29
Mayıs
2024
Çarşamba
KÜLTÜR/SANAT

Resimler dekoratif amaçlı alınıyor

Resmi, buğulu ve gizemli. Öyle tanımlanıyor. Folklorik öğelere fazla yer vermiyor. O yüzden ona Türk ressamı sıfatı kondurulmuyor.

Güzel bir kadının yanına bir maymun sokuşturmayı seviyor. Çünkü hayvan formlarını seviyor. Çocukluğunda hayvanlarla iç içe yaşamış. O da Adana’nın taşlı yollarından... İroniden hoşlanıyor, şişman kadınlar resmediyor, renkli çalgıcılar. Kimsenin Da Vinci’nin Mona Lisa’sının neden öyle yarım gülümsediğini, Da Vinci’nin onu niye öyle resmettiğini bilemeyeceğini söylüyor. "Zaten bu sorunun cevabı bir tek ressamı ilgilendirir" diyor. En hoşlanmadığı şeylerden bir tanesi resimle mesaj vermek. 29 yaşında testis kanseri ile tanışmasaydı, parlak bir ressam olarak bizim de Murat Tolga ile tanışmamız mümkün olmayacaktı...

Resim nereden girdi hayatınıza?

- Bilmem, kendimi bildim bileli bir şeyler çizerim.

Kabiliyetiniz doğuştan mı?

- Galiba. Küçükken hiçbir çocuk ne kadar kabiliyetli olduğunu bilemez. Onu etrafındaki insanlar yönlendirir.
Sizin maceranız nasıl gelişti?

- Çocukluğum Adana’da geçti. Babam pilot olamadığı için hayıflanan bir bankacıydı, annem İncirlik’te Amerikalı ahbapları olan bir İngilizce öğretmeni. Ben ise sokakta sürekli hayvanlarla oynardım, formları beni büyülerdi; inekler, keçiler, koyunlar, kediler, kuşlar... Annemin Amerikalı ahbapları beni kameraya çekerlerdi, yani bizimkiler değil onlar keşfettiler benim resme ilgimi. Annemle babam da, "A ne yetenekliymiş bizim oğlan" diyorlar.

Gördüğünüz her şeyi çizer miydiniz?

- Hayır, çocukların kendi hayal dünyaları olur. Gördüklerini taklit etmez, iç dünyalarını resmeder. Bir çocuk 12 yaşına geldi mi, bozulmaya başlar. Çocuk resminin güzelliği de o, yapmacıksızlığı, saflığı...

Siz kendinizi hep çizerek mi ifade ettiniz?

- Evet, benim dilim resim. Daha çocukluğumda misafirliğe gittiğimizde hatırlıyorum, otururdum bir köşeye ve çizerdim, çizerdem, çizerdim... Figürler, desenler, havyvanlar... Yetenekli ve iyi futbol oynayan çocuk sürekli maç yapmak ister ya, benimki de onun gibi bir şeydi işte. Sürekli resim yapmak istiyordum.

Size inanan, sizi destekleyen bir resim hocanız filan oldu mu?

- Dalga mı geçiyorsunuz, lisede resim dersi yoktu ki, destekleyen hocası olsun. Resim eğitiminde önemli olan atölye dersleri. Ruhuna, yapına, yaratıcılığına uygun bir atölyeye ve hocaya düşmen çok önemli. Okul aslında ressam yetiştirmiyor, 100 mezundan ancak biri resimle hayatını kazanır.

Peki aileden, "Doğru düzgün bir şey oku" diye baskı olmadı mı? "Elinin para tutacağı bir şey oku" demediler mi?

- Ailemin resim okumama itirazı olmadı, ama grafikerlik yapacaksın yoksa aç kalırsın dediler. 6 yıl Sabah Grubu’nda, Nokta’ta çalıştım. Vinyetler, illüstrasyonlar yaptım.

Siz bir ressam olarak nasıl bir resmi beğenirsiniz, neden beğenirsiniz, nesine bakarsınız?

- Ruh ve duygu önemli. Desen bir gösterge. Karşındaki şeyi ne kadar algılayabildiğinin bir göstergesidir. Ama bunun üstüne birçok şey eklemek lazım. Sadece iyi desen çizmekle bir yere varılmaz. Aksine okulda öğretilen şeyleri, elinizin tersiyle bir kenara itip her şeyi yeniden kurgulamak zorundasınız. Yoksa resim olmaz. Yeni bir dünya kuracaksınız, yoksa akademik bilgilerle, eğitimlerle kupkuru bir insan çıkar ortaya, ressam kimliği oluşmaz.

Neden bazı resimler bizi diğerlerinden daha çok çeker?

- İnsan ne kadar çok müzik dinlerse, kulağı o kadar rafine olur. İyi müzik hangisi, kötü müzik hangisi ayırmaya başlar. Resim de öyledir. Ne kadar çok müze, resim sergisi gezerseniz gözünüz o kadar seçici olmaya başlar. O zaman iyi bir tablonun önünde çakılır kalır, kötü resmi es geçersiniz. Bizim ülkemizin şansızlığı bir çağdaş sanatlar müzemiz yok. Oysa Avrupa’daki çocuklar, anaokulundan itibaren müze müze gezmeye başlıyorlar. Resim zevkleri, resim kültürleri gelişiyor tabii...

