22
Mayıs
2024
Çarşamba
KÜLTÜR/SANAT

Osmanlı olduğumuzu unutuyoruz

“Padişahlara “Hain. Sattı gitti.” demeyi marifet sayıyoruz. Kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz bu tutum. Ben bu hesaplaşmayı yapıyorum romanlarımda”

Ayşe Kulin; yedi kuşak İstanbullu bir yazar. Babası, Boşnakları bir bayrak altında toplayan 'Kulin Ban' soyundan geliyor. Annesi Sitare Hanım, Son Osmanlı meclisinde Maliye Nazırlığı yapmış Ahmet Reşat bey'in torunu. Uzun yaşayan dedesini görme şansına erişen Kulin; “Dolayısıyla ben Osmanlı beyefendiliği denen o ince çizgiyi çok iyi biliyorum.” diyor.


Yazarın çocukluğu, dedesinin konağında, gençliği Boğazda, yetişkinliği ise Nişantaşı'nda geçiyor. Dedeleri Enderun kültürü almış ve ailede erkeklerin tamamı eğitimli. Hanımların ise Arnavutköy Amerikan Koleji'nde eğitim alması bir gelenek. İstanbul'da yedi kuşak İstanbullu olana rastlamak artık çok güç. 1941 yılında bu muhteşem şehirde doğan Kulin'in evinde görüşüyoruz. Antik eşyaların, siyah beyaz aile fotoğraflarının arasında kahvemizi yudumlarken, geçmişe dokunuyormuş hissiyle soruyorum;

Sizce İstanbul son 50 yılda neleri yitirdi?

İstanbul'u kaybettik. Açgözlü bir biçimde her değişime kucak açmak, sahip olduğumuz değerleri kaybetmemize neden oldu. Neleri yitirmedi ki bu şehir. Köklü bir yaşam kültürü vardı, insanlar şık, saygılı ve zarifti. Yitirdik. İstanbul aksanı ile konuşulan dilini kaybettik. Beğendili etlerinin, zeytinyağlı yemeklerinin yerini kebap aldı. Bir şehir, şiire ve müziğe ancak bu kadar yakışır ama biz o şiirlerde ki şehri ve o İstanbul müziğini de yitirdik. Bize sadece mükemmel coğrafyası ve Osmanlının miras bıraktığı camileri kaldı. Yozlaşmış dili ve görüntü kirliliğine rağmen hala cömert bir güzelliğe sahip İstanbul. Önemli bir şehre bunu yapmamalı, mirasyedi gibi savurmamalıydık.

Hangi etkin nedenle bu değerleri yitirdik?

Göçler tabi ki. İstanbul'un bu hale gelişinden gerçek İstanbullular suçlu bana göre. Göç edenler değil. Gelenler kültürlerini getirme hakkına sahip. Ancak İstanbullular kendi kültürlerine sahip çıkarak, getirilen kültürü eritebilmeliydiler. Başaramadık, yenik düştük ve yitirdik. Güneydoğu kebabına, Doğu yemeklerine, Avrupa'nın Cafelerine yenik düşerken, kendine ait hiçbir şeyi koruyamadı. Türk kahvesi bile yeni yeni sunuluyor.

Bu şehirde sizi en çok ne etkiliyor?

Güzel ve çirkinin sarmaş dolaş olmuş hali.. Daracık sokaklardan, kötü yerleşim mekânlarından geçerken, aniden iki bina arasından minnacık bir manzara görüverirsiniz. Ya da bir çift minare.. Gülümsetir hemen beni. Birde dünyanın hiçbir büyük kentinde yaşanamayacak bir farklılığa sahiptir İstanbul; zengini memnun ettiği kadar, fakiri de memnun eder. Zengin lüks lokantalarda yemeğini yerken, fakir sahilde balığını tutar, mangalını yakar, ekmek arası balığını yerken boğaz manzarasıyla mest olur. Bu birçok ülkede bu mümkün değildir.

Son zamanlarda İstanbul için bir gayret seziyor musunuz?

