22
Mayıs
2024
Çarşamba
KÜLTÜR/SANAT

İnsanın yüzüne yolculuk

İlk makinem öyle kötüydü ki utancımdan kese kağıdında saklardım...


Fotoğraf makinesi koleksiyonu, antika gramofon, Aziz Nesin’in maskı, fosiller, taş plaklar, kapı kilitleri, ünlü fotoğraf ustalarının imzalı fotoğrafları, sokak tabelaları, arkasında ünlü Türk şairlerinin imzası bulunan boş rakı şişeleri, kendi yaptığı seramikler ve ahşap heykeller... Fotoğraf sanatçısı İsa Çelik’in, ya da kendi deyimiyle tahta bozan İsa Bey’in, müzeden farksız atölyesinde bambaşka bir yaşam öyküsünün yolculuğuna çıkmaya ne dersiniz?

Fotoğraf makinesi ile nasıl tanıştınız?
Fotoğrafla ilk kez, doğup büyüdüğüm şehirde annem ve babamla fotoğraf çekildiğimiz zaman tanışmıştım. Babam bir gün geldi ve “Resimci geliyor, hadi hazırlanın.” dedi. Onlar belki biliyorlar ama benim haberim yok. Bizi giydirdiler, saçımızı başımızı düzeltiler. Fotoğraf siyah beyaz ama yine de yeşillik olsun önümüz arkamız diye bağın içine götürdüler. Adam bir üç ayak çıkardı, üstüne bir alet koydu sonra kafasını soktu siyah bir örtünün içine ve şöyle dedi: “Dünya yıkılsa kıpırdamayacaksınız.” O sıralarda, doğup büyüdüğüm Gülnar’da üç tane araba vardı. Küçük kardeşim de o zamandan belli etmiş makine mühendisi olacağını. Tam adam düğmeye basacakken -şimdi deklanşör diyoruz- döndü hangi araba geçiyor diye bakmak için... Öyle bir fotoğraf oldu. İşte ilk duyduğum fotoğraf makinesi sesi o sesti.


Babam Ziraat Bankası’nda çalışıyordu. Ziraat Bankası, mensuplarının ilkokuldan iyi dereceyle mezun olan çocuklarını Ankara’da okutmaya karar vermişti. Ankara’da Ankara Koleji’nden Kurtuluş’a giderken sağ tarafta bir öğretici film merkezi vardı. Her hafta vitrinlerine bir fotoğraf koyarlardı. Gazetelerde basılanları görürdüm ama onlardan farklı bir şeyler olup bittiğini anlardım. Kar, yağmur, çamur dinlemeden, yatılı okulu çevreleyen tel örgülerden kaçar, yarım saat, bir saat o fotoğrafı izler gelirdim. İkinci tanışmam da böyle oldu işte.


Düğmesine basmama izin vermedi
İlk makinenizi nasıl aldınız peki?
Bir arkadaşımın babası Almanya’dan bir makine getirmiş şakır şukur fotoğraf çekip duruyor. Bir kere şu düğmesine ben de basayım dedim. Bastırtmadı! Ben de harçlıklarımı biriktirdim ve bir makine aldım. Yıl 1958. Ama o kadar kötü bir makine ki; objektifini çeviriyorsun dışarı çıkıyor, tekrar çeviriyorsun içeri giriyor. Ben de utancımdan kese kağıdında saklamaya başladım onu. Fotoğraf çekeceğim zaman çıkartır sonra tekrar yerine koyardım. Fakat sonraları bu işin çok faydasını gördüm. Neden mi? Çekeceğiniz konuyu ürkütmemek için.
Arkadaşlarım tabii ki fotoğraf çekilirken maymunluklar yaparlardı. Kimisi dil çıkarır, kimisi arkadan kulak yapar... Fakat hiç nazlanmayan bir şey varsa o da Ankara Güven Park’taki heykellerdi. Orada, -tam tamına bilmeden ama el yordamı ile- bir kompozisyon yapmak ve fotoğrafta kimi öğeleri öne çıkarmak gerektiğini anladım. Detayları hep o fotoğrafları yaparken kendi kendime öğrendim, zaten ne soracak kimse vardı, ne de bakacak bir kitap...


