Almanya’da ilk defa bir devlet tiyatrosu Türk oyuncularla Türkçe bir oyun sahneye koyuyor: ‘40 Yıl Dile Kolay’. Oyun, Kuzey Ren Vestfalya Devlet Tiyatrosu Dinslaken Burghof Sahnesi’ne bağlı olarak bir yıldır Almanya’da kentten kente dolaşıp bir açığı ve bir açlığı gideriyor: Alman devletinin göçmen politikalarındaki açığını, Türk göçmenlerin de anadillerine duydukları açlığı!
Yüksel Pazarkaya’nın kaleminden çıkma ‘40 Yıl Dile Kolay’, Almanya’ya giden ilk kuşaktan bir kadın ve bir adamın hikâyesi. İkisi de 60’lı yıllarda, yeni bir hayat kurmak adına, Türkiye’den Almanya’ya göç etmişler. Yıllarca çoluk çocuklarını geçindirebilmek için çalışmışlar, didinmişler. Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı sayılmışlar. Gün gelmiş emekli olmuşlar. Memlekete dönmemişler, Almanya’da kalmışlar. Her ikisi de artık yalnızlar. Adamın karısı ölmüş, çocuklarının her ikisi de bir Alman’la evlenmiş, artık babalarıyla görüşmeyi istemiyorlar. Kadının tek oğlu gitmiş Avustralya’ya yerleşmiş.
Oyunun, tipik bir oyun olmadığını belirteyim. Almanya ve Türk göçmenler söz konusu olduğunda genelde Türkçe bir oyunun namus, töre, İslam konulu olacağı akla gelir hemen. Ama oyun iki yaşlı göçmenin iç dünyasına bir pencere açıyor. Oyun boyunca kadın ve erkeğin geçmişlerini sorgulayışlarını birbirine paralel bir şekilde görüyoruz. Memleket özlemi, kökten kopma sendromu, travma, hep ‘geri döneceğim’ diye yaşayıp içinde bulunduğu anı es geçmek, matlaşmak, uyuşmak, yaşam sevincini yitirmek, saçının ucundan ayak parmağının ucuna kadar bedenin sızlaması, satır aralarını kaçırmak, özgüvenini yitirmek... Göç etmenin bunlar demek olduğunu görüyoruz oyunda.
Oyunun yönetmeni Ömer Şimşek. Onun da anne ve babası 60’lı yıllarda önce Almanya’ya göç edenlerden. Şimşek’le ‘40 Yıl Dile Kolay’ üzerine konuştuk:
Almanya’da ilk kez bir devlet tiyatrosunda Türkçe oyun oynanıyor. Niye bu kadar uzun sürdü bunun gerçekleştirilmesi?
Bunun bir nedeni kültür politikalarıdır diyebiliriz. Yıllarca ‘iç içe birlikteliği değil de, yan yana birlikteliği’ savunan kültür politikaları güdüldü. Türk sanatçılar mali destek aldılar, kendi tiyatrolarını kurdular. Berlin’deki Tiyatrom ya da Köln’deki Arkadaş Theater gibi. Alman tiyatrosu sadece Almanca oyunlar oynayarak işlevini yerine getirmeye çalıştı. Önemli olan, Türkçe oyunları zaten varolan sahnelerin programına alabilmekti. Bu yönde ilk adımı Kuzey Ren Vestfalya Devlet Tiyatrosu atmış oldu. Umarım bu ilk ve son olmaz.
Almanya’nın çeşitli şehirlerinde oynuyorsunuz? Oyuna ilgi nasıl? Sadece Türkler mi geliyor ve oyun sadece onlara mı hitap ediyor?
Dinslaken’daki prömiyerde izleyicilerin çoğunluğu Alman’dı. Ekim ayında Aachen yakınlarında 20 bin nüfuslu Alsdorf’ta oynadığımızda 1000 kişilik salonun 700 koltuğu doluydu diyebilirim. Hem Türk hem de Alman seyirci vardı. Oyundan birkaç gün önce bir radyo kanalından beni aradılar ve bu oyunun neden Almanlara da hitap ettiğini sordular. Almanlar bu oyunu Almanca altyazıyla izleyebiliyorlar ve iki saat boyunca Almanya’da kırk yıldır konuşulan bir dili duyma ve o kültürün müziğini dinleme imkânları var.