Evet. Mimari yerleşim açısından en kötü günlerini geride bıraktı diye düşünüyorum. Gerçi şimdi de gökdelenler fışkırıyor oradan buradan, ama yoksul ve bakımsız görüntüden evladır diyorum. Ve bir de yeşillendirmeye önem verilmeye başlandı. Bu da birçok ayıbımızı örtecektir. Aslında çok üzülüyorum. Avrupalılara belki de sadece bu anlamda hayran olmamak mümkün değil. Ortaçağa ait kültürlerini korumuş bir çivi bile çakmamışlar. Prag'da, Paris'de, Londra'da kıskançlıkla dolaşıyorum. Bizim tarihi eserlerimiz harap..

Soylu bir geçmiş fakat üretken, emekçi bir duruşunuz var. Neden şımartmadı sizi bu durum?

Şımartmadı çünkü soylu olduğu kadar dürüst ve çalışkandı dedelerim. Dedem, Osmanlı'nın sahip olduğu birçok yere memur olarak gitmiş, Şam'da, Selanik'te görev yapmış. Emeklerinin karşılığını alan, çok çalışan kişiler. Yani servet çokluğu değil, emek çokluğu var. Başlarını sokacak bir evleri var sadece. Ve geçimlerini sağlamaya yetmeyecek emekli maaşları. Hep çalışmışlar bu yüzden. Babam da DSİ de mühendisti. Tüm Anadolu'yu dolaşarak köprüler inşa etmiş. Ben babamı örnek aldım kendime. Hep çalıştım. Sanat yönetmenliği, halkla ilişkiler, gazetecilik yaptım. Ama hep yazdım..

Evet, ilk kitabınız 43 yaşında iken yayımlanıyor. Neden bu kadar beklediniz?

Her yazar önce eteğindeki çakıl taşlarını döker. Bende öyle yaptım. Bir yayın evi “Hikâyeleriniz ilklerin de gerisinde” demişti. Açılmıyordu kapılar. Ben de hırslı davranmadım. 1984'de Güneşe Dön Yüzünü isimli kitabım korkunç hatalarla çıktı. Müzelik diyebilirim.. İki yıl sonra “Kırık Bebek” Kültür bakanlığı ödülünü aldı. On yıl sonra “Foto Sabah Resimleri” kitabım Haldun Taner ve Saik Faik ödülüne layık görüldü. Yayınevlerinin kapısı bana ancak o zaman açılmaya başladı.

1996 yılında Münir Nurettin Selçuk'un hayatı yayımlanıyor. Yine uzun süreli ara vermişsiniz. Neden?

Çocuklarımın eğitim dönemiydi. Evliliğim son bulmuştu. Çalışmalıydım. Kamera arkasında görev yapıyordum ve çok zamanımı aldığı gibi yorucuydu. Fakat iyi para kazandırıyordu. Düzene girinceye kadar yazamadım.

Ve Adı Aylin.. 93. baskısını yapmış..O zaman bu başarıyı tahmin ediyor muydunuz?

Tabi ki hayır.. Hatta Remzi Yayınevinde şöyle bir konuşma geçmişti; aramızda, Kimler Okur? Diye soruyorduk. “Kolejliler, Ankaralılar..” Ben şunu eklemiştim; “Birde adı Aylin olanlar.” Beni de şaşırtan bir gelişme bu. İşte bu kitabımla kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmiş oldum. Müthiş sattı. Ve ben artık yazarlıktan kazandığımla geçinebilir bir duruma gelmiştim.

Aylin yakın arkadaşınız. Benzer yanlarınız var mıydı?

Bir konuda benzeşiyorduk. O doktor olmak istiyordu. Ben yazar. İkimizde geç de olsa istediğimiz meslekleri yaptık. Fakat Aylin, doktor hatta albay olmasına rağmen tatminsiz ve mutsuz yaşadı.

Siz mutlu musunuz?