Türkiye’de iyi resim neye deniyor?

- Dünyanın her tarafında bunun kuralları belli. Kompozisyonu iyi olacak, desen iyi olacak, armoni iyi olacak, derinliği olacak...

Yapan kişinin marka olması, yaptığı resmin iyi olduğunu gösterir mi?

- Hayır, ama kendini iyi pazarlayabildiğini gösterir. Bu da kötü bir şey değil. Çünkü kolay kolay marka olunmuyor. Çaba sarf etmek gerekiyor. Dünyanın her tarafındaki resim piyasalarında olduğu gibi burada da burjuva kesime yaklaşırsan, sanat eleştirmenleriyle aranı hoş tutarsan işin kolaylaşıyor.

Türkiye’de koltuk takımına göre resim alanlar var mı?

- Dünyanın her tarafında var, Türkiye’de daha çok. Çünkü bizim resim kültürümüz yok. Resim alanların çoğu dekoratif amaçla alıyor. Türk resim piyasasında ciddi anlamda koleksiyoncu da yok. Mesela benim resimlerimi, esas olarak yurtdışından alıyorlar. Her sergimde aynı Avusturyalı koleksiyoncu geliyor ve bir sürü resim alıp gidiyor.

Genç bir ressam ne kadar çile çeker?

- Çok çeker. Esas olarak şunlara hazırlıklı olacak: 3 sene 4 sene maddi beklentisi olmayacak. Pek dostu da olmayacak, çünkü herkes birbirinin kuyusunu kazıyor bu piyasada.

Rahat ve iyi resim yapabilmek için varlıklı mı olmak gerekiyor?

- Ben hep söylüyorum, aslında ressamlık zengin mesleği diye. Paran varsa, ya da seni destekleyen birileri tabii ki daha rahat, daha sorunsuz yapabilirsin.

Siz nasıl direnebildiniz?

- Ben testis kanseri oldum. Hayata bakışım değişti. Yoksa ben de çarkın içinde savruluyor olacaktım. Gözü kararttım. Sadece sevdiğim işle, resimle uğraşmaya karar verdim.

LİSTELER HAZIRLIYORLAR

Öyle insanlar var ki, "Hangi resimler prim yapacak?" diye listeler hazırlıyorlar. Daha atölyesine gitmediği, resimlerini görmediği ressamları pazarlamak için böyle bir yola başvuruyorlar. Bir sürü sanat dergisinde de "Bir numarada şu, iki numarada şu... " diye yazılar çıkıyor. Kim bilebilir bunu Allah aşkına? Kimin iyi kimin kötü ressam olduğunun anlaşılması için 100 sene geçmesi lazım. İnsanın ömrü kısa, sanatın ömrü uzundur. Bugün çok popüler olan, resimleri peynir ekmek gibi satanlar gün gelebilir kıç üstü oturabilir. Kenarda köşede kalmış bir adam ise dáhi ressamdır, kimsenin haberi yoktur.

Testis kanseri olmasaydım hálá grafikerdim

Testis kanseri nereden geldi başınıza?

- Bilmiyorum, geldi işte. O zamana kadar ben de böyle bir kanser türünün varlığından haberdar değildim. Bu da nedir ya oldum. Çok az rastlanan bir şeymiş. Genç erkeklerde görülürmüş. 29 yaşımda bana da çarptı...

Nasıl fark ettiniz?

- Eşimle tatildeydik. Testislerimin birinde şişkinlik hissettim. Döner dönmez hemen doktora koştum, ben saf saf soruyorum soğuk algınlığından filan olabilir mi diye, baktım doktorun yüzünde gölgeli bir ifade. "Bir şey mi var?" dedim. Müjdeyi verdi.

Sonra?

- Sonra yapılacak çok fazla şey yoktu zaten, ameliyat oldum, testislerimden biri alındı. Arkasından kemoterapiler başladı.

Ne hissettiniz?

- Kanser lafını duyunca insanın aklına direkt ölüm geliyor. Korkuyorsun. Sürekli "Acaba ölecek miyim?" diyorsun. Bir de "Neden ben?" Klasik bu. Herkese oluyor. Çünkü hepimiz, kendimizi dünyanın odak noktası olarak görüyoruz. Hayatın boyunca kanser denilen illetin, senin değil de başkasının başına gelebilecek bir hastalık olduğunu varsaydığın için şok yaşıyorsun. Kolay değil. Travmayı atlattıktan sonra aklın başına geliyor, araştırmaya başlıyorsun...

Hepsi o kadar mı? Hiç aklınızdan "Erkekliğim elden gidiyor, mahvoldum, bundan sonra hiçbir kadınla sevişemem, cinsel hayatım bitti benim!" gibi şeyler geçmedi mi?

- Hahaha. Geçmez mi? Ama doktorlar "Merak etme bir şey olmaz. İki böbrekten biri alınınca, nasıl her şey devam ediyorsa, iki testisten biri alınınca da cinsel hayat devam eder" dediler. İçim rahatladı. Ama tabii yine de şüphelerimi gidermek için ameliyattan sonra hemen test ettim...

