İsveçli küratör Daniel Birnbaum'un 'Dünyalar Yaratmak' başlığıyla gerçekleştirdiği 53. Venedik Bienali'ndeki en heyecan verici alanları Yona Friedman, Thomas Bayrle ve Jan Hafstrom gibi eski tüfekler kurdu. Birnbaum'un sergisi, yıllardır formun geri döneceğini muştulayan sanat tarihçileri olumladı.
53. Venedik Bienali, İsveçli Daniel Birnbaum küratörlüğünde kasım sonuna kadar ziyarete açık kalacak ve illa ki değişecek şekilde açıldı. Birnbaum, ‘Dünyalar Yaratmak’ başlığıyla gerçekleştirdiği bienal sergisi için sanat felsefesinden gelen akademik birikimini ve sanatçıya-stüdyoya yakın tavrını temel alarak ilerlemiş. Arsenal ve Giardini’deki iki sergide yer alan sanatçıların işleri arasındaki bağlantılar, Birnbaum’un sanatı tarifindeki temel motivasyonunu açmak isteyen nüanslar, bağlantılar üzerine kurulu.
Arsenal sergisi, karanlık bir jestle, artık bizimle olmayan ve pratiğinin ölümsüzlüğüne adanan bir Lygia Page yerleştirmesi ile başlıyor. İzleyicinin birden içine düştüğü bu imgesel dehliz, serginin devamında kendini belli eden bir yaklaşımı müjdeliyor. Formun ve resimsel imgenin mekânla olan sanat tarihsel ilişkisine kavramsalcı bir gelenekle geri dönen bu yaklaşım, sergi içinde birçok kere deşifre oluyor; özellikle işler kendi mekanlarını yaratırken, izleyiciye fiziksel bir deneyim alanı yaratmaktansa, kendi auralarından geri yansıyor.
Bence Arsenal’deki en heyecan verici alanları Yona Friedman, Thomas Bayrle ve Jan Hafstrom gibi artık kendi bağlamlarında okumaları kalıplaşmış eski tüfekler kuruyor. Bu isimlerin bir anlamda bir yüzey sergisi olarak genişleyerek açılan Arsenal’deki yerleştirmede ortaya çıkmaları Arsenal’in artık kanıksanmış sergi formunu hemen kırıyor.
Önemli duraklar
Yerel deneyimleri mimari çözümlerle global bir harita gibi işaretleyen Marjetica Portc, kavramsal olarak bina yapısını soyan çizim ve yerleştirmeleriyle Anya Zholud, yerleştirmesiyle Cassevetes sahnesini yeniden kuran Karen Cytter ve felsefi bir içeriği bir form anlayışı olarak üreten Falke Pisano sergi içinde bazı önemli duraklar. Açılış haftasındaysa, hayat boyu başarı ödülünü John Baldessari ile paylaşan Yoko Ono’nun uzun kuyruklara yol açan performansı, yeniden üretilen ulusal kimlikler üzerinden güncellenen sanatçı pozisyonları odaklı Liam Gillick ve Ahmet Öğüt konuşması ve yerleştirmesindeki dev aynaları kıran Michelangelo Pistoletto aksiyonu Arsenal’in hafızasına kayıt oldu.
Arsenal’deki en güçlü cümleyi kuran ise hiç kuşkusuz Tirdad Zolghadr oldu; küratörü olduğu (bu sene ilk kez bir pavyon olarak sergi üreten) Birleşik Arap Emirlikleri sergisi Venedik Bienali’nin bir dünya fuarı olarak işleyen global ilişkiler ağına yaptığı eleştirel göndermelerle ve -radikal değişimlerle dönüşen- ortaya koyduğu yeni Arap dünyası panoramasıyla herkesi hemen içine aldı. İtalya Pavyonu’nun merakla beklediğim ve (100’üncü yılı vesilesiyle) F. T. Marinetti’nin manifestosuna adanan yeni-fütürist sergisi beni çok tatmin etmedi.
Giardini ise Arsenal’den daha çok malzemeyi, elektiriği ve heyecanı barındıran bir programa sahip. Politik doğrucu bir manevrayla 40 yıllık İtalyan Pavyonu Bienal Binası olarak yeniden isimlendirilmiş. Birnbaum küratörlüğünde, Giardini’deki ana sergide Arsenal’daki gibi kontrollü davranamamış; işler mekâna dağılırken aralarındaki ‘mantıksal’ bağları korumuş ama kendi alanlarında fazla yalnızlaşmış, sergi bütün olarak çok işlememiş. Kavramsal bir açıyla film malzemesi üzerine giden Rosa Barba, genç yetenek ödülü alan Nathalie Djurberg, imajın doğasına ilişkin mükemmel imza ve hikâye buluşmaları yaratan Philippe Parreno, Bacon’a ‘selam çakan’ inanılmaz güzellikteki resimleriyle Pietro Roccosalva ve arşivci dili anıtlaştıran Simon Starling sergiden hemen öne çıkan isimler. En üst katta bu sene ilk kez Venedik’e gelen ve enerjisiyle hepimizi kendine hayran bırakan Wolfgang Tilmans fotoğrafik imajı adeta bir mabete çevirdi.
