20
Mayıs
2024
Pazertesi
KÜLTÜR/SANAT

İlhan Berk'in anısına

İlhan Berk’i Bodrum’da Türbe Mezarlığı’nda yatan eşi Edibe Hanım’ın yanında toprağa vereli üç gün oldu. Ne tuhaf, bana hâlâ hayattaymış gibi geliyor ve gitsem onu her zamanki gibi evinin gölgeli, epeyce serin arka avlusunda kağıtlarla, kitaplarla örtülü bir masa başında bulacağımı sanıyorum. Daha doğrusu acı gerçeği bilincimden uzaklaştırmak ister gibi olduğumu fark ediyorum. Ama çok geçmeden içimi bir hüzün ve bir acı dolduruyor, onu bir daha hiç göremeyeceğimi düşünerek üzülüyorum.


Onu önce şiirleriyle tanımıştım. 15, 16 yaşlarımdayken Milas Halkevi Kitaplığı’na gelen Uyanış, Ses, Servetifünun gibi dergilerde şiirlerine rastlıyor, bazıları upuzun dizelerden oluşan bu şiirleri kavramaya çalışıyordum. Ezberlenmesi, akılda tutulması kolay olmayan ve bana göre düzyazıya benzeyen şiirlerdi bunlar.


İlhan Berk’le ilk kez 1960-1961 sergi mevsiminde, bir resim sergisinin açılışında karşılaştığımı ve o gün orada tanıştırıldığımızı anımsıyorum. Ankara’ya benden bir yıl önce gelerek yerleşmiş bulunan rahmetli arkadaşım Orhan Peker’le aralarında çoktan sıcak bir dostluk kurulmuş bulunuyordu. İlhan Berk’e o gün ben ne söyledim, anımsamıyorum. Herhalde şiirlerinden sözetmiş olabilirim, ama onun bana söylediği bugün gibi aklımda: “Öfkeli yazılarınızı okuyorum” demişti. O günlerde Ulus gazetesinde haftada bir köşe yazısı yazmaya, resim eleştirileri yapmaya başlamıştım.

İçinde resim kurdu varmış 

İlhan Berk’le arkadaşlığımız böyle başladı. Ressamlara farklı bir ilgi duyduğunu fark ettiğimi söyleyebilirim. Meğer onun da içinde bir resim kurdu varmış; bu epeyce sonra ortaya çıktı. Bu noktayı, daha sonra gene ele almak üzere burada bırakarak, devam edeyim: İlhan Berk yaşam biçimiyle 1960’lı yılların Ankara’sında bir örnekti. Farkında olmadan onun etki alanına girmiştik. Evlerde toplanılırdı, geceleri. Bazı yazarların, ressamların, dışişlerinden bazı kişilerin, tiyatrodan ya da operadan bazı sanatçıların katıldığı, son derece sade buluşmalar...


İlhan bu buluşmaların ana figürüydü. Kendisi de Kavaklıdere semtinde Kıbrıs Sokağı’ndaki eve taşındıktan sonra, arada bir yirmi, yirmi beş kişilik buluşmalar düzenliyor, içkinin sonu, örneğin birer kase çorbayla getirilsin, istiyordu. 1969 yılında T.C. Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü Basın Bürosu’ndaki görevinden emekliye ayrıldıktan sonra Bodrum’a yerleşme kararını gerçekleştirmek için kolları sıvadı.

Bodrum’da satın aldığı Kumbahçe Mahallesi, Tarla Sokak’taki ilk evinin restorasyonunu nerdeyse kendi elleriyle gerçekleştirdi. Bu çok mütevazı ama şipşirin ev hepimiz için ilk örnek sayılabilir. 1970 yılından itibaren bu ev hep uğramak, kapısını tıklatmak istediğimiz bir yer olmuştu. Doğrusu, bizi Bodrumlu yapan İlhan Berk’tir.