Babam, “oğlum Ziraat Bankası’nda ressam” demeye utanırdı
Üniversitede okurken Ziraat Bankası’nda grafiker olarak çalışmaya başladım. Ve çalışmayı yeğledim için de, okuma hayatım orada kesildi. Afişlerim, pankartlarım, broşürlerim çıkıyordu her yerde ama babam Gülnar’da ahbaplarına tanıştırırken, benim oğlum Ziraat Bankası’nda ressamlık yapıyor demezdi. Ziraat Bankası’nda memur derdi, yani ressam demek kötü yola düşmüş, ipsiz sapsız bir adam anlamına geliyordu o sıralar anladığım kadarıyla. Ya da babam çevrede öyle karşılanacak diye Ziraat Bankası’nda memur derdi. Memur da değilim aslında, memur adayıydım. Ziraat Bankası’nın bütün afişlerinde adım çıkıyordu. 50*70 70*100 afişlerinde, pankartlarda, broşürlerde, bütün Gülnar’da, bütün Türkiye’de benim yaptığım afişler duvarları süslüyordu ama babam nedense utanırdı herhalde, memur demeyi tercih ederdi.


Çevrenizden, ailenizden sizi bu konuda desteklemeyen oldu mu?
Ailemden kimse bana karşı çıkmadı, zaten 12 yaşımdan beri ailemden ayrıydım. Karşı çıkmaları teknik olarak pek mümkün değildi zaten çünkü hep yatılı okudum. Tabii ki onlar benim bankacı, hukukçu, doktor, avukat filan olmamı istiyorlardı. O zamanlar, bizim oralarda çok fazla okuyan insan yoktu. Ben de -o zaman ayrı ayrı girilirdi sınavlara- Ankara Hukuk Fakültesi’ni 31. sırada kazanmıştım. İstanbul İktisat’ı da kazanmıştım ama benim gönlüm resimdeydi. Fotoğraf okulu olmadığı için resim eğitimi almak istedim, ama beni okutan Ziraat Bankası’ndakiler resim eğitimi ne işe yarar diye düşündüler ve illa iktisatçı olacaksın diye ısrar ettiler. Babam Ziraat Bankası’nın odacısıydı ve beni okutması mümkün değildi. Böylece, çaresiz, İksadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim.

Dünyaya baktığınız zaman fotoğraf sanatında neredeyiz?
Gerilerde değiliz, tam tersine, dünyanın epeyce de ilerisindeyiz. Aslında hiçbir sanat dalında gerilerde olduğumuzu düşünmüyorum. Ama dünyada bu işler şöyle yürüyor; sizin herhangi bir fotoğrafınızı biri alıyor ve haberiniz yokken basıyor ya da bir televizyon fotoğrafınızı bir iki saniye gösteriyor ve telifi banka hesabınıza otomatik olarak yatırılıyor. İşte siz onunla hayatınızı sürdürüyorsunuz. Bugüne kadar benim işlerimle yapılan korsan baskıları mahkemeye versem, binlerce yıllık para birikir. Ama zaten o mahkeme harcı için param yetmez. Şimdi en az dört-beş yayınevi ile mahkemeliğim ve herkes ‘Bir de buna para mı vermemiz lazım, işinizi kullanıyoruz ya.’ diyor ve diretince de, ‘Bunun sanat ile ilgili bir tarafı yok ki, bunları herkes çeker.’ diye cevap veriyorlar.