Gözler Hollanda’daydı
Giardini’deki pavyonlar arasından öne çıkanlar konusunda eğitimli gözler hemen Hollanda Pavyonu-Fiona Tan’ın sergisinde; Almanya Pavyonu’nda Alman bir sanatçıyı görmeyi bekleyenleri şaşırtan Liam Gillick’in formun içindeki siyasi bağlamı deşen sesli-kedili mutfak yerleştirmesinde, Shaun Gladwell’in motosiklet üstünde yavaşlayan Avustralya’sında ve Steve Mc Queeen sinema salonuna dönüşen İngiltere’sinde birleşecektir. Mc Queen iştah kabartıp, etkili bir ‘spectacle’ yarattı; film seanslarına bilet kapmak için sabahtan önünde uzun kuyruklar oluşturan ‘izleyiciler’ bienalgezerden sinefile dönüştü. Dominique Gonzales-Foerster ‘in Giardini’de ana sergideki filminde başını masaya koyarak, ‘artık ne yapabileceğini’ bilmediğini itiraf etmesi ve bienal tarihiyle hesaplaşması, ıssız bir zamanında Giardini’de kamerasını dolaştıran ve aç köpeklere odaklanan Steve Mc Queen ile karşılıklı iyi çalıştı.
Partisiyle, Danimarka Kraliyet Ailesi’nin katılımıyla paparazzileşen açılışıyla, eşantiyonlarıyla Danimarka ve Kuzey Ülkeleri Pavyonu sergisi en çok konuşulanlardan biriydi. I. Dragset ve M. Elmgreen (too nineties!) 90’lardan gelen bir tavırla, genç ve klasik isimlerden oluşan sağlam bir ‘queer’ koleksiyon yaratarak sordu: Para nelere kadir, neleri satın alabiliyor, kimleri tavlıyor; tasarım, sanat, kraliçe, çıplak oğlanlar ve havuzda bir ölü!
Balkanlar’dan güçlü işler
Alçakgönüllü ama kavramsal olarak güçlü yerleştirmeler yine Balkanlardan geldi; Romanya’nın video labirenti ve Çek ve Slovak Cumhuriyet’inin bahçeyi devam ettiren (blokları yıkan) ‘loop’ kavramsalcılığı son derece sağlam kurgulardı.
Şehre dağılan pavyonlardan mansiyon ödülünü Dragset ve Elmgreen ile paylaşan, Singapur’un sinema tarihi hafızasını güncelleyen Ming Wong sergisi ve Filistin Pavyonu hem işler hem de atmosfer açısından mekânlarında güzel işledi.
Venedik Bienali’ni geriye sarınca, bugünkü sanat üretimine ve tartışmasına dair bazı noktaları korkmadan masaya getirebilirim. Birnbaum sergisi, yıllardır formun geri döneceğini muştulayan sanat tarihçileri olumladı.
Ama formun geri dönüşü görkemsiz, kavramsallaşmadan, yenisiz ve bir koşul olarak, ‘kutlanmadan’, dönemsel bir geçiş olarak kabullenildi. Özellikle öne çıkan bazı işlerde, imajın dijital teknoloji devrimiyle hızla dolaşması ve sirküle edilmesiyle değişen görsel dünyaya yönelik bir tavır hemen okunuyordu. Fiona Tan, Shaun Gladwell, Mc Queen, Öğüt ve birçoğu imajı yavaşlatarak, dondurarak ve kırarak izleyiciye ve dünyaya kısa bir mesaj çekti: (slow down) ‘yavaşlayalım.’
Çılgın partilerin yerini krize duyarlı minik kokteyller ve yayın odaklı üretimler almıştı ki, son yıllarda giderek prodüksiyon fetişine odaklanan güncel sanat üreticileri bu alçakgönüllü jestlerle tazelendi. İşin içinde ne kadar para olduğundan çok bütçelerin, zamanın ve tartışmaların nasıl kullanıldığının daha önemli olduğu noktasında birleşildi. Birnbaum, çok heyecanlı ve ilginç bir gösteri sergisi yapmadı, ama her fırsatta vurguladığı ‘kesilen bütçesiyle’ ayakları üzerine basan (down to earth) bir buluşma sağladı.