"Ya çocuğum olmazsa?" diye endişeler...

- Yaşadım, yaşadım. Ama tek testisle de oluyormuş. Kızım da oğlum da benim bu hastalığımdan sonra dünyaya geldi. Sadece birkaç yıl beklemek gerekti. Çünkü kemoterapi spermlere zarar veriyormuş.

Çocuklarınız çok güzel, aşk çocukları mı yoksa?

- Evet tamamen öyle. Çok istedim onları ben. İsteyerek yaptığın her şey güzel oluyor. Ama o kadar yaramazlar ki, ne siz sorun ne ben anlatayım.

Ne kadar dibe vurdunuz, ne kadar ümitsizliğe kapıldınız? Ne kadar ağır yaşadınız bu hastalığı?

- Bir şey itiraf edeyim mi? Başlangıçta çok yıkıldım, fena oldum, dünya ayağımın altından kayıyor zannettim ama şimdi değerlendirirken anlıyorum ki bana faydası bile oldu. Üçüncü gözüm açıldı. Uyarı gibi bir şeydi. Testis kanseri olmasaydım, belki de istemeye istemeye çalıştığım o iş yerlerinde sürünmeye devam edecektim, gerçekten istediğim şeyle uğraşmayı hep erteleyecektim. Ama kanser, bana itici güç oldu. O günden sonra, canımın istemediği hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Ve yapmadım. İşi bıraktım. Kendimi resme verdim. Önce evde çalışıyordum, oğlum boyaları yemeye başlayınca, kendime bir atölye tuttum. O gündür bugündür sadece resimle uğraşıyorum.

Karınız "Git kendine normal bir iş bul, iki çocuğumuz var" demedi mi?

- Sağolsun demedi. Beni hep destekledi. O da güzel sanatlar mezunu, beni anladı. Zaten resim yapmaktan başka bir şey de gelmiyor elimden. En iyi bu işi yapıyorum ben.

Para meselesini nasıl hallettiniz?

- Hallettiğimizi nereden çıkardınız? Hiçbir şey halletmedik. Zorlanıyordum. Hálá zorlanıyoruz. Artık resim dersleri de veriyorum. Atölyeme hobi grupları geliyor. Şu gerçeği kabul ettim ben: Resim, para kazanayım derdiyle yapılmıyor. Bu işe gönülden bağlanmak, sefaletine, acısına, sıkıntısına razı olmak gerekiyor, başka türlü olmuyor.

Peki biz ne yapacağız? Sadece istediğimiz şeylerle uğraşmamız için ne yapmamız lazım?

- Kanser olmanızı tavsiye etmem! "Hem iyi para kazanacağım, hem iyi bir ressam olacağım, hem mutlu bir evlilik yapacağım, hem iyi bir baba olacağım" Hepsi birden olmuyor. Neyi seçersen ona göre bedel ödüyorsun.

Pardon siz neyin bedelini ödüyorsunuz?

- E söyledim ya, düzenli bir gelirim yok. Bir sergide 25- 30 resim satılıyor. Bir sonraki sergide hiç satılmıyor. Tık yok. Güvence yok. Net gelir yok. Hep pamuk ipliğine bağlıyız.

NE KADAR RESSAM VARSA O KADAR SANATÇI TİPİ VAR

"Sanatçı, bohem hayat yaşar" gibi saçma sapan bir klişe var. Bence öyle prototip bir şey yok. Ne kadar sanatçı, ne kadar ressam varsa, o kadar da sanatçı tipi var. Cezanne gibi çok mütevazı hayat yaşayan ressamlar olduğu gibi, Francis Bacon gibi toplum kurallarının dışında yaşayan çok marjinal tipler de var. İkisi de çok büyük ressam. Bir de "Sanatçı, kişiliği ile topluma örnek olmalı" denir. Tamamen palavra olduğunu düşünüyorum. Sanatçının yaptığı eserdir topluma ışık tutacak olan, kişiliği kimseyi ilgilendirmez.

BİENAL ZORLAMA

Çağdaş sanatçı olmak adına yapılan bir sürü zorlama şey var. Mesela İstanbul’daki bienaller. Daha doğru dürüst bir Çağdaş Sanatlar Müzesi yok bizde, izlenimcilerden öteye gidememiş insanlara, kavramsal ve enstelasyon ağılıklı şeyler veriyorlar. İyi niyetle davrandıklarına eminim ama farkında olmadan insanları sanattan uzaklaştırıyorlar. Bir sürü genç insan da bunları örnek alıyor, farklılık adına bunları uyguluyor. Her farklı olan da, iyi olmuyor. Zaten, farklılık zorlamayla olmaz. Ressamın doğasında varsa, gerçekten yaradılışından farklıysa ne ala, yoksa kendini kasma, zorlama...

Ayşe Arman/ Hürriyet
Yayın Tarihi : 26 Ocak 2008 Cumartesi 16:42:43
Güncelleme :26 Ocak 2008 Cumartesi 16:51:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?