İnsanın yüzüne bir yolculuk yapıyorum
Fotoğraf ve kitap yazmak dışında başka ne gibi uğraşlarınız var?
Seramik söz gelimi, ahşap heykel de yapıyorum. Hatta bir sergi açabilecek kadar ahşap heykelim var. Bir süredir ise, yalnızca insan yüzleri çiziyorum. İnsan yüzünden, insanın içine bakmaya çabalıyorum. Bir yanlış yaptığımda düzeltmiyorum, öylece bırakıyorum onu. Günlük tutar gibi, insanın yüzüne bir yolculuk gibi… Resmin altına tarih atıp imzalayıp bırakıyorum, ikinci hikâye kitabımın çıktığı gün, aynı anda sergilenmek üzere…

Öldüğüm zaman yanlızca fotoğrafçı ve hikâyeci olarak anılmak isterim

Ben bir hikâyeciyim ve bu konuda epeyce de ciddiyim. Bugüne kadar binlerce kitap kapağı, heykeller, seramikler yaptım, kaligrafi işinde de oldukça iyiyimdir. Ama öldüğüm zaman yalnızca fotoğrafçı ve hikâyeci olarak anılmak isterim. Çünkü her ikisinde de iyi olduğum kanısındayım.

Fotoğraflarınız da birer hikâye gibi, değil mi?
Öykülerimde bir fotoğraf, bir sinema atmosferi olsun istiyorum. Öykülerimde anlattıklarımı şekilsel olarak tarif etmek istemiyorum. Anlattığım bir kuş ise, bu kuşun kanadı şöyle görünür değil benim derdim, kuşun kanat sesini duyurmak… Acı ise acıyı hissettirmek istiyorum, sevgi ise sevgiyi duyurmak istiyorum, ölüm ise ölümü hissettirmek istiyorum. Cemal Süreya'nın şu lafını çok severim: 'Şair bana yağmuru anlatma, yağmur yağdır.' Benim derdim de bu. Bir de, hikâyelerimi Taşeli Platosu’nun ağzıyla yazmaya çalışırım. Benim insanlarım Taşeli Platosu’nda yaşarlar. Neden Taşeli Platosu derseniz, birincisi orada doğduğum ve büyüdüğüm, ikincisi de Türkçe'nin en bozulmamış halleri oralarda olduğu için.

Çok yer gezdiğinizi biliyoruz. Peki gitmek istediğiniz ama henüz gidemediğiniz yerler var mı? Fotoğraf çekmek için çok gezmek şart mı?
Eskiden fotoğrafçılara kız verilmezmiş. Aslında bu durum günümüzde de çok değişmedi. Dijital makinen yoksa ve Hindistan’ı görmediysen, kız verilmiyor. Tabii bu işin şakası ama çoğunlukla zannediliyor ki; Nepal’e gitmezsen, Hindistan’da, Ganj Nehri kenarında dolaşmazsan güzel fotoğraf çekemezsin. Ama tabii ki öyle bir şey yok.


Her gün geçtiğin sokakta da dünyanın en güzel fotoğrafını çıkarırsın…
Fotoğraf için kır bayır dolaşmak da gerekmiyor, tam tersine, kır bayır dolaştığın zaman güzel görüntü peşine düşersin. Mesela; Urfa Balıklı Göl’de ışıklar yanınca görüntü çok güzeldir. Oraya bir sandalye de koysan, zaten görüntü güzel. Efes Celsus Kütüphanesi’nin önüne ne koyarsan koy, kütüphane zaten güzel. Maçka’daki köprü, Trabzon’daki Sümela Manastrı, Pamukkale, Safranbolu’daki evler zaten güzel… Görüntü avcılığına çıkmadan, her gün gelip geçtiğin yolda da iyi fotoğraf çekme şansın var. Üstelik bu şekilde, çektiğin fotoğrafı daha kalıcı hale getiren öğelerin peşine düşmeye çalışırsın, daha fotoğrafça düşünmeye ve bakmaya başlarsın.
Ben henüz Türkiye’yi görmeyi bitirmedim, yurtdışında da bazı yerlere gittim kuşkusuz. Biraz evvel söylediğim şeyden Hindistan, Nepal, Uzak Doğu gibi yerlere gidilmesin gibi bir şey anlaşılmasın ama, söz gelimi, Gaziantep İslahiye Yesemek’te dağın yamacında bin tane heykel dururken, siz niye başka yerdeki bir şeyin peşine düşüyorsunuz? Bin tane heykel duruyor orada haberiniz var mıydı? Bilmiyorsunuz çünkü size Nepal’i gösteriyorlar. İzmir’de antik Claros (Klaros) heykellerinin yalnızca ayakları uzunca boylu bir adamın boyu kadar, yalnızca ayaktan bahsediyorum. Ama hepsi kırık olduğu için heykeller yerlerde saçılı vaziyette duruyor. Türkiye’de görmediğim bir iki kent, epeyce kasaba, bir iki de antik kent var ama başka her yerini dolaştım diyebilirim.

