Geçen hafta Bodrum’daydım. Çantamda Feyyaz Kayacan’ın Çocuktaki Bahçe’si. Fırsat buldukça okudum. Ağustos 1982’de yayımlanmış bu roman beni büyüledi. Bir daha basıldı mı, bilmiyorum. Edebiyatımızın en naif romanlarından biri, İstanbul için, İstanbul’un bir kesiminin dünyası için bir başyapıt.
Bu yazıyı yazmadan önce Feyyaz Kayacan'ın yaşamöyküsüne göz atıyorum. Çünkü, ‘yitik’ roman onun eseri. Yitik romanın adı, Çocuktaki Bahçe; size anlatmaya çalışacağım.
Feyyaz Kayacan, 1919’da İstanbul’da doğmuş. Çocuktaki Bahçe’de Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul şöyle bir beliriyor ve hemen ardından Cumhuriyet’in ilk dönemindeki İstanbul’a yerini bırakıyor. Gerçi uzun uzadıya anlatılmıyor geçiş evresi. Feyyaz Kayacan’ın amacı, çocukluğunun günlerini kaleme getirmek.
Kadıköyü’ndeki Saint Joseph Lisesi’ni bitirmiş, o günlerin insanlarının ille Frerler Mektebi dedikleri okul. Roman buralara kadar uzanmıyor; Çocuktaki Bahçe, romanın baş kişisi Feyzi ilkokula başlamamışken sona eriyor.
Biyografide iz sürerken hatırladım: Feyyaz Kayacan’ın hikâyelerini bana salık veren Vedat Günyol’du. Demek ki on yedi on sekiz yaşlarım. Sığınak Hikâyeleri’ni okumuştum. Sevmiş miydim? Bana biraz fazla yenilikçi gelmişti. Oysa, Sığınak Hikâyeleri, 1960’lar boyunca, hikâyeciliğimizi enikonu etkilemiş bir eser.
Kitaplara öylesine düşkün olduğum yıllar ki, Sahaflar’a koşup öteki Feyyaz Kayacan kitaplarını da ediniyorum: Şişedeki Adam, Cehennemde Bir Yusuf, Gibiciler. Gibiciler’i okurken, artık işin içinden hiç çıkamıyorum. Bir bakıma, Feyyaz Kayacan’ı okuma maceramı donduruyorum.
Yeniden başlamam için handiyse kırk yıl gerekecekmiş. Geçen hafta Bodrum’daydım. Bodrum ve çevresi, katırtırnaklarıyla, gelinciklerle, mor kır çiçekleriyle bezenmişti. Çantamda Çocuktaki Bahçe. Fırsat buldukça okudum. Ağustos 1982’de yayımlanmış bu roman beni büyüledi. Bir daha basıldı mı, bilmiyorum. Edebiyatımızın en naif romanlarından biri, İstanbul için, İstanbul’un bir kesiminin dünyası için bir başyapıt.
Çocuktaki Bahçe’yi ta o zaman edinmiştim. Kitaplığımda bekleyip durdu. Arada Feyyaz Kayacan’ı tanımıştım. BCC’deki görevinden emekli olmuş, Londra’dan İstanbul’a dönmüştü. Beyoğlu’ndaki Papirüs’ün yazarçizerlerce sıkça uğrandığı zaman dilimi; Feyyaz Bey’i Papirüs’te tanıdım. Bembeyaz saçları, piposu, babacan hali gözümün önünde. Sıcak, alçakgönüllü, içindeki çocuğu yitirmemiş bir yazar.
Ölüm haberini Tuğrul Tanyol vermişti. Derken bütün öyküleri, ölümünden sonra, Yapı Kredi Yayınları’nca okura sunuldu. Ve Kayacan’ın sön öykülerinde anılarla haşır neşirliği gönlümde yer etti. Hep İstanbul, hep Kadıköyü, geçmiş günler. Bir an önce Çocuktaki Bahçe’yi okuyayım diyorum; başlıyorum, yarım kalıyor…
Burası, "alıp giden günlerin içinde" Rıfkı Paşa köşkünün bahçesi. Küçük Feyzi, annesiyle birlikte yaşıyor. Babası Eşfak Bey, karısıyla anlaşamayınca çekip gitmiş. Asalet meraklısı anne ikide birde Fransızca paralıyor, kendisine Doktor Panayot "Madam Hümeyra Hanımefendi" diyor. İstanbul o günlerinde: Kozmopoltizm bütün canlılığıyla saltanatını koruyor. Madam Hümeyra Hanımefendi’nin baskıcı, dayatmacı, şefkatsiz eğitimine rağmen Feyzi kendine bir mutlu yaşam kurmaya çalışıyor.
Peki ya köşk? Göçen bir köşk artık, kağşamış, bahçesi bakımsız, balkonları çöktü çökecek, koptu kopacaklar diye bakıyor balkonlara Feyzi, çiviler paslanmış; "biraz rüzgâr esse kart kantocular örneği, şıngırdıyor balkonlar, gıcırtılı göbeklerini hoplatıyorlar." Dünkü güzelliği sönüp gitmiş bir köşk. Artık masal cadılarını andırıyor. (Kadıköyü’nde böylesi köşklerin, ahşap evlerin en son günlerini bilirim. Birer birer yıkılıp apartman oldular. Bahçelerinin -uçsuz bucaksız bahçelerdi- kılıç artığı ağaçları bugün hâlâ Kadıköyü’nün yeşertisi.)