İlhan Berk’le arkadaşlık yapardınız, düşüp kalkardınız ama şiirleriyle, şiir dünyasıyla senli benli olamazdınız. İlhan da bu çok özel dünya ile dostları arasına mesafe koymak isterdi sanırım. Yeni bir kitabı, kendisiyle ilgili bir kitap yayımlanmışsa, ilk bir araya gelişimizde okşayıcı bir sunu yazar, imzalar, armağan ederdi.

Sonsuz bir imge zenginliği 

Şiirleri üzerine pek konuşmazdık. O da bu dünyaya girmemeye dikkat ederdi. Genç ozanlar (şiir heveslileri) onu sık sık telefonla arar, bir kitapları yayımlanmışsa ona gönderir, düşüncelerini öğrenmek isterdi. Şöyle bakıp bir kenara attığı kitaplar üzerine konuşmak istemez, bundan sıkıntı duyardı.


Son yıllarda yakınında, çevresinde şiir üzerine konuşabileceği kim kalmıştı? Artık epeyce yalnızdı. ‘İkinci Yeni’ bağlamında bir araya getirildiği ozan dostlarının hemen hemen hepsi çekip gitmişlerdi. Birinci Yeni diye nitelenebilecek ‘Garip’çiler ve diğerleri. En erken göç eden Orhan Veli ve Cahit Sıtkı Tarancı’dan sonra koca ozanların nerdeyse hepsi... Kala kala Dağlarca ve o kalmıştı.


Onunla şiirleri üzerine pek konuşmazdık dedim ama ben bu şiirleri anlamaya çalışırdım. Öyle düpedüz bir öykü anlatan, bir görünü sergileyen, gürül gürül okunabilen şiirler değildi bunlar. Sonsuz bir imge zenginliği, simgesel işaretler gibi çözülmeyi bekleyen sözcükler. Sanki matematikte ‘çokbilinmeyenli denklemler’ gibi kurulmuş dizeler. Hemen akla geliverenden, kolaydan kaçan bir tutum. Sonsuz büyüklükte bir sözlüğe benzeyen evrenden sözcükler seçen, imgeler bulup çıkaran bir düşünürdü...


“Yazmak mutsuzluktur” demişti bir gün; yeryüzünü olduğu gibi görmesine engel oluyordu, yazmak, yani şiir. Şiir ona yeryüzünü cehennem ediyordu. Ama resim yaparken mutlu oluyordu. Benim bildiğim 1960’lı yıllardan beri resim yaptığıdır. İnsanlar onun resim de yaptığını çok sonra öğrendiler. Ankara günlerimizde, Kıbrıs Sokağı’ndaki evin, arkadaki küçük bahçeye bakan güneşli çalışma odasında bir bana ilk denemelerini göstermişti. Küçük defter sayfalarına ya da şiir kitaplarının iç kapağına , bir şiirin sayfa boşluğuna çizgiler atıyor, bunlara bir iki renk lekesi konduruyordu.


Bu renk lekeleri ve çizgiler, giderek erotik kadın figürlerine dönüştü. Ben ilk gördüklerimde bile ressamca ve şaşılacak bir beğeniyle yapılmış olduklarını söyledim bu denemelerin, onu bir bakıma yüreklendirmek istedim.
Önceleri benim övücü sözlerimi biraz hayretle karşılar görünmüştü. “Beni sen ressam yapacaksın” demişti bir gün.


Zaman içinde resimleri bazı sergilerde yer almaya başladı. Bir gün, bir vesileyle de: “Ressamlar benim yaptığımı yapamazlar, korkarlar; çünkü akıl onları dizginler” demişti. Kimbilir, nasıl ki yazmak onun için bir cehennem azabıysa, biz ressamlar için de resim yapmak bir çiledir.

NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM NE BÖYLE AYRILIKLAR
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeğe iner
Çayırları büyürken görürüm
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları

Milliyet
Yayın Tarihi : 8 Eylül 2008 Pazartesi 10:07:56


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?