Gençlerle ilgili çalışmalarınız var mı? Bu mesleği yapmak isteyen gençlere neler önerirsiniz?
Kültür Üniversitesi’nde derslerim var. Özel olarak fotoğraf dersleri veriyorum. Bir ara üstün zekâlı ve yetenekli çocuklarla fotoğraf oynadık… Onlara fotoğraf öğrettim demiyorum, onlarla ancak fotoğraf oynuyoruz.
Bunun dışında, insanlar bilmedikleri bir şeyi öğrenmek için hiç çekinmeden bana sorabilirler, bildiğim bir şey varsa anlatırım. O nedenle de İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) gibi bazı örğütlerin onur üyesiyim ve gençlere kapım her zaman açık.
Doğrusu ben fotoğraf sanatçısı olayım diye yola çıkmadım. Fotoğrafı da, resmi de, heykeli de, şiiri de son kertede bilmek için yola çıktım. Yani kendi beynimi ve yüreğimi donatmak için yola çıktım. Yoksa Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan ya da Edebiyat Fakültesi’nden mezun olanlar hemen şair, Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olanlarsa hemen ressam çıkmıyorlar. Resim yapmayı öğreniyorlar, ressamlık ise sonradan geliyor. Fotoğraf okullarından çıkanlar da fotoğraf sanatçısı olmuyorlar, sonra fotoğraf sanatçısı olunacaksa olunur. Bu söylediklerimden kimse olumsuz bir şey çıkartmasın ama, oralarda insanlara Amerika’yı yeniden keşfetmemeleri için bazı yollar gösteriyorlar. Ama şairlik sonradan olan bir şey, roman yazmanın teknik olarak nasıl olduğunu ben size beş dakikada anlatırım. Teorik olarak sinemanın ne olduğu biliyoruz ama hadi buyur yap, o başka bir şey, başka disiplinler gerekiyor. Üzerine düşme işi... Dijital makinelerimizi, analog makinelerimizi en iyi bilenler biz değiliz, onu üreten adamlar bizden daha iyi biliyorlar haliyle. Kim bilir ne kadar daha yeteneği var makinemin ama henüz ben bilmiyorum. Peki o makineyi üretenler yani en iyi bilenler fotoğraf sanatçısı mı o halde? Hayır o başka bir iş.

iSA ÇELİK

1944'te Mersin, Gülnar'da doğdu. "İnsan" adlı ilk sergisini 1973'te açtı. Bugüne dek 70 dolayında kişisel sergi açtı. UNESCO'ya bağlı Uluslararası Fotoğraf Federasyonu (FIAP) "Artist of FIAP" (AFIAP) unvanına sahip. İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği (İFSAK)'ın onur üyesi. Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları (PTFD) üyesi. Perde ve Sahne Sanatçıları (PERSAİŞ) yönetim kurulunda görev yaptı. Bugüne dek çok sayıda afiş, poster, kitap, plak ve kaset kapağı, çocuk kitabı illüstrasyonu uygulamaları yaptı. Beş kitabı yayımlandı. Uluslararası yarışma, sergi ve bienallerde pek çok ülkede fotoğrafları sergilendi. Yapıtlarında daha çok "insan" konusunu işledi. Sanat, bilim, kültür insanlarının portreleri ve Anadolu uygarlıkları ile de tanındı.

Asuman Korugan/yenibiriş
Yayın Tarihi : 27 Eylül 2007 Perşembe 10:04:00


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?