Oyunda ilk kuşaktan emekli bir erkek ve emekli bir kadını izliyor ve göçün psikolojik boyutuna tanık oluyor, bazı ayrıntılarda ne büyük travmaların saklı olduğunu görüyoruz. Örneğin emekli adam, göç etmeden önce doktor kontrolünden geçiyor ve bundan ‘kırk yıldır utanıyor’. Şimdi soru şu: Uyum politikaları söz konusu olduğunda göçmen psikolojisi ne kadar göz önünde bulunduruluyor?
Türkiye’den Almanya’ya doğru yola çıkan o ilk kuşağa ait kişiler, kendilerini nasıl bir işkenceye soktuklarını sadece onlar bilirler. Köyünden çıkmış gelmiş sıradan bir adamı düşünün. Kadın ya da erkek doktorun önünde pantolonunu indirmesi ve en mahrem yerini göstermesi gerekiyor. Hayvan pazarından hayvan alır gibi... O zamanlar, sanırım, sadece Ecevit, Almanya’yı ziyaret ettiğinde Türk işçilerin durumunu iyileştirmek adına bir şeyler yapmıştı. Almanya’da da sosyal demokratlar göçmenler adına bir şeyler yapmaya çalışan kişiler olmuşlardır hep.
Kuşaklar arası sürtüşmeye de tanık oluyoruz oyunda. Var mı gerçekten böyle bir sürtüşme? Kuşaklar arasındaki fark ne?
Tabii ki kuşaklar arası sürtüşme var. Geleneksel âdet ve törelerden kaynaklanan nedenleri var, çocuklar anne babalarına karşı gelemiyor. Oyundaki baba oğul sahnesi bir seyirciyi rahatsız edebiliyor bile. (Adamın oğlu gelir, babasını sorgular, kendisine geçmişte niye kötü davrandığını sorar. Baba susar, cevap vermez. Oğlu gittiğinde de ‘Evet, oğlum. Haklısın beni affet’ der.)
Kırk yaşlarındaki bu seyirci oyundan sonra yanıma gelip bu sahnenin çocuklara kötü örnek olabileceğini belirtti mesela. Sürtüşmenin başka bir nedeni ise, ikinci ve üçüncü kuşakların isteklerinin birinci kuşağınkinden çok farklı olması. Birinci kuşak kısa süreliğine Almanya’da kalmak, çalışmak ve dönmek istiyordu. İkinci kuşak içinse artık Mercedes hiçbir şey ifade etmiyor. Bu çocuklar Almanya’da kabul edilmek ve saygı görmek istiyorlar.
‘Bana kimse Almanca öğretmedi ki’ diye hayıflanıyor emekli adam. İlk gelenler misafir olarak görülmeselerdi günümüzde yaşanan bazı sorunlar yaşanmaz mıydı acaba?
Benim annem ve babam, onlara böyle bir olanak sunulmamış olmasına rağmen, Almanca’yı öğrendiler. Kendilerine ve çocuklarına Almanya’da ayakta durabilmenin kapılarını açtılar. Durumun böyle olmadığı ailelerde çocuklar hem Türkçe hem de Almanca öğrenmekte ve konuşmakta güçlük çekiyorlar. Basit bir işçiye yönelik taleplerin zamanı değil şimdi, o çok geride kaldı.
Göçün alışmak ya da alışamamak meselesi olduğunu görüyoruz. Kafasında ‘bir gün geri dönmek’ olan o ilk kuşaktan birinin alışması, değişmesi ve kendine yeni bir kimlik edinmesi ne kadar mümkün?
Bu soruya bir cevap bulmak çok zor. Oyuna son bir sahne ekledim. Emekli adam ve kadın parkta tanışır, Almanca sohbet etmeye çalışırlar, birbirlerinden hoşlanırlar. Bu sahne ile böyle olumlu şeylerin olabileceğini ve insanların değişebileceğini göstermek istedim. Seyircinin tepkisi de böyle bir dönüşüm ve değişimin mümkün olabileceği yönünde. Tabii bu acılı bir süreçten geçmeyi gerektiriyor.