23
Mayıs
2024
Perşembe
KÜLTÜR/SANAT

Nobel’e ne kadar da susamışız

Nobel’li Osmanlı yazarlarının sayısı 3’e çıktı

Meğer Nobel’e ne kadar da susamışız! Geçen yazının ardından meraklı okurlar diğer ismin kim olabileceği “tüyo”sunu istemeyi ihmal etmediler. Tabii ser verip sır vermeyip bugüne sakladım söyleyeceklerimi. İyi de oldu bir bakıma, çünkü Nobel Edebiyat Ödülü listesini yakından inceleyince yeni bir isim daha keşfettim.


13 Mart 1900’de İzmir’de bir Rum çocuğu dünyaya geldi. 14 yaşına kadarki çocukluğu İzmir’de geçti. 1914’te ailesi ile birlikte Atina’ya göç etti. 1963’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 1971’de Atina’da öldü.

Daha İzmir’deyken şiire başladı ve “Yorgo Seferis” adını kullandı. Şiirlerine hakim olan hava, vatanından sürgün olmanın acısı ve Akdeniz’e, özellikle doğum yeri olan sevgili İzmir’ine duyduğu derin nostaljidir. İzmirli hemşehrisi olan Batı şiirinin babası Homer’e büyük ilgi duydu ve onun şiirinden ilham aldı. İzmir’e geri dönmek istiyordu; ama 1922’de İzmir’in yeniden Türklerin eline geçişi, ümitlerini suya düşürdü.

Kendisini asıl o zaman sürgünde ve yersiz yurtsuz kalmış hissetti. Bunun üzerine Paris’te hukuk tahsili yapmış olmasına rağmen diplomasiye geçmeye karar verdi. İngiliz Dışişleri’nde çalıştı. Arnavutluk, Güney Afrika, Mısır, Türkiye (Ankara), Lübnan, Suriye’de elçi müsteşarlığından büyükelçiliğe dek çeşitli kademelerde görev aldı. Daha da ilginci, 1959’da Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte bağımsız Kıbrıs’ın önünü açan Londra Antlaşması’nın mimarlarından oldu.

Seferis’in diplomatik misyonla tayin olduğu ülkelere bakarsanız, eski Osmanlı toprakları etrafında dolaştığını görürsünüz. İmparatorluk dağılırken, köklerinden kopan ve savrulan acılı bir nesle mensuptu o. Bir anafordu yaşanan; ama bazılarının sandıkları gibi yalnızca “azınlıklar”ın kapıldığı bir anafor değildi. Seferis’in memleketine dönüş umutlarını yitirdiği 1924 yılında bir başka Osmanlı, Mehmed Akif, bu defa anavatanın gövdesinden koparak eski bir Osmanlı toprağı olan Mısır’a savrulacaktı.

İmparatorluğun sonu ve sürgünlük: Binlerce yetişmiş ruhun evlerinden koparak kendilerine yeni bir yurt aradıkları, ne çare ki, bulamadıkları sürecin iki hazin çığlığı olarak kanat çırpıyor kâinatımızda.

İkinci “Nobelli Osmanlı” ise belki romanlarını okuduğunuz ama Osmanlı olduğunu bilmediğiniz biri: Elias Canetti. 1905’te Bulgaristan’ın Rusçuk şehrinde bir İspanyol Yahudisi (Sefarad) ailesinde doğmuş. 6 yaşındayken ailesi Manchester’a göçmüş. Burada babasını kaybedince annesi çocuklarını alarak Viyana’ya dönmüş. 1994’te ölen Canetti, Nobel Edebiyat Ödülü alan “son Osmanlı” (1981).

Canetti’nin ölümünden sonra yayınlanan hatıraları (”The Tongue Set Free” adıyla 1999’da basıldı) onun Osmanlı arka-planına güçlü ışıklar tutuyor. “Kendimi”, diyor yazarımız, “daima Türkiye’den gelmiş gibi hissetmişimdir. Sonraları yaşadığım hiçbir şey yoktu ki, Rusçuk’ta onu yaşamamış olayım.”

Canetti renk körlüğü yaşayan dünyamıza Osmanlı Rusçuk’unun rengarenk havasını yansıtıyor: “Tuna nehri üzerindeki Rusçuk, bir çocuk için harika bir şehirdi ve şayet Rusçuk’un Bulgaristan’da olduğunu söylersem, o günlerin resmini yanlış aksettirmiş olurum. (Anlayın canım. Yazarımızın dili, o yıllarda iç işlerinde özerk; ama resmen Osmanlı’ya bağlı olan Bulgaristan Prensliği’nde doğduğunu söyleyemiyor. Bu müthiş renklilik ancak Osmanlı gibi çoğulculuğa kucak açan bir bünyede var olabilirdi demeye getiriyor.) Burada en farklı kökenlerden gelmiş insanlar beraberce yaşardı. Bir Allah’ın günü yoktu ki, 7-8 dilin konuşulduğunu işitmeyesiniz. Genellikle kırsal bölgelerden gelen Bulgarların yanı sıra onlarla aynı mahallede oturan çok sayıda Türk vardı. Onun yanında İspanyol Yahudilerinin oturduğu mahalle bulunurdu. Rumlar, Arnavutlar, Ermeniler ve Çingeneler de eksik değildi. Tuna’nın öbür yakasından Romanyalılar gelirdi; asla unutamayacağım süt annem, Romanyalıydı. Bir de şuraya buraya dağılmış Rusları görürdünüz.”