Görünüm, bakın!, ne kadar enginmiş:
"Cihannümâdan bakınca, Kadıköy, Üsküdar, Çamlıca, Fenerbahçe, Şifa, Kalamış, Mühürdar, Acıbadem ayaklarımızın altında. Karşıda İstanbul, Sarayburnu’ndan Köprü’ye doğru kıvrılmakta. Vapurlar geçmekte uzaktan suluboya resimler gibi. Dumanları burnunda vapurlar."
Cihannümâya takılıp kaldım. Bugünün genç insanlarına cihannümâ galiba artık hiçbir şey ifade etmiyor. Sözlüklerde bir tanım sadece: "Evlerde etrafı seyredebilmek için çatıların üstüne yapılan taraça veya oda, kule." Cihannümâlı evler görmüştüm ve kulemsi odaların içini çok merak etmiştim. Sonra güzelim mimari yok oldu. Necatigil, "Cihannümâ" adlı şiirinde, birçok çağrışıma açılarak, yakınır:
"Ayaklar altında bir cihannümâ
Ey geçilen yolları yok sayanlar."
Cihannümâların İstanbul mimarisinde can çekiştiği günlerde, şimdi ‘geçmiş zaman yiyecekleri’ diyeceğimiz aburcuburlar varlığını korumakta. Feyzi, leblebi şekerlerine, leblebi helvasına, "bütün kapıları açan" susam helvasına, "yiğit dişler"e zararsız kos helvasına, poğaçalara, kurabiyelere, hele horoz şekerine bayılıyor. Hele, diyorum, çünkü horoz şekeri Çocuktaki Bahçe boyunca başlı başına bir roman kahramanı! Madam Hümeyra Hanımefendi, horoz şekerini sokak çocuklarının şekeri saydığından, Feyzi’nin elindekini kapıveriyor, horoz şekeri yol ortasında kızıllı kırmızılı cam kırıkları artık… Demek, kuşak farkına rağmen anlayış değişmemiş; horoz şekerlerine benim çocukluğumda da yüz verilmezdi.
Oysa bütün bir estetikti horoz şekeri, Feyzi için, benim için. Onun, çocuklar için yapılıp, çubuğa geçirilmiş, akide horoz görünüşü, masallardan çıkagelmeydi…
Horoz şekeri çağları geçecek, anlatıcı Feyzi romanda bir kez, yeni zamanlara değinecek: Feyzi, çocukluğunun doktoru Panayot’un ziyaretine gidiyor, bambaşka bir Kadıköyü’nde:
“Yeldeğirmeni Caddesi üzerinde çarşıya çıkan yan sokaklardan birindeki evine gittim. Ne sokağı bulabildim. Ne evi. Her yer, her şey değişmiş. Doktor Panayot’u, Bahariye Caddesi’nde, Süreyya Paşa sinemasının köşesini işgal eden sokağın dibinde, Kuşdili’ne yakın ucundaki bir evde buldum. Zıpçıktı apartımanların arasına sıkışıp kalmış, iki katlı, dar, ahşap bir ev. İkinci katı balkonlu. Kaplama tahtaları kararmış evin. Ama bunları sarmaşıklar örtmekte. Renk renk tırmanan çiçekler. Sanki bir bahçe asılmış evin yüzüne.”
Öyleydi; Kadıköyü’nün birçok semtine güzellikler armağan etmiş ahşap evler azaldıkça azalıyor, geriye kalanlar “çığırtkan apartıman blokları” arasında cüceleşiyor, sonra da sarmaşıklar kuşanıyordu. Feyzi’nin / Feyyaz Kayacan’ın gördüğü, yüzüne bahçe asılmış ev, bir gün büsbütün insansız, ıssız kalınca, camları kırılıyor, kaplamaları fırlıyor; sarmaşıklar artık merhametsizce içeriye, bomboş odalara saldırıyordu. "Bir beton ve çimento karmaşası"nda. Ama İstanbullu geçinenler, o, Fransızca’yı mükemmel konuşmakla övünen Madam Hümeyra Hanımefendi’ler, filanca beyefendiler hiç mi hiç umursamazlardı, yeni taşındıkları apartman dairelerinde.
Son sahneyi anlatıyor Feyzi:
"Rıfkı Paşa köşkü de, bahçesi de tarihe karışmıştı. Ne var ki, tarihi içimdeydi. Oralara da kat kat apartımanlar saplanmış. Geceleri ağaçların hayaletleri giriyordur belki odalarına. Belki ağaca dönüşüyorlardır. Ben, yok olmuş kaldırımın iki metre üstünde, havada çırpınır gördüm penceremi. Devrilen bir ağacın yükseklerde bıraktığı gövdemsi boşlukta, dallarını, yuvalarını, tüneklerini arayan kuşlar gibi."
Bilmiyorum, siz de hissediyor musunuz; bana yas şarkısı gibi geliyor.
Çocuktaki Bahçe, vurgulamak gerekirse, eşsiz bir İstanbul romanı. Yeldeğirmeni’nde bir eski mahalleyi kâğıt üstünde yaşatırken, ayakkabı tamircisiyle, bakkalı, muhallebiciyle birbirinden renkli, ışıl ışıl tasvirlere yol alıyor. Feyzi’nin anlattığı, tasvir ettiği bakkal dükkânı, edebiyatımızda benzerine rastlamadığım incelikte. İroniyle hüzün bu dükkânda yarışıp duruyor. Çocukluğumun bütün bakkalları sanki orada, Çocuktaki Bahçe’de.
Yazık, bu romandan pek çok okur habersiz.