16
Mayıs
2024
Perşembe
KÜLTÜR/SANAT

Barda filminin ahlaki sorunları

Yönetmen Serdar Akar'ın, bugünlerde üzerinde yoğun tartışmalar kopartılan son filmi “Barda”yı hiç kuşkusuz ki pek çoğunuz duymuşsunuzdur. Hani, şu, bir grup maganda tarafından bir gece kulübünde esir alınıp sabaha kadar hakarete uğrayan, vahşi işkenceler gören, tecavüz edilen ve aralarından bazıları da ağır yaralanıp öldürülen bir grup gencin -1990'ların ikinci yarısında yaşanmış gerçek bir olaya dayalı- trajik öyküsünün anlatıldığı film…

Söz konusu yapım, artık yalnızca bir sinemasal gösteri olmaktan çıktı ve yol açtığı 'etik' tartışmaları ana haber bültenlerine kadar taştı.




Sinemada ölçüsüz bir şiddet, kaba dil kullanımı ve cinselliğe dibine kadar karşı bir sinema yazarı olarak, bilincim, yankıları kendisinden çok daha önce kulağıma ulaşan bu rahatsız edici filmi basın gösteriminde izlemeyi reddetti. Filme geçen haftaki değerlendirme tablomuzda verdiğim yıldızları da özüne ve sözüne güvendiğim kimi eleştirmen arkadaşlarımın ayrıntılı anlatımlarına dayanarak ekledim oraya…

Ancak, geçen cuma günü gösterime giren bu filmle ilgili olarak geride bıraktığımız hafta boyunca medyada (bu arada da kamuoyunda) lehte ve aleyhte o kadar çok söz söylendi ki bu tartışmalı öyküyü bizzat izlemek ve kendi değer yargılarıma göre bir yaklaşım ortaya koymak kaçınılmaz hâle geldi. Hele de filmin senaryosuna kaynaklık eden o korkunç olayı yaşamış insanlar adına tepkili bir sinemaseverin, diğer bütün sinema yazarlarıyla birlikte şahsıma da ulaşan, filmi ve yönetmenini yerden yere vurur nitelikteki şikayet mektubu, bu çalışmayla ilgili net bir pozisyon alma ihtiyacını daha da zorunlu kıldı.

O yüzden, “Barda”yı geçen çarşamba günü bir avuç sinemaseverle birlikte gecikmeli olarak izledim.

Herşeyden önce, şunu altını çizerek belirtmem gerekiyor. Bu filmde “Vay efendim, adamlar sık sık sinkaflı küfürler ediyor” noktasına takılıp kalındığı takdirde, anlatımın içerdiği aslî sorunu gözden kaçırma ihtimali çok yüksek…

Sinema ve televizyonda aşırı kaba dil kullanımından rahatsız biri olarak, açık söyleyeyim, bu filmdeki dil beni hiç de düşündüğüm ölçüde rahatsız etmedi. Çünkü insanlara böyle bir muameleyi revâ gören, psikiyatrideki “anti-sosyal kişilik bozukluğu” hastalığından muzdarip bu tür tipler, gündelik hayatlarında da aynen böyle (hattâ daha da berbat biçimde) konuşurlar. O yüzden senaryonun içerdiği sert diyalogları polemik konusu yapıp “öz”den uzaklaşmayı son derece gereksiz buluyorum. Küfürlü bir içerikten hoşlanmayanlar o hâlde bu filmi de izlememeli ve yapılan tartışmalardan uzak durmalılar. Ama nezih bir alışveriş merkezinde sevdikleriyle güle oynaya yürürken bile sağından solundan en galiz küfürler duymaya alışkın bir millet olarak, yeterince olgunlaşmış erişkinlerin bir tek filmle küfürbaz olacaklarına ya da ahlâklarının elden gideceğine inanmıyorum. Filmdeki “kötü çocuklar” öylesine iğrençtiler ki kullandıkları dil de tam olması gerektiği gibi…

Bunun dışında, filmde öyle abartıldığı ya da söylendiği kadar yoğun bir cinsel içerik de söz konusu değil. Yönetmen, her yönüyle son derece trajik olan tecavüz sahnelerini iki yüzlü bir “et gösterisi”ne dönüştürmemiş ve bu açıdan gayet ölçülü bir duruş sergilemiş.

