu inanış biçimi, istendiği kadar resmî ve «seküler» törenlerin kalabalığı ve gürültüsü içinde gizlenmeye çalışılsın, Türkiye’deki egemen azınlığın mistik yaşam biçimi olarak kadavracılık, İslâm’la hiç bir ilişkisi bulunmayan ideolojik ve tipik bir dindir. Nitekim mistik anlamda oldukça coşkulu bir ibadet biçimi, tapınağı, tanrısı, sembolleri, çağrıları ve mesajlarıyla 1939 yılında «Milli Türk Dini» olarak tasarlanmıştır. Sözü edilen din, bu tasarıya tamamen uygun bir prosedür içinde harfiyen uygulanmakta, titizlikle ve yasalarla korunmaktadır. Dolayısıyla bu dinin mensupları hiç bir zaman Müslüman olduklarını kanıtlayamayacakları gibi, hem bu dinin, hem aynı zamanda İslâm’ın arkasına gizlenerek İslâm’a ve Müslümanlara karşı kurdukları komploların, giriştikleri entrikaların sorumluluğunu da üstlerinden atamazlar.
Resmi kadavracılığın son derece yapay ve bayağı bir din olduğunu ortaya koyan kanıtlardan biri de onun, Şamanlığın yanında tarikatları da esin kaynağı olarak seçmiş bulunmasıdır. Cumhuriyetin ilk döneminde izlenen materyalist-pozitivist politikanın, iktidar çevrelerinde neden olduğu psikolojik rahatsızlık ve tatminsizlik bir din arayışına neden olmuştu. İstiklâl Mahkemeler’nin, dindar tarikatçıları yargılarken onları materyalist yöneticilerle yüz yüze getirmesinden sonra mistik kadavracılık etkisini göstermiştir. Sanık durumundaki tarikatçı kadavracıların açıklama ve savunmaları, yargı mensupları başta olmak üzere tüm materyalist bürokrat ve siyaset adamları için adeta bir ilham kaynağı olmuştur. Bu düşüncenin başlattığı süreç boyunca tanrısı, tapınağı ve ritüelleriyle yeni dinin projeleri ortaya atılmış, kısa süre içinde geliştirilerek teorisi ve pratiğiyle bugünkü son şekline kavuşturulmuştur.
Burada, çok önemli olan bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır: Türk kadavracılığının –İslâm’a rağmen- son bin yıl boyunca kesintisiz şekilde yaşatılmış olması ve özellikle Cumhuriyet döneminde farklı karakterlerde çeşitli bağımsız dinler olarak yeniden yapılandırılması, ilginç bir kompleksin varlığını haber vermektedir. O da, «Arabın İslâm’ı»ndan farklı ve Türk’e özgü bir İslâm arayışıdır. Tabiatıyla bu arayış, İslâm’ı her halükârda esin kaynağı olarak gören kesimler için söz konusudur. Egemen laikçi kesime gelince bunlar, tüm ülke ve toplum için tamamen bağımsız bir «Milli Din» öngörmüşlerdir. Bu dinin esin kaynağı ise salt kadavradır;[5] bilim diliyle «Cult of the dead»’dir. Her iki kesimde de Kur’an’daki özgün İslâm’dan kaçışın temel nedeni, Arap soyundan gelmiş bir peygambere ve Arapça inmiş olan bir kitaba karşı beslenen gizli duygular olsa gerektir. Çünkü bu ülkede tarih boyunca tanrılaştırılan insanlar ve onların ölüleri –gizlenen duygularla da olsa- temelde bu peygambere birer alternatif gibi düşünülmüştür. Buna bağlı olarak, türbeler ve anıt mezarlar birer kâbe; mevlitler, kandiller, mumlar, ölü helvaları, tarikat ayinleri çelenkler, cenaze alkışlama gösterileri, saygı duruşları ve ölüye dilekçe yazmak gibi çeşitli ritüeller de bu yeni Türk dinlerine özgü ibadetler olarak ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık altmış yıl önce bugünkü biçimiyle kurgulanmış ve hayata geçirilmiş olan «Milli Türk Dini»’nin gleceği, staükocuları elbette ki çok düşündürmektedir. Toplumun vicdanına henüz mistik anlamda tam bir din olarak yerleşmediği için ona kalıcılık kazandırmak amacıyla statükocu örgütler bilhassa kadavra kültünün fantezilerini sıklıkla ve özenle işlemeyi sürdürmektedirler. Günümüzde devlet sembollerinin ve resmi törenlerin cümbüşü içinde kamufle edilmeye çalışılan bu dine yönelebilecek her türlü saldırının ancak İslâm’dan, ya da Araplardan gelebileceği yolunda bu örgütlerin derin kaygılar taşıdığına büyük ihtimal vermek gerekir.  