Ee tabii.. Bende yanlış evlilikler yaptım. Ama bu evliliklerden 4 erkek evladım oldu. Aylin'in hiç çocuğu olmadı. Ve 6 torunum var. Sevdiğim işten para kazanıyorum. Bunların Tanrı'nın lütfu olduğunu düşünüyorum.

Sizi kim keşfetti?

Kendi kendime oldu keşfim.Genlerimde olduğunu düşünüyorum. Tabi aslında Allah vergisi.. Beni bir piyanonun başına oturtun, beş yıl eğitim verin, size bir sone çalamam. Çünkü bende ne kulak ne ses var. Ama ilkokul yıllarında da yazar, dergilerde yer alırdım. Ben Tanrı'nın insanlara; yazarlık, ressamlık, müzisyenlik hatta terzi ve aşçılık gibi yeteneklerle donattığını düşünüyorum. Tıpkı tabiatta ki su gibi.. O su mutlaka denizi buluyor.

Kitaplarınızda yaşanmış öykülerle birlikte o dönemin tarihi de sunuluyor. Bunu yaparken bir amaç hedefliyor musunuz?

Evet. Kesinlikle. Biz Türkler klişeleşmiş başlıklar altında biliyoruz tarihimizi. Kendi kitaplarımızdan değil, başkalarından öğreniyoruz. Çünkü yazılmamış. Hatalarımız gizlenmiş. Padişahlara “Hain. Sattı gitti.” demeyi marifet sayıyoruz. Türk olduğumuz kadar, Osmanlı olduğumuzu unutuyoruz. Cumhuriyet tarihinde de bir dolu hata yapmış politikacı var. Halbuki, tarihimiz dürüstçe her yönü ile yazılsaydı ibret alabilirdik. Kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz bu tutum. Ben bu hesaplaşmayı yapıyorum romanlarımda.

Yeni bir kitap müjdeniz var mı?

Maliye Nazırı olan, büyük dedem Ahmet Reşat'ın hayatını kaleme alıyorum.

Okurlarınızın nabzını nasıl tutuyorsunuz? Beklentilerini alıyor musunuz?

İmza günlerinde buluşuyorum okurlarımla. Allah'a çok şükür onlar beni artık kabullendi. Biliyorum ki; benden kitap bekleyen bir okur kitlem var. Ben ne yazarsam yazayım alacaklar ve severek okuyacaklar. Bu, okurla benim aramda tarifsiz ve sesiz bir iletişim.

Yazabileceğim en iyi kitabı yazdım diyor musunuz?

Hayır. Daha en iyi kitabımı yazmadım. Ama yazacağım. Bir de ömrüm vefa ederse anılarımı kaleme almak istiyorum.

Okuyacak olanı örtüsünden sebep durdurmak çağdaş değil

Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tayip Erdoğan'ın da anayasal engeli yoktu. Gül için de öyle. Eğer bu kadar çığırtkanlık yapmasaydık bu feragat olmayacaktı. Eşinin örtülü olmasından çok icraatları ile ilgilenilmeli. Madem hukuki engel yok bu bir hak. Örtülü hanımların temsil hakları olması çok doğal.. Şimdi yorum yapmak beyhude.. Görevini hakkıyla yerine getiremezse o vakit çığlık atalım, çığırtkanlık yapalım. Ayrıca ben diktatör olsam türbanı da serbest bırakırdım.

Diktatör ve serbestlik.. bu iki kelime yan yana çok ilginç...

(Kahkahalarla gülüyor. Ve şöyle düzeltiyor tüm şen haliyle;) Eğer bir erkim yani yetkim olsaydı, örtüyü serbest bırakırdım. Kardelenler kitabını yazarken Anadolu'yu gezerek bizzat şahit oldum. 8 milyon okur-yazar olmayan kadınımız var. Bu rakam çok acı. Onlar imkânsızlıktan, töre yasaklarından okuyamıyor. Okuyacak olanı örtüsünden sebep durdurmak mantıklı ve çağdaş bir yaklaşım değildir.

NESRİN ÇAYLI/Yeni Şafak
Yayın Tarihi : 3 Ekim 2007 Çarşamba 14:52:18


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?