Sonuç itibarıyla, “Barda”nın temel sorunu, (izleyenleri tahrik falan etmek şöyle dursun) kalplerini acıtan bir-iki tecavüz sahnesi ya da bir kaç sinkaflı küfür cümlesi değil. Bu filmin ahlâkî açıdan çok daha ciddi sorunları var. Birincisi, filmi sinema yazarlarına şikayet eden sinemasever okurumuzun da öfkeyle ifade ettiği gibi, Serdar Akar malum öyküyü sinemaya uyarlarken, 1997 yılında Vesika Bar'daki trajediyi gerçekten yaşamış olan insanların hiç birinden izin alma gereği duymamış. Ki bunu kendi adıma son derece vahim bir ahlâki zaaf olarak görüyorum. Filmin girişine “Gerçek bir olaydan alınmıştır” cümlesini koymamak, böylesine hassas bir durumda yapımcı firmayı ve yönetmeni kurtarmaz. Çünkü kamuoyunun kolektif belleğinde derin izler bırakmış olan yakın tarihli bir polisiye vak'adan söz ediyoruz burada. Yaptığınız tanıtım kampanyasında filmin öyküsünün gerçek olaylara dayandığını fısıltı gazetesiyle bilinçli olarak yayarken, “Bana ne şikayetlerden kardeşim, ben tamamen hayâlî bir film çektim” gibi savunmaları kimseye yutturamazsınız.

Steven Spielberg, 2003 yapım tarihli “Terminal” filminde hayatından esinlendiği, yıllardan beri Paris'te Charles De Gaulle havalimanında yaşayan İran asıllı bir vatansıza, sırf bu genel çerçeveli esinlenmeden dolayı 250 bin dolar telif göndermişti. Bu olayda mağdurların kimseden telif falan da istedikleri yok (aksine yaşadıkları korkunç travmayı atlatabilmek için bütünüyle unutulmak istiyorlar), ama en azından dostça bir ziyaret edilmeleri, filmle ilgili görüş ve onaylarının alınması gerekiyordu. Konunun hiç lamı cimi yok, onay vermedikleri takdirde de bu öyküyü bu kadar bire bir şekilde çekmeyecektiniz!

Mağdurlar günlerden beri ulaşabildikleri medya organlarında yönetmene, “O gün orada senin değil bizim ırzımıza geçtiler; dolayısıyla bu bizim trajedimiz, bizim mahremimiz, nasıl bu kadar pervasız olabilirsin” diye soruyorlar. Doğrusu, yönetmenin bu anlamlı soruya verdiği cevabı henüz herhangi bir yerde okuyabilmiş ya da dinleyebilmiş değilim. Lütfedip bir açıklama gönderirse biz de düşüncelerini öğreniriz.

Filmin ikinci büyük ahlâkî sorunu ise öykünün kötü çocuklarını oluşturan “zenci Türkler” ve onları doğuran sosyo-ekonomik koşullar hakkında -onları yerin dibine sokup çıkarmanın haricinde- neredeyse hiç bir şey söylememesi. Gerçi, kahramanlardan Selim bir yerde bu konuda üç-beş cümle geveliyor; ama büyük kentlerimizdeki farklı sosyal sınıflar arasında İsrail-Filistin arasındaki duvara benzer barikatlar oluşturan türlü yoksulluklar ve yoksunluklar üzerine hiç bir derin söz söylemiyor “Barda”. Sadece, “Bunlar işte böyle öküz adamlardır” diyor, “Gelir, yakar yıkar, tecavüz eder ve öldürürler. Hepsinin tez elden üzerlerine benzin dökülüp yakılması gerekir.”

Yoksul sınıfların gitgide yükselen kent vandalizminin kökenine dair anlamlı bir söz söylemeyen hiç bir film “büyük yapıt” olamaz. Bunun gibi, yazarının egosuna, eksik dünya algısına yenilmiş senaryolar da olsa olsa küçük burjuvazinin ağzından çıkan iki yüzlü bir yakınma cümlesi olarak kalacaktır.

Serdar Akar'ın filminde böyle bir insanî kaygı gözlenmediği gibi, hele de adaletin baş koruyucusu konumundaki “savcı” karakterini de bu sivil vandalizmin karşısındaki “üniformalı bir başka vandal”a çevirmesi hiç şık olmamış. Yönetmenin suç ve ceza arasındaki hassas ilişkiye getirdiği temel çözüm eğer ki bu, yani kanun koyucu tarafından şevkle desteklenen bir “cezaevi adaleti” ise Türkiye'nin geleceği tek kelimeyle “ayvayı yemiş” demektir.

O yüzden de “Barda”, bundan böyle aklımda başarılı oyunculukları ve özel efektlerinden ziyade, bu trajik olayı doğuran neden-sonuç ilişkilerine bakışındaki dehşetengiz sığlıkla kalacak.

"Vandalizme karşı vandalizm", belki sokaktaki sıradan insanların ilk anda çekincesizce önerebilecekleri radikal bir çözüm olabilir. Fakat, sanatçılar, görüş, öneri ve tutumlarıyla sokaktaki “sıradan adamlar”dan daha önde bir yerlerde saf tutmak zorundadır

Yenişafak/Ali Murat Güven'in eleştirisi
Yayın Tarihi : 11 Şubat 2007 Pazar 14:26:20


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?