Nitekim son altmış yıl içinde provoke edilerek, kendilerine heykel kırdırılan, ya da kadavraya karşı «çeşitli suçlar» işletilen on binlerce figüranın görevlendirildiği senaryolarda hedef daima İslâm olmuştur. Keza, Ameraka’da 11 Eylül 2001 günü patlak veren «Kamikaze» sendromu kapsamında statükocular Türkiye’de de «Milli Türk Dini»’nin büyük sembolüne karşı Usama Bin Ladin tarafından saldırı düzenleneceği yolunda sansasyonel haberler yayınlandı. Aslında bu haberi üretenlerin bilinçleri altında kadavraya karşı Araptan gelebilecek saldırı korkusunun ne kadar ağır bastığı meydana çıkmaktadır! 
Çok önemli bir tespit de şudur: gerek camici, gerekse tekkeci Türklerin hemen tamamı, -bilindiği üzere- Hanefi Mezhebine bağlı olduklarını ileri sürerler. Bu bağlılık, Türkler arasında her münasebette o kadar ciddi biçimde vurgulanır ki örneğin Toktamış Ateş bile bir kitabında «Sünni-Hanefi Mezhebi ile manevi bağ içinde olduğunu» söylemekten çekinmemiştir![6] Oysa mezheplerinin imamı olan Ebu Hanife’nin özellikle ölüye ilişkin görüşlerine Türkler hiçbir zaman katılmamışlardır. Ebu Hanife’nin bu konudaki görüşlerini Iraklı ünlü bilgin Alûsîzade Numan Hayreddin, bir eserinde çok açık biçimde dile getirmiş ve Ebu Hanife’nin ölüye «leş» dediğini, ona «leş gözü ile baktığı için de ölünün yanında Kur’an okunamayacağı» görüşünde olduğunu dile getirmiştir.[7] Bu nedenledir ki İslâm’da «cenaze töreni», ya da «cenaze merasimi» diye bir şey yoktur. Sadece «ölmüş mü’min’e dua» demek olan «cenaze namazı» vardır. Cenaze namazı ise «Farz-ı kifâye’dir». Yani bir tek kişinin bile bu duayı yapması yeterlidir. Bu duada olsun, başka şekilde olsun ölüyü yüceltmek, ona dilekçe yazmak, ondan bir şey dilemek, üzerinde türbe, sanduka ve anıt mezar inşa etmek, huzurunda esas duruş gösterip ona tapmak, türbesinde mum yakmak, mezarına taş yapıştırmak, paçavra bağlamak adak adamak, kurban kesmek, (başka dinlerde olduğu gibi) ona methiyeler düzmek, başarılarını ve hizmetlerini sayıp dökmek hele onu alkışlamak, cenazesine çelenk götürmek, kırkını, elli ikisin, helvasını ve mevlidini yapmak diye bir şey de yoktur. Tam tersine (cenaze namazındaki duada) ölmüş kişinin zelil, hakir, fani, zavallı ve Allah’ın rahmetine muhtaç olduğu ifade edilir ve eğer iman üzere canını vermiş ise ona, Allah’tan bağışlanması için duada bulunulur. Türkiye’de –değil sıradan insanlar-, zaman zaman ünlülerin cenaze namazlarına gelen Cumhurbaşkanı, Başbakan, politikacılar ve üst düzey bürokratlar bile Cenaze namazının üçüncü tekbirinden sonra okunması gereken duadan habersizdirler! Oysa bu duada ölmüş kişinin, «iyi bir kimse bile olsa ona lutfen iyi muamelede bulunması, yok eğer günahkâr biri ise günahlarını affetmesi için» Allah’a yakarılır. Ancak kadavracılık eskiden beri Türkler arasında o kadar yerleşik bir inanç ve zihniyet halini almıştır ki sözde İslam’a girmiş olmalarına rağmen bin yıl sonra tekrar dönüp kadavraya tapım geleneğine bağlı bir yeni din icat etmekten çekinmemiş, birbirine aykırı iki dinli yaşamak gibi mantıksal açıklaması bulunmayan bir çelişki içine girmişlerdir.        