Batı kriterlerine göre gerçekten de inanılmaz olan bu çeşitlilik, bir çocuğa, 20. yüzyılın sonlarında böyle gülümsüyor ve ona şu unutulmaz sözleri söyletiyordu: “Bu çeşitliliğin mahiyetini gerçek anlamda hiç kavrayamadım; ama onun etkileri de hiçbir zaman yakamı bırakmadı.” Böylece 20. yüzyılın en “kozmopolit” yazarlarından birisinin Osmanlı Rusçuk’unun çok-kültürlü havasından neleri miras aldığını öğrenmiş oluyoruz.

3 Nobelli ‘yazarımız’ın Osmanlı arka-planlarına bakınca, ödülü kazanmalarını, Osmanlı zenginliğine borçlu olduklarını görüyoruz. Bir başka şeyi daha: Çocukluklarında hafızalarına içirdikleri Osmanlı “nesîm”ini dünya edebiyatına yansıtmış ve özgünlüklerini o bir daha geri gelmeyecek büyük dünyaya borçlu olduklarını itiraf etmişlerdi. Bir bunlara bakın, bir de Osmanlı’dan hırsızladıklarını pazarlayan ama Osmanlı’ya hakaret etmekten de geri kalmayan Nobel adaylarımızın hal-i pür-melâllerine.



--------------------------------------------------------------------------------

SORUN, CEVAPLAYALIM

Fatih’in annesi Hıristiyan mıydı?

Kaynaklar II. Murad’ın 4 hanımı üzerinde duruyor: 1) İsfendiyaroğlu İbrahim’in kızı Hatice yahut Halime, 2) Babası bilinmeyen Hundi (ö. 1486), 3) Yine babası bilinmeyen Hüma (ö. 1449) ve 4) Sırp kralının kızı Mara (ö. 1487). Bir de Fransız hanımı olduğu iddiası var ki, tarihçi Peçevî, saraya bu kozla yaranmak isteyen Fransız elçileriyle dalga geçmiştir.

Hatice Müslüman olduğuna göre ilk şıkkı geçebiliriz. Hundi, Fatih’ten 5 yıl sonra ölmüştür. Fatih’in 30 küsur yıllık iktidarında Uzun Hasan’ın annesinden bahsedildiği halde kendi annesinden tek satırla olsun bahsedilmemesi mümkün değildir. Mara’ya gelince; oğlu tahta çıktığında izin alarak memleketine gidip bir manastıra kapanacağını açıklayan bir “anne” nasıl bir annedir? Üstelik iktidarın nimetlerini daha önce tatmış bir kral kızı hangi akla hizmeten sarayı terk edip manastıra kapanmayı tercih eder? Hadi o etti diyelim, tam da desteğine en ziyade ihtiyacı olduğu bir zamanda 19 yaşında babasız kalmış çocuk yaştaki padişah, annesini neden sürgüne gönderir? Asıl komedi ise şurada: Mara’nın II. Murad’a gelin gönderildiği tarih 1435. İyi de bu tarihte Fatih tam 3 yaşındadır! Yani kucağında 3 yaşında bir çocukla mı gelin oldu Mara?

Sonuç olarak Fatih’in annesi Hüma Hatun’dur diyebiliriz. Mezarı Bursa’da asırlardır Hüma Hatun veya Hatuniye Kümbedi diye bilinmektedir. Türbenin 1449 tarihli kitabesinde ismi geçmez, ancak bir Müslüman anne için yazılabilecek ifadelerle övülmüştür. Kitabede açıkça II. Murad zamanında Sultan Çelebi Mehmed tarafından annesi için yaptırıldığı yazılıdır. Ayrıca Bursa Şer’iyye sicillerindeki 31, 201 ve 370 No’lu defterlerde Hüma Hatun’un ismi Fatih’in annesi olarak geçmektedir. Mara ise Hüma’dan tam 38 yıl sonra Serez’de bir manastırda ölecek ve oraya gömülecektir.

MUSTAFA ERDOĞAN

ZAMAN/TURKUAZ
Yayın Tarihi : 27 Kasım 2005 Pazar 19:42:46
Güncelleme :27 Kasım 2005 Pazar 22:53:11


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?