Burada önemine binaen yinelenmesinde zorunluluk bulanan duyarlı bir nokta vardır: Kadavracılıkta «tanrı-insan»’a tapım konusunda yöneltilecek herhangi bir yorum ve eleştiri, bu dinin mensupları üzerinde şok etkisi yapacağı için bilimsel açıklamalarda özellikle bu noktaya oldukça dikkat etmek gerekir! Nitekim eğer biri çıkıp örneğin, «tanrı-insan’ın da ölmeden önce bağırsaklarında posa bulunuyordu», diye sıradan bir ifade kullanırsa; ya da «tanrı-insan’ın da ölmeden önce tuvalete gidip dışkıladığını, dübüründen gaz çıkardığını» söylerse, bu sözler kadavracıların belki bir kısmını uyarabilir; ancak çoğunun şiddetli tepkisine de neden olabilir! Çünkü daima kuşku ve panik içinde yaşayan bu kitle, kadavracılığa aykırı tutum izlediğini sandığı hemen her insanı kanlı bir sapık ve silahlı bir katil gibi görür! Nitekim kadavracıları bilime inanmaya çağıran nice kimseler bu insanlar tarafından, önce «deli, meczup, ajan provokatör, vatan haini ve casus » olarak suçlanmış, bazıları da linç edilmiş, hatta birçoğu cezaevlerinde şehid edilmişlerdir! Bunların bir kısmına da zehir, uyuşturucu madde ve ilaçlar zerk edilerek akli dengelerinin bozulması sağlanmış ve laikçi medyada teşhir edilmişlerdir! Bunlar arasında öldürülmüş olanlar hakkında bilgi edinmek şimdilik hemen hemen mümkün değildir.
Unutmamak gerekir ki mistik kadavracılar da en az laikçi kadavracılar kadar fanatik ve tehlikelidirler. Materyalistler, çıkarlarını yitirmemek için kadavracılara karşı hiç bir olumsuz tavır ortaya koymazlar. Dolayısıyla hem mistik kadavracıların (yani tarikatçıların), hem de laikçi kadavracıların Türkiye’deki tek hedefi azınlıktaki Müslümanlardır.             
 


[1] Bk. Kur’ân-ı Kerim, Âli mrân Sûresi, âyet 185; Enbiya Sûresi, âyet 35; Ankebut Sûresi, âyet 57
[2] Kur’ân-ı Kerim, En’am Sûresi, âyet 125.
[3] Kur’ân-ı Kerim, Tewbe Sûresi, âyet 28
[4] Kur’ân-ı Kerim, Hacc Sûresi, âyet 30
[5]. Bk. Mehmet Ali Ağakay, Türkçe Sözlük, (din Maddesi), sayfa 204. İkinci baskı, Ankara-1955; Ayrıca bk. Türkçe Sözlük. TDK. Cilt III-I, Din Maddesi s. 153. Cumhuriyet Basımevi İstanbul-1945
 
[6] Prof. Dr. Toktamış Ateş, Lâiklik s. 82. Ümit Yayıncılık, 3. Baskı. Ankara-1994.
 
[7] Nu’man Hayruddîn Âlûsî, el-Âyât’ul-Beyyinât Fi Adem’i Sem’il-Emwât s. 94. El-Mektebe’tul-İslâmî, Beyrut-H.1405 4. Baskı. 
Ferit AYDIN
Yayın Tarihi : 15 Kasım 2003 Cumartesi 00:00:30
Güncelleme :17 Ağustos 2005 Çarşamba 18:40:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?